- 610 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ANESİNE YARDIM EDEN...
Emekli oldum. Artık çalışmıyorum, haliyle sabahları erken kalkıp kahvaltıyı hazırlama işi bende. Bizimkiler uyanmadan sofrayı hazırlamalıyım, acele.
Hayatım boyunca hep hızlı hareket etmeye çalıştım, her hızlı hareket ettiğimde ise bir şeyleri kırdım, döktüm, hiç akıllanmayacağım sanırım. Azıcık ağırdan almayı bilseydim ne olurdu sanki?
Tabakları dolaplardan çıkarırken mutfak sanki panayır yeri, bir gürültü yapıyorum. Özünde sessiz biriyim amma acelem varsa ve tribünleri dolu gördüm mü ver senfoniyi ver Beethoven’ı verr!
İş yapıyoruz ya herkes görecek illa! Hayat müşterek düsturumu yaşayayım derken daha çok ses çıkarıyorum. Halt ediyorum. Yumurtayı tavaya kırmadan ulaştırabilsem bari.
Tabakları düzgünce yerleştirdim, çatal ve bıçak olması gerektiği yerde, masada siyah zeytin, yeşil kırma zeytin, lutenitsa, domates, salatalık, ezine keçi peyniri, tulum peyniri, çeçil peyniri, reçel çeşitleri, Burhaniye’nin köylerinden gelme hakiki çam balı, tahin, tereyağı, kuru kayısı, birkaç parça ceviz.
Çaydanlıkta çay demini almakta, çember benim için daralmakta. Uyuyanları uyandıracak Afyon sucuğu tavada cızlayıp rengini almaya başlamakta.
Ekmek kızartma makinasını dolaptan dikkat etmeden çıkarıyorum, hayret hiç gürültü yapmadım, metal aparatını yere düşürmedim, acele etmedim, her şey olması gerektiği gibi oldu, hay Allah, sürati düşürüp akışına mı bıraksam? Ameliyathanede beyin ameliyatı yapmayacağız, altı üstü bir kahvaltı yahu! Yavaş isem de düzgün iş yapıyorum.
Düzgün isem de hızlıyım mı? Ne?
"Yavaş düzgündür, düzgün ise hızlı."
Ekmekleri içine yerleştirdim tuşuna basmadım, mutfağa gelsinler hemen ateşleyeceğim. Sucukları servis edip, mutfağa doğru gelen ayak seslerine müteakip sabah dokuz sularında kayıp vermeden, sandalyeme başarıyla oturdum.
İşte başarıyla sonlanan bir eylem daha. Oysa biz, eylemin kendisini sevmiştik, sırf eylem olsun diye. Türkçe’de bir kural vardır, bir sözcüğün sonuna –mek, -mak eki getirildiğinde, sözcük anlamlı söylenmiyorsa ve bir anlam ifade etmiyorsa o sözcük eylem değildir, yaptığınızın her iş için kullandığınız sözcüğe –mek, -mak ekini deneyin.
Keyifle başlayan kahvaltı, benim, açlıktan, bencillikten, hasetlikten, hep ben demekten, gözümün dönmesiyle aile içi drama dönüşmekteydi, saniyede 4 çatal hamlesi desem size.
Güm güm atıyorum lokmaları, yavaş ye diye uyarılara aldırmıyorum, hayatın tadını almayı bekleyemeyecek kadar açım çünkü. Anlayamazsınız.
Tık diye atan ekmekleri makinadan çıkarıp servis ediyorum. En yanık ekmeği kendime ayırıyorum.
Evdekiler bu öyküyü bildiğinden, sürekli dinlemekten gına geldiğinden, onlara değil sizlere anlatayım.
Biz, bir ordu kuzen, anneannemizin bahçeli evinde büyüdük, anne ve babalar çalıştığından gündüzleri anneannede kalırdık. Hayat bizim için harikaydı.
Bahçeli bir ev, yollarından araç geçmeyen sakin sokaklar, bozkırın kentlerinden bir kentin iç mahallesindeydik. Her evde bir alay çocuk, ister toplaşıp maç yap, ister bülbül fakı kurup bülbül yakalamaya çalış, uçurtma uçur, karınca ya da köpek güreştir, kertenkele tut, başka mahallenin çocuklarıyla kavga et, yetmezse mahalleye dönüp kendi aranda kavga et, birbirinin üstüne kedi at, yakalamaç oyna, velhasıl kelam canımız ne isterse yapıyorduk. Ortamımız süper.
Annemin bir ablası vardı, adı Sıdıka. Ben ona Sadıkala (Sıdıka hala) derdim. Bize nasıl taşındı, daha önce ne yaşadı, ne kahırlar yaşadı, öyküsü neydi bilemiyorum, sonradan araştırmadım da. Şimdiki aklım olsa konuştururdum onu ve diğer büyükleri, en azından konuşturmayı denerdim.
Briket, tuğla karışımı bahçeli evlerde oturan insanlarım, kendilerini değerli görmediklerinden mi konuşmadılar, geçmişteki delilik ve kötülükleri bire bin katarak anlatıp intikam peşine düşecek birer katliam makinası olmamızı mı istemediler, bilemiyorum. Tabii bu ülkede her anne veya teyze/hala aynı zihinde değil, onların torunlarını büyütürken anlattıkları öyküler, vahşet, bugüne öyle ya da böyle etki etti, ediyor. Beni ilgilendirmiyor, benim büyüklerimin öykülerinde de acı var ve bundan ihtiyaç olmadıkça, darda kalmadıkça çok nemalanmayı düşünmüyorum.
