- 577 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YILDIZ YAĞMURU
YILDIZ YAĞMURU
Akşam olmadan köyde olurum hesabı yaparken yol ayrımına gelmeden Güneş batmış, akşamın alaca karanlığı dağların üzerine çökmüştü.
Aracın arıza yaptığı andan itibaren sinir küpüne dönen şoför, yol sapağına geldiğinde yüzünden hiç eksiltemediği ekşimiş suratıyla:
“Öğretmen bey, senin köye aha şu yoldan gidiliyo, dedi gazlayıp gitti.
Bilmediği bir coğrafyada akşamın bu saatinde ne yapacağını bilemeden gözleriyle çevreyi birkaç kez taradı. Karşı yamaçlar çayır çimen çalılık. Tarif edilen yol ormanın içini işaret ediyordu. Gördüğü manzara karşısında içine bir ateş düştü, yüreği “cızzz” etti. “Keşke inmeseydim.” Dedi, minibüse seslenmek için arkasını dönüp baktığında minibüs virajı dönüp çoktan gözden kaybolmuştu. Belki gelen giden olur diye bir süre sağa sola bakındı, ne gelen vardı ne giden. Hava gittikçe kararıyordu. Nereye yakın, nereye uzak bilmiyordu. Issız dağ başında beklemenin zaman kaybından başka bir işe yaramayacağını düşündü. İstemeyerek de olsa ormanlık yola daldı. Ormanın büyüklüğü ve ihtişamı korkusunu ikiye katladı. “ Geri dönsem nereye gideceğim, en iyisi yola devam.” Dedi yürümeye başladı. Korku ve tedirgin vaziyette ilelerken cip ve kağnıdan başka aracın geçemeyeceği daracık yol üçe ayrıldı. Bir süre hangisinden gideceğinin kritiğini yaptıktan sonra biraz daha geniş olanı önüne aldı.
Bir elinde küçük bir çanta, içinde ekmek, çamaşır, biraz erzak, diğer elinde yolun hemen başında bulduğu iki metre uzunluğunda bir meşe dalı. Issız dağ yolunda tek silahı buydu. Bir adamın kucaklayamayacağı kadar kalın gürgen ağaçlarının boyu bulutlara değecek kadar uzayıp gitmiş, dallar karşılıklı el ele, kol kola, sanki yüksek bir tünelden geçiyordu. Yere ışık huzmesi düşmediği için erkenden gece olmuş, ortalık karanlığa bürünmüştü. Gece ile birlikte serinlik yerini soğuğa bırakmıştı. Bir an önce ormandan kurtulmak için olabildiğince hızlı yürüyordu. Nereye gittiğini, nereye varacağını bilmeden yürüyordu.
Gece karanlık, hava soğuk, yol meçhuldü. Meçhule giden yolda düşe kalka, dalları yaprakları eze eze, taşları tümsekleri seke seke yürüyordu. Bilmediği dağ yolunda en ufak bir çıtırtıda yüreği ağzına geliyor, elindeki meşe dalıyla hemen vaziyet alıyordu.
“ Kadere bak! Göreve başlamadan dağ başında kurda kuşa yem olacağım.” Diyerek yeise kapıldı.
Karanlık ve soğuktan şikâyet ederken birden bire bir de sis bastırdı ki, iki üç metre ötesini zor görüyordu. Yol yokuşa sarmış gücünü zorlamaya başlamıştı. Neyse ki kısa süre sonra orman bitmiş boş bir alana çıkmıştı. Sisten dolayı önündeki yolu kaybetme korkusuyla pür dikkat yürüyordu. İzlediği bir film sahnesi geldi gözünün önüne. Karanlık gecede dağ başında tek başına hapishaneden kaçan mahkûma benzetti kendisini.
Havanın gittikçe soğuması, yolun yokuşa sarması, sis, vahşi hayvan korkusu hem terlemesine hem de üşümesine neden olmuştu. Sis, deniz dalgası gibi bir gidiyor, bir geliyordu. Hava açık olduğu için sis dalgası dağıldığında biraz olsun uzakları görebiliyordu. Yokuş bitmiş, düzlüğe çıkmıştı ama onda da hal kalmamıştı. Ha düştü ha düşecekti. Gücünün tükendiği, adımlarının iyice ağırlaştığı, umutlarının yavaş yavaş tükendiği bir anda uzaklarda solgun bir ışık ilişti gözüne. Işıkla birlikte bir umut belirdi gönlünde. Biraz daha ilerleyince başka ışıklar görür gibi oldu. Son gördükleri ateş böceklerini andırıyordu. “Bu soluk ışık demetinin altında mutlaka bir köy olmalı” dedi. Bütün dikkatini önündeki yol ile etraftaki karartılara veriyordu. Çalıların her biri bir canavar gibi görünüyordu. Sis dağılır gibi olmuştu. Hava açık olduğu için yıldızlar belli belirsiz görünüyordu. Biraz ilerleyince ışıklarla birlikte bir siluet halinde evlerin çatılarını da görünce rahatlamıştı.
