1402'LİK SÜLEYMAN
1402’LİK SÜLEYMAN
Çalıştığımız Daireye yeni bir personel geldiği bütün dairede günün konusu oldu. Birçokları hoş geldin ziyaretine geliyordu. Adı Süleyman’dı. Süleyman aslında yeni biri değildi. Önceleri de bu dairede çalışmış, kimi askere gittiğini sanmış kimisi de başka bir kuruma tayin olmuş diyordu… Ama o kendisinin 1402’lık olduğunu söylüyordu. Öyle bir tarihte gitmişti ki, 12 Eylül sonrası ortadan kaybolmuştu. Süleyman uzun boylu bir sinema jönü kadar yakışıklı ve çok iyi bir diksiyonu vardı. Bu diksiyon ile birçok kişi onu televizyon spikerliğini yakıştırdığı gibi müdür ve yönetici bir gibi bir pozisyona koyardı. Ama Süleyman da bu yoktu. O da böyle bir imajı olunca kendinin bir sıkıyönetim yasayı olan ve 657 sayılı memurları uzaklaştıran bir yasaya sığındı. Hatta kendisinin bir matematikçi olduğunu, bir süre sonra arkadaşıyla birlikte dershane açacaklarını söyledi.
Bir diğer özelliği de kadınlara karşı oldukça ilgisizdi. Otuz beş yaşında hala bekârdı. Bazı açık sözlü kişiler yüzüne karşı söyle söyledikleri olmuştu; insan bu kadar yakışıklı olurda bekâr kalır mı? Dairedeki kadın kız onunla ilgilenir o ise oldukça ilgisiz görünürdü. Süleyman şimdiye kadar hep bir başarı peşinde koştuğunda bu nedenle evliliğe zamanı olmadığını söylüyordu…
Süleyman’ın eskiden yediği içtiği ayrı gitmeyen arkadaşı Ömer Faruk’tu. Ömer Faruk, Süleyman anlattıkça o bıyık altından gülüyordu. Bu gülmelerin altında bir şeyler olduğunu hemen anladım. Ömer Faruk’ta at yarışı ve içki nedeniyle eşinden boşanmış, sürekli para sıkıntısı yaşayan ve uçan kuşa borcu olan biriydi…
Bir gün Ömer Faruk’a çok acil bir durum için para gerekiyormuş. Aybaşına da iki ya da üç gün var. Daire de özellikle kadın personelin arasında çok yaygın olan altın günleri vardı. Ömer Faruk, Süleyman’a sen bu işleri iyi bilirsin ne yapalım der. Süleyman hemen çözüm buldu. İşçi ve memurdan oluşan oniki kişilik bir gün çekilişi yapacağız diyerek, oniki kişilik bir piyango düzenledi. Herkes bir çeyrek altın parası ile çekilişe katılacaktı. Kendisi ve Ömer Faruk’un dışında kimse gerçek olayı bilmiyor. Çekiliş yapılıyor ilk talihli Ömer Faruk. Herkese bir ay düşüyor. Paralar toplanıyor. Ömer Faruk’un ağzı kulaklarında neşesi yerindedir. Birkaç gün sonra Ömer Faruk ve Süleyman piyangodan vazgeçtiklerini herkese borcunu ödeyeceğini söylediler…
Bu olaydan sonra Süleyman’ı gözaltına aldım. Her hareketini izliyorum. Özellikle postayı çok iyi takip ediyor. Kendisine gelen mektubu odacılara dahi güvenmeyerek gidip kendisi alıyor. Bir sevgilisi var, ondan mektup alır gibi bir hali var mı diye baktım. Eser yok. Alıyor cebine koyuyor, herkes işiyle meşgulken o masa altından gizli gizli okuyor. Sevinir bir hali olmadığı gibi bozulan bir suratla okuyor.
Üç dört gün işe gelmedi. Meğer rapor almış. Geçmiş olsuna gittim. Bir baktım. Parmağında alyans var. “Ağabey bu alyans ne sen bekar değimlisin” dedim. “Artık değilim” dedi. “İyi hayırlı olsun” dedim. Demek, raporun nedeni buymuş. Sonra anımsadım. Nikah günü Ömer Faruk, özel bir kıyafetle nikaha gitmişti. Sonra düşündüğüm doğru çıktı. Ömer Faruk da nikah şahidi olmuş…
Süleyman’la kimi zaman sokakta karşılaşıyorduk. Bir eski semtte oturuyordu. Ankara’nın örnek mahallesi olarak bilinen bir bankanın yaptığı küçük daireli büyük bir siteden oluşan bir semtti. Daha sonra Süleyman’ı bu güzergahta uzun süre görmedim. ‘Evlenince taşındı’ diye düşündüm. Öyle idi. Bu kez Ankara’nın elit kesimin oturduğu, özellikle bürokrat kesimin oturduğu bir semtte oturuyordu. Hiç şaşırmadım. Artık evli bir adamdı. Üstelik eşi de çalışıyordu. Benden çok dairede kadın çalışanlar eşini merak ediyor. Kendisinin yakışıklı olduğunu ve kendisine yakışan çok güzel bir kadınla evlendiği tahmininde bulunuyorlardı…
Ben bir gün bu merakımı giderdim. Bir gün otobüse bindiğimde onu ve yanında annesi gibi duran başı kapalı bir kadınla yan yana oturur gördüm. Merhaba dedim. Beni gördüğüne hiç memnun olmamış gibi bir hali vardı. Yanındaki kadını da “merhaba teyze” derken, bir yandan da “teyze galiba valide” dedim. Süleyman kıpkırmızı, kadın ise yüzünü camdan tarafa dönerek suratını astı ve dışarıyı seyre daldı. Hemen bir pot kırdığımı anladım. İzin isteyerek, kalabalık yolculara yer acar gibi uzaklaştım. O günden sonra Süleyman’ın bir aşk değil de, mantık evliliği yaptığını düşündüm. Olayı da kimseye söylemedim.
