- 555 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ACI
Hava kurşun gibi ağırdı. Halk otobüsüne kendimi zorla attım. Gözlerim boş bir yer aradı; belki oturur da dünden kalan kitabı yarılarım diye. Arkada boş bir koltuk olabileceğini düşünerek ilerledim. Yaklaştığımda arka üç ön sırada cam tarafında hayli kilolu bir kadın ve yanında çocuğun oturmakta olduğunu gördüm. Onlar da beni. Kadınla çocuk bir anda bakıştılar. Bir haberleşme yöntemini kullanıyor gibiydiler. “Kalk da amca otursun” der gibi ama yine de bundan emin değil. Çocuğun rahatını bozmak istemediğimden ufaklıkla göz göze geldiğimde gülümsedim. Bu iletişimden kaynaklı olacak ki hemen annesinin kucağına oturmaya çalıştı. “Rahatsız olmayın lütfen, böyle iyiyim.” diyerek ayakta kalmaya devam ettim.
Gözlerim çocuğun ellerinde. Elleri pamuk gibi. Ne bir toprak yüzü görmüş ne de bir ayaz. O minnacık elleriyle, resimli küçük bir kitapçığı karıştırıyor. Gözlerim karıştırdığı kitapta. Madem ben okuyamıyordum, bari okunana şöyle bir göz gezdireyim dedim. Gördüğüm kadarı ile okuduğu, bilim araç gereçlerini tanıtan bir kitap. Gözlerinin bir sayfaya takılı kaldığını fark ettiğimde ise ona olan ilgim daha da arttı. Bir türlü çeviremiyordu o sayfayı. Annesine, koluyla ufak ufak dokunuşlar yaparak, “Anne, anne.” diyor ama o elindeki cep telefonuyla uğraşıyordu. Sanki başka bir dünyanın içinde geziniyor ve orada değildi.
Çocuk, vuruş şiddetini ve sürekliliği arttırdığında yine kadının cep telefonundan gözlerini ayırmaya niyeti yoktu. Bu kez dikkatim kadının elindeki cep telefonuna kaydı. ‘Merve Merkür Tekstilin Kış Sezonu Kreasyonunu Sundu.’ başlığını gördüm. Kadın, açtığı sitedeki elbise tanıtımlarıyla ilgili çeşitli açılardan çekilmiş fotoğrafları inceliyordu. Mankenin vücudunu saran elbiselerin toplamı, neredeyse kadının yarı bedenini kapatacak cinstendi. Merakla o elbiseleri incelemesi ve çocuğun tepkilerine duyarsız kalması karşısında kendimce bir karşılık verdim.
“Mert, ona mikroskop deniyor.” dedim.
Kadın anlamsız ya da anlamaya çalışır gibi kafasını kaldırıp bu yabancı sese baktı. Mert de kimdi? Doğal olarak çocuğun asılı kaldığı sayfaya gözü kaydı.
“Özcan’ım, ne diyorsun anlamadım?”
Anladım ki çocuğun adı Mert değil, Özcan’mış.
“Anne bundan istiyorum.”
“Oğlum, ne yapacaksın? Bunlar oyuncak değil ki! Tanıyasın, aşina olasın diye aldık bu broşürü sana.” diyordu.
Kadın, “Pamuk Prenses” durağında indi.
Kalktıklarında yerlerine oturdum. Bacaklarımı uzatmıştım ki ayağıma bir şeyin değdiğini fark ettim. Eğildiğimde bir oyuncaktı yerde duran. Çocuk düşürmüş olmalı diye düşünerek elime aldım. Hoş bir şeye benziyordu. Son dönem oyuncakçılarda çok satılan oyuncaklardandı. Bir yerine dokunulduğunda başka bir yeri hareket ediyordu. Hayli dinamikti. Sağına soluna baktım, bir ad-telefon aradım ama adresini gösterecek bir emare bulamadım; yapılacak bir şey de. Emek Durağı’na geldiğimde yanıma oturmuş olan vatandaştan izin isteyerek ayağa kalktım ve düğmeye bastım. Bu durağın yolcuları indiğinde otobüsün yarısı, boşaldı.
Elimde oyuncak, çocuk ve annesini düşünerek yürüyorum. Özcan, şimdiden uzay çağı oyuncaklarını ve bilime yakın alet ve edevatlara ilgi duyuyordu. Annesi ise kilolarına bakmadan -belki ilerleyen zamanlarda zayıflayabileceğini düşündüğünden- kış sezonu elbiseleriyle ilgiliydi. Bu düşüncelerle ofise girdim. Selamlaşma seremonisinden sonra yavaş adımlarla çalıştığım masaya doğru yöneldim, oturdum. Çaycı arkamdan masama, sabah çayını bıraktı.