Köyün varlığına sevinirken şimdi de köydeki köpeklerin korkusu kapladı yüreğini. İlk eve yaklaştığında korktuğu başına geldi. İri bir köpeğin havlayarak kendisine doğru geldiğini gördü. Kaşla göz arasında köpek karşısına dikiliverdi. Birkaç kez: “hoşt” dediyse de köpeğin susacağı yoktu. Allah’tan üç metre mesafede havlıyor, yanında başka arkadaşı olmadığı için daha fazla yaklaşmıyordu. Yaş meşe dalı elinde saldırıya hazır beklerken karşısındaki evin kapısında elinde idare lambasıyla beliren bir kadının; “Hooşt” sesiyle köpek sesini kesti. Kadın, “kuçu kuçu” diye köpeği yanına çağırdı. Köpek, dik duran kuyruğunu indirip geri döndü, o da peşinden. Titreyen çenesine hâkim olmaya çalışarak:
--Bacı, öğretmenin evi neresi, öğretmen köyde mi?
--Köyde, aha şu karşıdaki ışığı çok olan ev, dedi. Elindeki -ha karardı ha kararacak olan- idare lambasıyla yolu gösterdi.
Duyduğu habere o kadar çok sevinmişti ki son gücünü toplayarak varıp öğretmenin kapısını yumrukladı. Kapı açıldı, ayakta zor duruyordu. Öğretmen gelenin kim olduğunu dahi sormadan yabancıyı içeri buyur etti. Soba yanıyordu. Tavana asılı lüküz lambası elektrik ampulü gibi odayı aydınlatıyordu. Titremekten ayakta zor duran yabancı destursuz olarak sobanın başına yönelmişti ki ev sahibi onu alıp sobadan uzak bir yere götürdü.
--Delikanlı sen çok üşümüşsün, elin yüzün mosmor olmuş, bu halinle sıcak seni çarpar, daha kötü olursun, vücudun oda ısısına alışana kadar burada otur. Dedi.
Misafir, oturduğu yerde zangır zangır titrerken öğretmen sobanın üzerinde kaynayan güğümden çay demleyip sofra hazırlamaya girişti. Bir müddet sonra konuğun titremesinin durduğunu gören öğretmen onu alıp sobanın başına oturttu. Yanan sobanın karşısında ısındıkça kendine gelen konuk, sofra hazırlayan ev sahibine dönerek:
--Allah senden razı olsun hocam, beni donmaktan kurtardın.
Öğretmen. Konuğunun kendine gelmesine sevindi, sözüne gülümsemekle cevap verdi. Yemek hazır olunca onu masaya davet etti. Yemek ve arkasından sıcak çay sohbetiyle kim olduğunu ve yolculuk macerasını anlattı.
--Genç meslektaşım, seni kapıda gördüğümde durumun o kadar perişandı ki kim olduğunu dahi sormaya gerek görmedim. Bilmediğin bir yerde çetin bir yolculuk yapmışsın. Şansın varmış ki kaybolmamışsın. Bu mevsimde bu dağların başından duman eksik olmaz. Allah’tan bu geceki sis fazla yoğun değildi. Yoğun sise yakalansaydın o gördüğün ışık demetini göremez dolaysıyla köyü de bulamazdın. Allah korusun soğuktan donabilirdin. Madem minibüs arıza yaptı geceye kaldın, gitseydin kasabaya, otelde kalır sabahleyin gelirdin. Benden sana abi nasihati; Sen sen ol bilmediğin bir yere geceleyin yola çıkma, hele hele tek başına hiç çıkma.
--Haklısın hocam, toyluk işte, bu sözünüzü hiç unutmayacağım. Minibüsten inince anladım senin dediğini ama minibüsçünün beni indirmesiyle gözden kaybolması bir oldu.
Sabahleyin kalktığında ilk işi gideceği köyü sormak oldu. Aralarında iki tepe ile bir vadi bulunduğunu öğrendi. Kahvaltıdan sonra vedalaşıp ayrıldı. İkinci tepenin doruğuna çıktığında köyü ve okulu görmüştü. Yukarıdan aşağı yuvarlanırcasına okulun yanına indi. Okulun çevresini gezip dolaştığında büyük bir sükûti hayale uğramıştı. Hayalindeki okula hiç benzemiyordu. Harap bir bina, bahçesi tarumar, ağaçların çoğu kurumuş. Geceki çetin yolculuktan sonra bu ona ikinci bir şok olmuştu. Gördüğü manzara karşısında her sözü düstur olan öğretmeninin sözünü hatırladı.