Süleyman beni gördüğünde hep o olayı hatırladığını ve bozulduğunu bütün davranışları ile gösteriyordu. Sonra öğrendim ki, Süleyman bu kendisinden yaşça büyük ve çirkin ve de çok zıt bir yaşam tarzına sahip kadınla evlenmişti. Yine işyerinde titizlikle postayı takip ediyor. Gelen zarfı hemen cebine koyup, uygun bir zamanda okuyordu. Suratı kaskatı kesiliyordu. Durum boyla olunca bende korkunç bir merak uyandırmıştı. ‘Acaba, bu bir borç senet mi?’ diye düşünmeye başladım…
Günlerden bir gün Şef beni çağırdı. Süleyman’ın bu gün izinli olduğunu onun yerine de bakmamı istedi. Bir evrakı akıbetini araştırıyordum. Süleyman’ın tuttuğu evrak kayıt defterini elime aldım. Evrak arıyorum. Evrak kaydediyorum. Defteri karıştırırken. Boş sayfalarda dörde katlanmış bir kağıt buldum. Evrak sandım. Baktım. Kayıt bile edilmemiş, acaba ne diye açıp okudum. Bu Süleyman’ın sık sık aldığı tehdit mektuplardan biri idi. Mektup da özet olarak şöyle geçiyordu. “Ulan şerefsiz beni mahvettin, kürkçü dükkânına döndün. Şimdi kimi yakacaksın…” gibisinden bir şeyler yazılı idi. Hemen tekrar yerine koydum. Mektup sahibinin ismi bana hiç yapancı gelmedi. Bu ismi bir yerden hatırlıyordum. Ama nereden…
Süleyman bana bu mektup konusunda bir açıklama yapacak mı acaba diye bekledim. Ama Süleyman’a hiç böyle bir durumdan haberi yokmuş gibi davrandı. Daha sonra bu isim aklıma geldi. Personel dairesinde bulunan bir arkadaşa rastladım ve sordum. Sorduğum kişi daha önce bizim kurumda çalışan biri imiş. Babası ölmüş, büyük bir mirasa konmuş ve basmış istifayı. Büyük bir işten bahsetmiş ve yıllarca kendisinden haber alınmıyormuş…
Bir tatil gününde Sakarya Caddesinden geçerken biri arkamdan bağırdı. Bakım, Ömer Faruk’tu. “Gel bir şey ısmarlayayım” dedi. Bir masada tek başına demleniyordu. Masa birkaç meze ve rakı vardı. Bana da bir kadeh rakı söyledi. “Ağabey at yarışlarına bir şeyler yakaladın galiba” dedim. Her zaman dediği gibi “burun farkıyla kaçırdım” dedi. Hep burun farkıyla kaçırıyordu. Biraz çakırkeyif olmaktan çıkmıştı. Nerede aklıma geldi bilmem. “Ağabey” dedim. Vazgeçtim. Ama benim bir şey söyleyeceğimi anlamıştı ve ısrar etti. “Ağabey” dedim. “Bu Süleyman’ın bir derdi var. Onun yerine oturduğumda evrak defterinin içinde bir tehdit mektubu buldum.” Dedim. “Oğlum bu Süleyman, Süleyman Demirel gibi bir adam.” Dedi. Gülmekten kendimizi alamadık. Meraklı gözler üzerimize çevrildiğini hissettim.
Ömer Faruk başladı anlatmaya. “Laf aramızda bu Süleyman” diyerek lafa başladı. 12 Eylül’de birçok solcu arkadaş işyerini terk etmiş. Birçoğu müstafi sayılmış. Bu arada İdari İşlerde çalışan Semih’e babasından büyük bir miras kalmış. Süleyman hemen kokuyu almış bir tilki gibi araya girmiş. O da ayrılmış. Birlikte Semih’in memleketi olan Balıkesir’de mandıracılık işine başlamışlar. Başlangıçta işler çok işi gitmiş işi büyütmüşler. Sonraları işi batırmışlar. Özellikle Süleyman’ın bu batma işinde etkisi olmuş… Semih onu yakalasa çiği çiği yiyecek diyerek, bir sır veriyormuş gibi son cümleyi fısıldadı. Sonra evli olduğu kadının, evde kalmış ama zengin bir aile kızı olduğunu ve Süleyman’ın yine büyük bir av yakaladığını neşeli bir şekilde anlattı…
Süleyman’la her karşılaştığımızda benim davranışlarımı okumaya çalıştığını anladım. Hiç oralı olmadım ve hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandım. Aradan geçen zamanda ben başka bir yer tayin oldum. Süleyman bundan çok memnun olmuştur. Karşılaştığım bir arkadaşla bir kafe de sohbet ederken laf lafı açtı. Söz, Ömer Faruk’a ve Süleyman’a geldi. Ömer Faruk emekli olmuş, aldığı emekli ikramiyesini Süleyman’a kaptırmış ve zavallı kendini iyice içkiye vermiş…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.