Çaycı, “Abi, bugün pek dalgınsın.” dedi.
Gözlerim masama koyduğum oyuncağa kilitli. “Öyle mi? Nasıl bir dalgınlık anlayamadım.” Halen aklım oyuncakta. Çaycı da fark etmiş olmalı ki; “Abi o oyuncak da ne? Sabah sabah… Çocuğuna mı aldın?” diye sordu.
Çaycıya bir şey anlatacak durumda değildim. O da üstele¬medi zaten. Daha satacak çayları vardı. Babamdan kalan klasik radyomun düğmesini çevirdim. Kulağım günün ilk haberlerinde. Günlük işlerin içine dalarak hayatı akıtıyorum. Ve hayat denen değirmende şimdi bir un gibi dövülüyor kıvama gelene kadar bi¬çimleniyorken aynı zamanda başka hayatlara da biçim vermeye çalışıyorum, yaptıklarımla. Kolay olmuyor.
Zamanın hangi aralığındayız bilmiyorum. Radyodan Çapa Tıp Fakültesi Hastanesinde bulunan altı yaşında bir kız çocuğu için acil trombosite ihtiyaç olduğu; kan verebileceklerin acilen hastaneye başvurmaları gerektiği anonsu kulağıma takılıyor. Saat 16.30’a kadar yetişmesi gereken işlerimden dolayı kendimi dış dünyaya kapatıp odaklanıyorum. O iş bitecekti.
Bu arada iş yerinde emekliliğinin son demlerini yaşayan bir ablam çıka geldi. Ellerini masaya dayadı. Kafamı daha kaldırıp hoş geldin ablacığım diyemeden onun bir çift mavi gözüyle kar¬şılaştım. O, ya bana yaşadığı bir sorununu anlatmaya ya da bir konuda danışmaya gelirdi. Benim mavişimdi. Hiçbir dediğini iki etmezdim. Onunla iş arkadaşlığı ilişkisini aşan bir dostluğumuz vardı. Elimde ne var ne yok bıraktım bu kez. Maviş bana buğulu buğulu bakıyordu. Rengi kaçmıştı. Anladım ki canı iyice sıkkın.
“Ablacığım, otur.” dediğimde;
Kendini öyle bir bıraktı ki sanki tüm yılların ağırlığı onu aşa¬ğıya çekmiş gibiydi. Her zamanki gibi acı kahvesini söyledim.
“Deli çocuk. Kırk yıl bir kahvenin hatırı olur diye hep söylü¬yorsun.”
“Böyle şeylere takılma. Senin hep hatırın vardır bende.”
Merakla bekliyorum. Anlatacağı ne olabilir diye. İçimde bir duygu seli ki doğumun sonucunu bekleyen bir adam gibi sancılı bekleyişlerdeyim. Sanırım kararını verdi emekli olacak onu be¬nimle paylaşacak. Nihayetinde dayanamadım; “Abla, bana acı bir şeyler söylemeyeceksin değil mi?” dedim.
“Deli çocuk! Acımız anlayışımızı saran algımızı sarmalayan zarın kırılmasıdır. Nasıl içindeki öze ulaşmak için bademin çekirdeğini kırmak zorundayız, onun gibi.” dedi.
“Abla, hangi kabuğum kırılacak, şimdi ona bakıyorum.”
“Bu beden kaç yaz gördü, kaç kış. Kalplerimiz, mevsimler gibi değişkendir. Ve her defasında ‘Kabul etmem, olmaz!’ dediğimiz birçok şeyi kabul etmiş, onunla yaşamışızdır. Tıpkı bir ekin tarlasına çiftçinin hep aynı mahsulü ekip her defasında aynı sonucu alması gibi. Ne o çiftçi tarlasına ektiği mahsulü değiştiriyor ne de biz yaşamımızdaki insanları.”
“İyice kopmuştum. Bir taraftan radyoda yine duyurulan kan anonsları daha belirgin bir şekilde kulağımda asılı kalıyordu.
“Deli Çocuk, sen benim yaşamımda baharsın. Hep yüzünde çiçekler açan ve enerjisiyle etrafı toparlayan… Ben seni baharın sevincinde sevdim ve bir dinginlikte. Sana baktığımda yeşili ve doğanın tüm renklerini görüyorum, bir tablo gibisin.”
“Abartma, abla… Halen asıl meseleye gelmedin.”
“Acıların çoğu kendi seçimimiz; onu biliyorsun, değil mi? O, içimizdeki doktorun yine bize yaşattığı kötü bir aşıdır. Tıpkı mikroplara karşı yapılmış bir aşı gibi. Acıyı dindirdiğimizde acıyı daha iyi anlarız.”