“Çocuklar, ileride hangi mesleği seçerseniz seçin mutlaka güçlüklerle karşılaşacaksınız. Şunu iyi bilin ki, hayat baştan sona mücadele demektir. Başarı için azim, irade ve çalışmak şart.”
Köye vardığında ilk işinin muhtarı bulmak olduğunu söylemişlerdi. Okulun yanındaki evden muhtarı sordu. Adam gidip muhtarı bulup getirdi.
Öğretmen, muhtarın kendisini güler yüzle karşılayıp, “Hoş geldin.” Demesini beklerken suratı asılmış, esmer yüzündeki kara gözleri ateş püsküren, kaşlar gözlere oran yay gibi gerilmiş, sivri burnunun altınlındaki post bıyıkları sinirden titreyen bir adam gelip dikiliverdi karşısına. Görüntüye uygun olarak sesine de esrarengiz bir hava katarak:
--Köye gelen öğretmen sen misin? Diye gürledi.
Öğretmen, adamın tam aksine yumuşak bir sesle:
--Evet benim. Dedi. Gülerek.
--Öğretmen bey, bu köy sana göre değil, geldiğin gibi köyü hemen terk et.
Genç öğretmen sözün şaka mı ciddimi olduğunu anlamaya çalışırken;
Adam, arkasında yedi leşi olan katil gibi omuzlarını kaldırdı, elini beline attı, ceketin altından tabancasının kabzasını göstererek;
--Senden önceki öğretmen yüzü gözü kanlar içerisinde köyü terk etti, sen de aynı akıbete uğramadan hemen köyü terk etsen senin için iyi olur. Dedi dişlerini gıcırdattı.
Yola çıktığı andan itibaren şok üstüne şok yaşayan öğretmen, adamın şaka yapar bir hali olmadığını nihayet anlamıştı. Hiç beklemediği karşılama merasiminin şokunu atlattıktan sonra, bütün cesaretini ve ciddiyetini toplayarak gözlerini muhtarın gözlerine dikti.
--Bana bak muhtar efendi, önce kendimi sana tanıtayım. Adım Nazmi, soyadım Yılmaz. Ben buraya isteyerek severek kendiliğimden gelmedim. Beni buraya devlet gönderdi, arkamda koca bir devlet var. Eğer bu tehditlerine devam eder, kılıma bir zarar vermeye kalkarsan polisi jandarmayı buraya yığar, sana öyle bir ders verdiririm ki, hayatın boyunca unutamazsın. O arkasına sığındığın muhtarlık elinden gider, kalan ömrünü kodeste geçirirsin. Sen eşkıya mısın, muhtar mısın, onu bileyim. Muhtar isen bana yardım etmek zorundasın. Şimdi bekçiyi çağır, beş altı adamla üç beş kadın bul, bu viraneyi el birliği ile okula dönüştürelim.”
Çiçeği burnundaki genç öğretmen, bu sözleri nasıl söylediğine kendisi de inanamamıştı ama cesaretiyle muhtarı susturmayı başarmıştı.
Muhtar, karşısındakinin çetin ceviz olduğunu anlamış olacak ki, fazla direnmedi, istemeyerek de olsa öğretmenin dediklerini yapmaya başladı. Kendisi pek görünmese de bekçi yanından ayrılmıyordu. Bir hafta içerisinde viraneye dönmüş olan binayı eğitim ve öğretime hazır hale getirdiler.
Nazmi öğretmen, sonradan edindiği bilgiye göre muhtar olacak adam bir akrabasının ortaokul mezunu oğlunu köyünde vekil öğretmenlik yapması için oğulları ve akrabalarıyla birlikte köye atanan öğretmenleri aciz taciz edip, hatta şiddet kullanarak köyden kovalamışlar. Devlet görevlilerini köyden uzak tutmak için de olmadık entrikalar sergiliyormuş.
Günler aylar geçtikçe köyü ve köylüyü tanıdıkça koca köyde ilkokulu bitirip de başka okula giden bir öğrenci dahi olmadığını öğrendi.
“Dünyadan soyutlanmış ilkel kabileler gibi medeniyetten bi haber yaşayan bir köy. Bu devirde bu kadar cehalet, bu kadar geri kalmışlık, olacak gibi değil. Böyle gelmiş ama böyle gitmemeli.” Diye kendince bir karar aldı.
Okumanın önemini başta öğrencilerine, yaşlısına gencine, kadınına kızına her fırsatta anlatmaya başladı.
