- 620 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Milenyumun İlk Çeyreğinde Dünyanın Hâl-i Pürmelâli
Karıncaların devasa filleri omuzlarında taşımaya mecbur ve mahkûm olduğu bir acayip dünyada yaşıyoruz. Kanaryalar bin bir başlı kartalları taşımaya zorlanıyor. Güçlülerin güçsüzleri acımasızca ezdiği ve hor gördüğü bu dünyada gerçek huzuru yakalamak hayaldir.
Maddenin mânâya hükmettiği bu çağda akılları gözlerinde olanlar, her şeyi kirletiyor. Sevgi ve muhabbetin kırıntılarını bile gönüllerinden silip süpürenler dünyayı tıpkı kalpleri gibi taşlaştırmanın peşindeler. Onlar ki hikmeti hayatlarından kapı dışarı etmişlerdir.
Zamanımızda insanlar birleştirilecek yerde ayrıştırılıyor; kıymetlendirilecek yerde aşağılanıyor, eldekiler paylaştırılacak yerde tekelleştiriliyor. Helâl haram demeden her bulduğunu yiyenler, başkalarını aç bırakıyor. Bu çağın haramzadeleri kendileri üşümesin diye dünyayı yakmaktan çekinmiyorlar. Bu çağın kapitalist efendileri kendileri dışındakilere köle muamelesi yapmaktadır. Onlar ki bütün ahlâkî kriterleri yerle bir etmişlerdir.
Yerli değerlerin derdest edildiği ve yozlaştırıldığı, Batılı değerlerin el üstünde tutulduğu bu çarpık yüzyılda aklın bütün devreleri yanmış, akıl adeta devre dışı bırakılmıştır. Modern putçuluk köşe başlarını tutmuştur. Ar damarı çoktan çatlamıştır. İffetsizlerin itibar gördüğü, namusluların horlandığı bu çarpık zamanda düşman da dost da belli değildir. Usta şair Abdurrahim Karakoç bu çağın çirkin fotoğrafını önümüze koyarak şöyle diyor: "Önümüz çileydi, arkamız cefa/Bir gün semtimize basmadı sefa/Mürşidin, müridin günde beş defa/Günaha girdiği çağda yaşadık.//Kimi hak adalet gördü düşünde/Kimi devlet kuşu buldu başında/Vatanseverlerin vatan dışında/Hasretlik sürdüğü çağda yaşadık./Göz yumup izine düştük Batı’nın/Tuttuk kuyruğundan haçlı atının/Pamuk yumağının, tüyün, tütünün/Nice baş yardığı çağda yaşadık.//Görün hâlimizi biz insanların/Tutsağı olmuşuz suizanların/Her zaman her yerde Müslümanların/Müslüman kırdığı çağda yaşadık."
Günümüzde insanların ayağını kaydırmak, rahatlarını bozmak, fitne fesat sıradan işlere dönüşmüştür. Bütün dünyada ciddi bir ahlâk depremi yaşanıyor. Etik kurallar hayatın dışına itilmiş. Kimse kural kaide tanımıyor. Herkes kendi kuralını koyuyor. Empati kültürü işletilmiyor. Bu çağda yanlış doğruya, çirkin güzele, kötü iyiye dadanmış. Bu ve bunun gibi aykırılıklarla cennet misali dünyamızı ne yazık ki kendi ellerimizle cehenneme döndürüyoruz.
Zamanımızda hayatımıza yön veren sevgi, saygı ve adalet gibi birçok kavramın içi boşaltılmıştır. Kimse kimseyi uyarma lüzumu duymuyor. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlayışı revaçta. Günün 24 saatinde adeta bir polis gibi yanı başımızda duran; hâl, hareket ve tavırlarımızda bizi denetleyen vicdan mekanizmaları hakkıyla işletilmiyor. İnsanlar "bizden olanlar", "bizden olmayanlar", "bizim gibi düşünenler", bizim gibi düşünmeyenler" diye kategorize edilmiş. Kadın erkek ilişkilerinde bütün sınırlar ortadan kaldırılmış.
Adalet Mülkün Temelidir
Her şeyi layık olduğu yere koymak anlamına gelen adalet İslâm’ın en çok önemsediği kavramların başında gelir. Adalet huzurun, güzellik ve erdemin membaıdır. Adil insan hükmünü verirken eşine, dostuna ve akrabasına karşı duygusal davranamaz. Merhamet duyguları kişiyi adaletsizliğe götürmemelidir. Kayırmacılık adaletin önündeki en büyük engeldir. Adalet hiçbirimizin tekelinde değildir. Adalet dağıtanların bunları göz önünde bulundurması ve vicdanî kanaatlerini bunlara göre irat eylemeleri gerekir.
Adalet savaşta da barışta da gerekli bir kavramdır. Geçiş dönemi eserlerinden Kutadgu Bilig’de adalet kavramı üzerinde durularak şöyle denir: “Sen adaletle (doğrulukla) Tanrı’nın sevgisini kazanırsın; halka kızıp onlara karşı adaletten (doğruluktan) ayrılma.” (beyit: 5598)
Hayatın olmazsa olmazlarının başında gelir adalet. İnsanlar aç yaşamaya tahammül etse de adaletten yoksun bir ülkede yaşamaya tahammül edemez. Çünkü adaletin olmayışı kişinin ruhunu acıtır; hayatın dengelerini alt üst eder; kötüleri cesaretlendirir.