Radyonun sabah geçtiği anonsu bu kez daha belirgin şekilde duyuyordum.
“Abla, kusura bakmazsan kalkacağım, bu anonsu takip edeceğim bugün. Acının içime iyice kümelenmesini istemiyorum.” dedim.
Masanın üstüne bıraktığım çantamı açmadan, gideceğim yeri bölüm şefine söyleyerek çıktım. İlk gördüğüm taksiye bindim.
İçimdeki acı beni çekiyor en karanlık köşeye. Biraz da olsa rahatlamak istiyordum. Kulağımda halen “Altı yaşında bir kız çocuğu için trombosit ihtiyacı” anonsu.
Taksici, “Abi kapıyı yeniden kapatır mısın?” dedi.
Hastaneye vardığımda “Altı yaşında kız çocuğu anonsu için geldiğimi, söyledim.”
Danışmadakiler beni hastanın yakınlarına yönlendirdi. Onlarla tanıştım.
Hasta yakını “Kurban ben, Neşe’nin amcasıyım.” dedi.
“Tamam amcacığım. Ne yapmam gerekiyor onu söyler misiniz?”
Trombositin ne olduğunu annemin hastalığında ablamın “Kardeş, annemin trombosit değerleri çok düşük, bunu bil isterim. Trombositlerin kan içinde bulunan ve kanın pıhtılaşmasını sağlayarak kanamayı durduran hücrelerdir. Ve kanamanın durmasında çok mühim rol oynayan parçacıklar olduğunu. Onun düşüşe geçmesinin de hastanın aramızdan ayrılması anlamına gelir.” dediğinde öğrenmiştim.
Neşe’yi gördüm. Çok halsizdi. Çocuklara ne zaman soytarılık yapsan bir gülümseme olurdu. Bunu bildiğimden bir “Orta oyunu” sergilemek istedim, ama ne bedenim ne ruhum hastanın karşısında hareketliydi. O arada çantamdaki kabarıklığı fark ettim. Otobüste bulduğum oyuncak, çantamdaydı. Çıkarttım, ona doğru tuttum. Bir şey vermem imkânsızdı ama karşısında; oyuncağa soytarılık yaptırdım. O anda gözlerinde bir ışıltıyı gördüm. O ışıltı ve gülümseme bana fazlasıyla yetti.
Trombosit işi biraz uzun sürdü. Damarlarımdan akarken kan ruhumun acılarının dindiğini hissettim. Acının kabuğunu kırıyordum. Bedenim ağırlaşsa da şimdi daha iyiydim. Neşe’nin amcası bana ayran ve meyve suyu getirdi.
“Çok sağ olasın. Burada kimimiz kimsemiz yok. Babası da çalışmak için yurt dışına gitti.” dedi.
Amcanın ben gelirkenki o çaresiz hali ile şimdi¬ki umutlu hali arasındaki farkı görünce ne çok geç kaldı¬ğımı düşündüm. Onun bu mutluluğu görülmeye değerdi.
“Kardeş Vanlıyız, Kürt’üz. Helal et hakkını” dedi. “Amca, ben buraya memleketiniz veya milletiniz için değil acı çeken bir çocuğun kabuğunu kırmak için geldim. Neden böyle söyledin ki? Asıl sen sağ olasın. Keşke elimden daha fazlası gelse dedim.
Adam suçlu gibi mahcup duruyordu öylece karşımda. Çok öfkelendim. İnsanlar ne zamandan beri milliyetlerini ikrar ederek kendilerini ifade eder olmuştu. Anladım ki çat diye bölünmemiştik ama düşünce olarak bölünmüşüz. Aklıma babaannemin bir sözü düştü. “Ey insanlar arasında kötü tohum ekenler! Etleriniz çürüye, gözleriniz elinize düşe, inim inim ölüm dilenesiniz, ölünüz ortada kala!”
“Bizim yüreğimiz yanıyor. Siz, yüreğimize su serptiniz. Bu kardeşliği gösterdiniz. Sade bu gerçeği bilesiniz istedim.”
Amcanın o mahcup duruşu gözlerimde bir heykel gibi asılı kaldı. Yaklaştım. Kucakladım can vereyim, istedim. Gözlerimden akan yaşlar, amcanın omuzlarına düştü.
Biz gözlerimizde saklı tuzlu sularla, acı bir tebessümle onları kalbimizin en derinlerinde hissediyoruz. Onlar ki yaşamımızın en kötü ve en iyi günlerini birlikte geçirmiş olduğumuz insanlar. Şimdi yürekleri parçalı olan bu vatan toprağı, su yerine kanla ıslanmaktadır.
Sonra gözlerine dahi bakamadan elimde su şişesiyle “Sonra görüşürüz.” diyerek ayrıldım oradan.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.