- 789 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Paylaşılarak öldürülüyor belki de güzel şeyler
Pek susmayı becerebilen bir adam değilim ya. Yine de deyivereyim. Bende kalmasın. Âriflerin sükûta verdikleri kıymetin bir hikmetini anladım. Gevezelik hak sözü de anlamsızlaştırıyor. Sürekli kokuların ’koku duyarlılığını’ alıp götürmesi gibi, sürekli sese/mesaja maruz kalan insan da, söze karşı duyarlılığını yitiriyor. Çok nasihatin çocukları arsız ettiği doğru. Fazla olan herşeyin ’duyarlılık yitimine’ sebep olduğu eskiden beri inandığım birşey. İsraf biraz da bu anlama geliyor belki. Yani o da bir tür duyarlılık yitimi. Dolayısıyla buna sebep olan birşey. Öyle ya. İsraf ettiğimiz herşeyde ’duyarlılık sınırlarımızdan aşkın bir kullanım’ yok mu?
İşte, kanaatimce, o aşkın kullanımlar insanı makul duyarlılığından da eder. Evet. İsraf edilen herşey farkedilmeden yiter. Hakkı verilemez. Hatta varlığı ihtiyaçtan sıkıntıya dönüşür. Doymak bile öncesinde bir parça açlık ister. Tokluk üstüne yiyen doyduğunu hissetmez.
Eskiden, editörlük yaptığım dönemlerde, bazı metinler gelirdi önüme. Her yanları bold/kalın punto kaynardı. Her paragrafta okurun kaçıracağına inandıkları birkaç cümleleri olurdu. Her yan koyu renklerin istilası altındaydı. "Beni önemse! Beni önemse! Beni önemse!" Nihayetinde, öyle bir his gelirdi ki insana, "Bu metinde önemsenecek birşey yok!" denirdi. Yazarın yeni yetme olduğu kanaatine varılırdı.
Neden böyle denirdi? Neden bu kem sonuca varılırdı? Çünkü fazla vurgudan gözler/dikkatler körleşirdi. Vesiledeki ifrat maksadın husulüne engel olurdu. İşte, aynen bunun gibi, neredeyse her cümlesinin sonunda ünlem işareti kullanan yazarlar da aynı hissi verirlerdi. İfadelerini o kadar sık önemserlerdi ki, okur en sonunda neyi önemseyeceğini şaşırır, önemsemeyi terkederdi. Yani orantısız vurgusu maksudundan ederdi.
Bazen sosyalmedyada da benzer hisler yaşıyorum. Herkes o kadar çok doğruyu konuşuyor ki. Ve herkes herşeyi o kadar iyi biliyor ki. Allahım. Nasihatlerin sıklığından "Yeter artık!" diyesiniz geliyor. "Doğrunun daha fazla tebeyyün etmeye ihtiyacı kalmadı! Günortası güneşi gibi görmesinden kör olduk. Onunla aramızdaki mesafeyi bu tekrarlar kaldırmıyor. Açıyor!" Peki ya ne yapılacak o vakit? Yaşamak gerek. Sessizce yaşamak gerek. Duyarlılığımızı yitirmeden maruz kalmak gerek. İyi şeyleri hayatta tutan lafızlardan önce sessiz hayatlardır. Nasihatlerin en güzeli kıssalardır. Farkedilmeyi beklemek gerek.
Belki de iyiliği biz öldürüyoruz, ha, arkadaşım? Yapmaya yapmaya ama söyleye söyleye, yutmadan yutmadan ama aktara aktara, ıslanmadan ıslanmadan ama yağdıra yağdıra, iyiliği belki de biz öldürüyoruz. Arkasına sessiz hayatlar koymadığımız için ölüyor iyilikler. İnanılmazlaşıyorlar. Efsaneleşiyorlar. Kimse içine çekmeden onları havada dolaşmaları o kadar normalleşiyor ki, en nihayet, görüldüklerinde düşülecek hayret de ölüp gidiyor. Halbuki canları bu hayretteydi. İnsanları iyi şeylerin varlığını duyduklarında şaşırıp imrenmeliydiler. Fakat şimdi o kadar sık duyuyorlar ki, bıktılar, varolduklarına da inanmıyorlar. Şiddet-i zuhurundan gizlendi sanki güzel şeyler. Paylaşıldıkça öldüler.
Kısa bir mealiyle "Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazap nedenidir!" buyuran Saf sûresinin bir sırrını da buradan yakalıyor gibi oluyorum. Yapılan hayır olduğu halde ’sağ elin yaptığını sol elin bilmemesi’ prensibini öğütleyen bir din, elbette, yapılmadığı halde söylenenlere müsamaha gösteremezdi. Çünkü, her nasıl oluyorsa, iyiliğin bu şekilde yâdı, ona karşı bir tür ’duyarlılık yitimine’ neden oluyordu. Yalan doğruyu da anlamsızlaştırıyordu. Tanınmazlaştırıyordu. Güzelliğin tazecik canı onu reklamsız kuşananların ruhlarında yeşeriyordu.
YORUMLAR
Çok zordu eskiden yazı yazmak, kitap çıkartmak. Öyle herkes ben yazdım bunları diye yayın evinin kapısından girmezdi... Şimdi herkes yazar herkes şair. Bir de hava atıyor eşine dostuna ''Oğlum şu sitede üüüüf yüzlerce yazım şiiri var benim. Var da kendin yazıyorsun kendin okuyorsun, onu da söyle. Amiyane tabir ile ayağa düştü bazı şeyler. Çirkinlikler zaten diz boyu hem edebiyatta hem de görsel materyallerde... Herkes sırlarını birbir döküyor faceye ya da twıtıra başka sosyal medya da ne varsa işte ona. Kayınbiraderimin, bacanağının halasının oğlunun yan komşusu hasta dualarınızı bekliyorum... Yahu kardeşim bunlar mahrem şeylerdir, her hastalık her mutluluk ortalığa dökülmez öyle. Anladık acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçlerde paylaşıldıkça çoğalır da daha face de ki ya da twitırda ki, instagram da ki arkadaşlarının onda biri ile belki yüz yüze görüştün, öbürlerini hiç tanımazsın bile, belki bir iki kere seni dürtmüşlerdir face de hepsi de odur özetle... İyilik de çoğu zaman gizli yapılmalı, günahları da saklamasını bilmeli, açığa vurmamalı insan. Yaradan biliyor zaten bizim ne olduğumuzu...