- 525 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İKİ DÜŞ ARASINDA
İstanbul, 04.02.1945
Pek kıymetli Ahmet Hamdi Bey,
Size bu mektubu yazmaya iki düş arasında karar verdim. İlk düşümde çok sevgili babam, Mekke-i Mükerreme kadısı İsmail Molla Efendi’yi gördüm. Neden gördüm bilmiyorum, nasıl gördüm tam olarak hatırlamıyorum. Göğsüme bir ağırlık çökmüştü. Sanırım, Boğaz’ın o renk renk ışıklarına, debdebeli yaşantısına ve komşu köşkteki genç kızların sesleriyle renklenen o eşsiz musiki fasıllarına sırtımı dönerek bütün dikkatimi sıra sıra ciltlediğim kitaplara verdiğim zamanlardan biriydi. Bedenim gibi küçüle küçüle yok olmaya başlamış ruhumun, babamın o ezici bakışlarıyla daha da küçüldüğü ve hatta yok olduğu bir andaydım. İnsan, fıtratı gereği hep büyümek ister. Bedence büyümek, ruhça büyümek, insanların muhayyilesinde büyümek… Oysa ben hep küçülmek istemiştim. Öyle küçüleyim ki kimse beni görmesin, babam İsmail Molla Efendi beni görmesin, varlığımı unutsun istemiştim. Ama o, hiçbir zaman beni unutmadı. Aksine beni kendisine asla benzemeyen, zavallı, acınacak bir yaratık olarak daima hatırladı. Bu yok olma hissini, babamla göz göze geldiğim o anda öyle kuvvetle duymuştum ki bugün- aradan uzun uzun yıllar geçtikten sonra bile- hâlâ bir yük gibi göğsümde saklıyorum.
Azizim, beni neden böyle vücuda getirdiniz? Yoksa sizin gözünüzde ben, babası tarafından övülmeye bile layık görülmeyen bir kişi miydim? Ruhumun en çok çatıştığı kişi o idi. Bizim ilişkimiz sıradan bir baba oğul ilişkisinden ziyade ruhların zıtlığından beslenen bir ilişkiydi. Babam ne kadar bütün tenkitlerin üstünde, çevresi tarafından yarı ilahi bir kişilik olarak görülse de ben oğlu olarak onun tam zıddı idim. Her çocuk babasından mutlaka bir iz taşır. Ben günlerce, gecelerce ve hatta ömrüm boyunca bu izin peşinden gitmiş zavallı bir ruh idim. Yaratılıştan zavallıydım. Neden babama hiç benzemiyordum? Onun bütün eşyaya, bütün mizaçlara hatta zamana hükmeden karakteri karşısında ne kadar küçük ve ne kadar da biçareydim. Ben, hayata karşı tek hükmümü bozulan saatleri tamir ederken yaşardım. Yalnızca o anlarda zaman benim hükmüm altında olurdu. Bir saat ileri ya da iki saat geri…
Bu ağır düşten uyandığımda yatağımın tam karşısındaki duvarda asılı saatten ve komodinlerin üstündeki masa saatlerinin oluşturduğu tik tak orkestrasından gelen sesleri, sanki kulağımla değil de tüm bedenimle duyuyordum. Bu tik tak sesleri benim için en fevkalade musiki eserinden daha da etkileyici. Çünkü bu seslerle zamanı hissedebiliyorum ancak. Diğer duvarımda ise yıllarca elimi sürmediğim tamburum asılı… Azizim, neden elimi süremedim ki senelerce ona? Kitaplarım gibi o da benim için bir insan, düşünen, hisseden bir varlık değil miydi yoksa? Yoksa babamın senelerce bana yaptığını ben de tamburuma mı yapıyordum? Onu görmezden gelerek kaderine terk mi ediyordum, ona dokunmayarak sadece kendime benzetemediğim için mi yok sayıyordum? Hayır, hayır; olamaz bu! Bunun düşüncesi bile beni üzmeye yetti Ahmet Hamdi Bey… Çünkü babamın bana yaptığını ben tamburuma yapamazdım. Yatağımdan ağır hareketlerle doğruldum. Duvarda asılı duran tamburumu elime aldım. Biraz tozlanmıştı. Şerife Hanım da demek ki ona yeterince özen göstermemişti. Evin her tarafını tertemiz yapmak için akşama kadar uğraşan bu kadın da onu, tozunu alacak kadar kıymetli görmemişti. Bu, beni daha da üzdü. Söylesenize Azizim, Eyyubi Bekir Ağa bunu görse idi kim bilir neler hissederdi?
İkinci düşümde ise Cavide’yi gördüm. Cavide; yatak odamda, köşede duran camekân içindeki antika eşyalarımı çok eski ve gereksiz buluyor, onları atması için Şerife Hanım’a emirler veriyordu. Yine korkularım çökmüştü göğsüme. Alnımdan süzülen birkaç damla ter ile biraz da ateşi yükselmiş olarak uyandım düşümden. Yorganımı iki elimle sıkıca tutmuş ve boğazıma kadar çekmiştim. Yine o yok olma, küçücük kalma isteğini duyuyordum. Cavide genç ve güzel bir kadındı. Hayat doluydu. Neden onu eve davet etmiştim ki? Gerçi kocası öldükten sonra böylesine genç ve güzel bir kadının yalnız yaşaması pek hoş görülmezdi ama ya Cavide, benim yıllarca ruhumun birer parçası olarak gördüğüm eşyalarımı değiştirmek isterse? Ya Şerife Hanım’la geçinemezlerse? Ya onun hatırına başladığım tamburumla hiç ilgilenmediğimi anlarsa?
Yine de bütün ömrünü, erkeklerin diğer insanlara hükmetmek için kullandıkları bencillikleriyle geçirmiş bir insan olarak Cavide’yi bana gönderdiğiniz için müteşekkirim. Şüphesiz ki onun gelişiyle etrafımdaki bu yalnızlık da sona erecek ve evde şiirden bir hava esecek. Kim bilir belki de tamburumla yeniden ilgilenmeye başlayacağım. Bazı geceler, mesela ilkbaharda, köşkün bahçesinde Cavide benim yıllarca bütün ömrümü feda ederek özenle ciltlediğim kitaplarımdan bana birkaç sayfa okuyacak ya da eline tamburu alıp Mahur Beste’yi icra edecek. Ve gençliğimde komşu köşklerden gelen musiki sesleri bu kez benim bahçemden Boğaz’a doğru dalga dalga yayılacak.
İşte böyle Azizim, her ne kadar izdivacını bir gönül ilişkisi nihayetinde gerçekleştirememiş bir zat olsam da siz beni sevdiniz. Sevmeseydiniz beni vücuda getirme lüzumunu görmezdiniz. Böyle bir avuntu içinde size en derin muhabbet ve selamlarımı sunuyorum.
Darülmihen’in daimî mukimi Behçet