- 2364 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇEVRE BİLİNCİ
Son yıllarda beton yığınlarına tutsak edilen kentler, buralarda yaşayan insanları bunaltır hale gelmiştir. Bu nedenle bu kentlerde yaşayanlar bulduğu her fırsatı değerlendirip, doğaya açılma gereği duymaktadırlar. Önceleri bu insanların; evlerinin küçük de olsa bir bahçesi vardı. Oradaki toprağı işler, maydanoz, yeşil soğan, nane, bir iki kök domates ve yeşilbiber dikerek oyalanırlardı. Hem de ayakları toprağa basmış olurdu. Bu bahçede renk renk çiçekler de olurdu. Bazı geniş avlulu evler, bir iki de meyve ağacı dikerdi. Meyvesinden komşularıyla birlikte yararlanırlardı. Mutluydu insanlar. Mutluydular çünkü küçük de olsa bağı ve bahçeleri de vardı. Buradan da kışlık ürün ve çerezlerini karşılama uğraşları onları yaşama sevinci içinde diri tutmaya yetiyordu. Bu arada fakirliklerin olduğunu da anımsatalım. Ancak kendi yağında kavrulmayı beceren insanlar çoktu. Bu nedenle yokluk içinde olanlar azdı. Ne var ki, bu yokluk çekenler, konu-komşu tarafından gözetilir, yokluklarının; onları bitirmesine izin verilmezdi. Böyle bir insancıl dayanışma içindeydiler.
Kim bağından bahçesinden ürün elde etmişse, ürün az bile olsa komşusuna da o üründen verirdi. Gönüller zengindi. Gözler doyuyordu. Aç gözlülük yoktu diyebiliriz.
Yıllar sonra azar azar evlerin bahçeleri azaldı. Evler beton yapılara, çok katlı yapılara dönüşmeye başladı. Derken Arnavut kaldırımı sokaklar, betona, asfalta bürünerek ya da kilit taş döşenerek özgün hallerinden uzaklaştırıldı. Bunlar olurken bilinçsizlik ya da değer bilmezlik içinde olan bazı yöneticiler tarafından korunması gereken kültürel varlıklar da göz ardı edildi. “Tarihi değeri yok” denerek yıkılmalarına neden oldular. Ya da restore ediyoruz diyerek özgün yapısından uzaklaştırıldılar. Oysa ” restoresyonun amacının eski eserlerin tarihsel kimliklerini ve belgesel özelliklerini koruyarak onarmak” olmasına karşın, Türküye’deki eski eserleri koruma yasalarına rağmen, bir çok tarih değerimizin “gerçek anlamda koruma bilincine sahip olmayan kişi ve kurumlar” tarafından yok (1) edilmişlerdir. Kent dokusunu sağlayan, tarihi değeri olmasa bile kültürel ve sosyal yönden geçmişi belgeleyen bu yapılar, her kasaba ve kent de vardı. Büyük bir değerbilmezlik içinde bunlar yok edildi. Kent kimliği yitirildi. Şimdi kentler ve kasabalar bu nedenle beton yığınları görünümleri ile birbirine benzemektedirler. Çıkmalı evlerimiz, avlularımız, kesme taştan(nahit) kemerli giriş kapılarımız, enikli kapılar bir bir yitirildi. Sokakların o sıcak görünümlerinin yerini, soğuk görünümlü, ruhsuz sokaklar aldı. Geçmişimizi yansıtan yapılarımızın,” uygarca kullanımı, onun sürekli bakımını sağlayarak aslını”(2) yaşatamadık.
Günümüzde az da olsa kalabilen bu tür yapıların ya da “eski eserlerin” onarıldığını, onarmak isteyen kurum ve kuruluşların çoğaldığı görülmektedir. Bu duyarlı davranış ve yaklaşımlar bizleri sevindirmektedir. Ancak tüm bunlar, yapının mimari özelliklerini yansıtan “röleve” ve özgün yapı özellikleri saptanarak, bilimsel girişimlerle olmalıdır. Yoksa “sözde restorasyon” olarak, cilalanmış bir yapı ortaya çıkar.
Ayrıca bağ ve bahçe alanları yeni imar planlamalarına ve ranta yenik düşmeye başladı. Kentin nefes alacak, yağmuru kucaklayacak, hızını kesecek yeşil alanları betona dönüştürüldü. Yağmur sularını toplayan, küçük dereciklerin, yeni yapılarla birlikte, asfalt ya da beton sokak ve caddelere dönüşmesi, sel baskınlarına da neden olmaya başladı.
Yeşili korumak zorunda olduğumuz, ancak yağan yağmurun arkasından usumuza düşüyor. Oysa yeşili korumak, salt sel için değil, insanların nefes alması için, çocuklarımızın oyun alanları için yeşili ve de yeşil alanları korumak zorundayız.
Tümden çevre bilincine sahip olursak ancak koruyabiliriz.
Talandan, yıkımdan koruyabilirsek…
Mehmet Erbil
www.mehmet-erbil.tr.gg
(1) S.Sarp Tunçoku, Yrd.Doç.Dr., Mimar - Restorasyon Uzmanı,Sivas - Cumhuriyet Üniversitesi,”
(2) A.g.y
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.