Sadıkâlam, bir ara bizle beraber kalmaya başladı. Her çocuk gibi önce daha önce görmediğimiz, tanımadığımız yabancı halayı yadırgadık, ona türlü fenalıklar yaptık, annemizin uyarılarına, terliklerine rağmen fırsat bulunca kadını üzdük, haylazlık yaramazlık gırla.
Bir süre sonra sırf eğlence olsun diye yaptığım hareketlerden, fenalıklardan, rahatsızlık duymaya başladım, onu kızdırmayı azalttım, zamanla bıraktım. Benden daha ufak olanları ekstra gaza getirmedim, bir nebze tutmaya çalıştım.
Sadıkâlam’a yaptığım fenalıklardan kendime kızmaya başladım, o gün bugündür kendime hep kızgınım. Yaptığım aptallıklardan utanç duyarım. Pişmanlık duyarım diyeceğim fakat ben pişmanlığı pek bilmiyorum. Utanç sözcüğü benim durumumu daha doğru açıklar.
Kimi geceler Sadıkâlam ve annem aklıma gelir, uyuyamam, yataktan fırlarım, boğazımdan kafama doğru bir yangın yükselir. Keşke az üzseydim ufak tefecik çekik gözlü, güleç yüzlü yaşlı halamı ve annemi diye üzülürüm. Aklım başıma geldiğinden beri acısı beni yakar. Bunları yazarken bile içim yanıyor. Aslında severdim, aileye sonradan gelen Sadıkâlam’ıda.
Ne bileyim, kendinizden büyük birini kızdırmak, sırf laf olsun diye damarına basmak, eğlenceli geliyordu, onun size büyük ve yaşlı olduğu için bir şey yapmayacağını bilmek, annem gibi gereken yanıtı vermeyeceğini bilmek çocukken temel itkiydi sanırım.
Sadıkâlam; ev işlerinde annemizin yükünü hafifletmek için sanırım "annesine yardım eden, Allah’ına yardım eder." derdi... Annem de bizi çalıştırmak kendi işlerini kolaylaştırmak için sık sık bu tümceyi yinelerdi... Babam ile annem arasında tanık olduğum ilk kavga bu tümcedendi.
Babama "annesine tardım eden, allahına da mı yardım eder?" diye sorduğumda babam, annemi "allaha şirk koşuyorsun, allahın kimsenin yardımına ihtiyacı yok" diyerek epeyce ’pay’lamıştı.
Mevsim kış. Salondaki soba papa papa papa diye yanıyordu. Üzerinde güğüm, çaydanlık kaynarken hepimiz yerde sininin etrafında toplanmış kahvaltı ediyorduk, çatallar çarpışıyordu, kalabalıktık ve acelemiz vardı daha bahçede sokakta oyun oynayacaktık.
Ekmekleri sobanın üstünde dizili, içerisi mis gibi ekmek kokuyordu. Ekmeklere yağı anneannem ya da ben sürerdim. Ufak olanları bıçakla çok oynatmazdık, Sadıkâla’nın gözleri artık eskisi gibi keskin değildi, onunkini de hazırlardık. Sobanın üstünden ekmeği zamanında almazsanız, kömüre döner.
Sadıkâla, yanık ekmek yiyen cennete gidermiş dedi bir gün. Ekmekleri aman ha ziyan etmeyin derdi. Biz ufaklar ne dediğini anlamaz, bazen yanık demeden ekmeği yer bazen yemez sininin altına ayırırdık. Biz bilmezdik yokluğu, yoksulluk vardı ama yokluk çok yoktu. Yokluğu onlar tatmış, bir dilim ekmeğin değerini o nesiller görmüş. Biz büyüyünce okudukça fark ettik.
Sadıkâlam sofrayı kurarken olduğu gibi toplarken de ve evin temizliğinde de anneme yardım etmemizi teşvik etmek için o tümceyi yinelerdi "annesine yardım eden, allahına yardım eder." Ben ise hemen BABAMDAN ÖĞRENDİĞİM o sihirli sözü söylerdim.
"Allah’a şirk koşmayın! O’nun benim yardımıma hiç ihtiyacı yok!"
Her yanık ekmek yediğimde, gözleriyle bizi bağışladığını gösteren Sadıka halam gelir aklıma.
Bunu bizim iş yerinde kantini işleten benden yaşça hayli büyük bir ağabeyime anlattım, anlatayım yüküm hafiflesin, anlatayım ki içimin yangını dinilensin, anlatayım ki biraz ben de huzur bulayım. Anlattıklarım kantinci ağabeyin de içine işlemiş. Sabahları gevrek alacağım zaman bana ve kendine “cennet bileti” olarak en yanık gevreği ayırır.
Bana çocukken yapılan fenalıklar günah yazmaz dedi, ama içim hala bu konuda dolu.
Günüm dolup öbür tarafa geçtiğimde, kalabalıkta bulabilirsem hem annem hem de Sadıkâlam’dan özür dileyeceğim. Umarım bana tekrar sarılıp özrümü kabul edip, “aptallıklarımı” yine affederler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.