Bir gece yarısı kapısı çalındı, kapıyı açtığında Sepetçi Mustafa “İçeri gir” demeye fırsat vermeden kapının eşiğinde öğretmenin boynuna sarılıp başladı öpmeye.
--Dur hele Mustafa Amca, ne oldu, bayram değil seyran değil.
--Öğretmen bey, ha ben okumayı çok istiyordum emme velakin imkânımız yoktu. Birazda ha bu bizim köyün yobazlığı. Ben okuyamadım emme çocuklarım okusun istiyorum. Gel gelelim görüyorsun köyün halini, okumaya çocuk gönderenlere düşman gözüyle bakıyolar.
Mustafa Amca’daki değişim öğretmeni çok heyecanlandırmıştı. Anlattıkları bir kişiyi de olsa harekete geçirmişti ya…
--Gel Mustafa Amca, ben de seni bir kucaklayım. Sen böyle bir karar verdin ya, ben hep senin yanında olacağım, sana her türlü yardımı yapacağım. Bu sene oğlun okulu bitiriyor, seneye kasabada ortaokulda olacak inşallah.
--Öğretmen bey, kurban olduğum, ver şu elini öpeyim, deyip eline sarıldı.
--Estağfurullah Mustafa Amca, sen bu hareketinle karanlıktan aydınlığa kuracağımız köprünün ilk harcını atmış olacaksın. Göreceksin, ileride herkes seni takdir edecek, bu köyün önderi olacaksın.
Ertesi yıl Sepetçi Mustafa’nın oğlunu ortaokula yazdırdı. Murat, annesiyle birlikte mütevazı bir evde okuluna devam ediyor, Sepetçi Mustafa sepet örerek onlara para yetiştirmeye çalışıyordu. Murat’ın ortaokula başlamasından sonra öğretmenin köylülerle olan bağı yeniden koptu. Bazı geceler kapısı penceresi taşlandı, tehdit mektupları aldı. Gördükleri yerde sözle sataşıyorlardı. Öğretmen, saldırıların hiç birine cevap vermiyordu. Öğretmenin umursamaz tutumu muhtar ve yandaşlarını deli ediyordu.
Bir akşamüzeri yatağına uzanmış düşünürken ta çocukluk yıllarına gitti. Çok sevdiği ilkokul öğretmeninin o esrarlı cümlesi yankılandı kulaklarında.
“ Çocuklar, ileride her biriniz bir yıldız olacaksınız, Anadolu’nun dört bir köşesinde parlayacaksınız. Eğer yıldız gibi parlarsanız ruhumu şad etmiş olacaksınız.”
***
Aradan yıllar geçti. Nazmi öğretmen Anadolu’nun başka bir köyündeydi. Akşamüzeri bir mektup ulaştı eline. Zarfın üzerinde Murat ismini görünce heyecanı arttı. Eve gidip eski somyasının üzerine uzanıp zarfı açtı.
“ Sevgili Öğretmenim,
Ben yıllar önce cehaletten aydınlığa kurduğun köprüden ilk geçen öğrencin Murat. Şu anda genç bir mühendis olmamı size borçluyum. Benim peşimden gelenler çoğaldı. Köyümüzde kızlar bile okumaya başladı. Okuyanlar çoğaldıkça değeriniz daha iyi anlaşıldı. Köyde o yıllarda size karşı olanlar bile sizi konuşuyorlar. Her sözde her sohbette: “Bu köye bir Nazmi öğretmen gelmişti” diye başlıyorlar söze, yaptıklarınızı anlatılıyorlar bir bir. Yanımızda olmasanız da gönüllerimizde yaşıyorsunuz, iyi ki varsınız öğretmenim, iyi ki bizim köye gelmişsiniz. O mübarek ellerinizden öpüyorum.”
Mektubu okuduğunda ilim yolunda atmış olduğu mayanın tutmuş olması gözlerini yaşarttı. Duyguları o kadar kabarmıştı ki;
“ Ey benim güzel Allah’ım, ektiğim tohumlar yeşermekle kalmamış meyvelerini de vermiş. Sen ne büyüksün Allah’ım, bana bu mutlu anı yaşattığın için sana ne kadar şükretsem azdır.” Sözü dudaklarından dökülüverdi.
Mektuba cevap yazarken gözlerinden boşalan iki damla yaş yanaklarından yuvarlanarak düşüp kâğıdın üzerine mühür olmuştu.
Mektubu bitirince somyasına uzandı, gözleri gökyüzünde, ruhu bulutların üzerinde, öğretmenine verdiği sözü yerine getirmenin hazzını yaşıyordu..
“Müsterih ol öğretmenim, ruhun şad olsun, yıldızların yağmura dönüştü.”
S O N
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.