Adalet hayatın sigortasıdır. Dünya adaletin omuzlarında yükselir. Hayat bedense adalet o bedene can veren ruhtur. Nasıl ki ruhsuz beden ceset hükmündeyse adaletsiz bir hayat da kokuşmaya namzet ceset hükmündedir. Mevlâna’nın, “Adalet nedir? Ağaçları sulamak... Zulüm nedir? Dikene su vermek.. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, su emen her kökü sulamak değil... Zulüm ise bir şeyi konmaması gereken yere koymaktır” sözleri adaletin hakikatte ne ifade ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Bunun yanında hulefa-i raşidin’in ikincisi Hz. Ömer’in " Adalet mülkün temelidir" vecizesi aslında her şeyi özetlemektedir.
Adaletle ilgili ibretamiz anekdotlardan birisi de Kanunî Sultan Süleyman’la ilgilidir. Kanunî Sultan Süleyman’ın dönemin şeyhulislamı Ebu Suud Efendi’ye sorduğu “Meyve dalına konsa bir karınca/Vebali olur mu karıncayı kırınca?” sorusuna, “Yarın Hak divanını kurunca/Kanunîden hakkın alır karınca” şeklinde cevap vermesi ne kadar da manidardır. Bu çarpıcı cevap adalet ve doğruluğun makam ve mevkiyle daha da önem kazandığını gösterir.
Mazlumların çığlıkları dünyanın temellerini yerinden oynatabilecek kadar güçlüdür. Onun içindir ki adaletin gücü yerine, güçlünün adaleti ikame edilirse kıyamet yakın demektir. Çünkü böyle bir ortamda hayat çekilmez bir hâl alır. Diriler ölülere gıptayla bakar.
İnsanlar adalet mefhumunu hayatlarının her tarafına yaymalıdır. Önce adaleti evde sağlamak lâzım. Bu, çocuklara karşı tutumlarımızda kendini göstermelidir. Bu çerçevede kişi bütün çocuklarına ve eşine eşit ve adil davranmalıdır. Adaleti kılavuz edinmelidir.
Adaletin olmadığı yerde zulüm vardır. "Dünya dört şeyin üzerinde durur: Bilgelerin ilmi, yücelerin adaleti, haklıların duası ve yiğitlerin cesareti" diyen Frank Herbert ne kadar da haklı. Bugün bu dört ayaklı sehpanın adalet ayağı topalladığı için bir hayli sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu ayak yere sağlam basmadıkça insanlık aradığı huzuru bulamayacaktır.
Zorbalık adaletin ödünde taştan bir duvar gibidir. Bu çirkin ve kaba duvar ortadan kaldırılmadıkça insanlığın özlemle beklediği saadet güneşi doğmayacaktır. İnsanlık göğündeki kara bulutları dağıtan adalet rüzgârıdır. Bu rüzgarın önünde hiçbir engel duramaz.
Zamanımızda güçlüler güçsüzleri tahakkümleri altına alarak adaleti ıskalıyor. "Büyük balık küçük balığı yutar" anlayışı hayatımızın her yanına sirayet etmiş ne yazık ki. Bu durum kula kulluğu da beraberinde getirir. Kula kulluğun olduğu yerde şahsiyet firar eder.
Ülkeler adaletle büyür, serpilir, bir çınar misali dal budak verir. Onun yokluğunda gönül bahçelerini ayrık otları istila eder. Ülkelerini adaletle ve hakkaniyetle yönetenler daima saygı ve itibar görür. Tarihte bunun nice örneklerine şahit olmuşuz. Bunun en bariz örneği Osmanlı Devleti’dir. Osmanlı’nın üç kıtaya adaletle hükmetmesi onu bir dünya devleti yapmıştır. Adaletten ayrılan nice devlet(çik) tarihin çöp sepetinde yerini almıştır.
Adalet bir sistem meselesidir. Ülkemizde yargı organlarının iş yükünün fazla olması adaletin işleyişini sekteye uğratmaktadır. Yargılamaların makul sürelerde bitirilmemesi adaletin gecikmesine yol açmaktadır. Malumdur ki geciken adalet adalet değildir.
Adalette zamanlama elzemdir. Çünkü adaletin askıda olması muhataplarını fazlasıyla rencide eder. Adalet yerinde ve zamanında dağıtılırsa muhataplarını mutlu eder. Onun eksikliği yüreklerde derin boşluklar bırakır. Türkiye’de ve dünyada her geçen gün insanlar adalete olan güvenlerini kaybediyor. Çünkü adaletin gücü yerine, güçlülerin adaleti(!) ikame edilmeye çalışılıyor. Bu da psikolojik olarak ciddi travmalara neden oluyor.
Adalet lafta kaldıkça insanlar beklediği huzura ve güvene kavuşamayacaktır. Halife Hz. Ömer’in "Adalet mülkün temelidir" sözü mahkeme duvarlarında hâlâ yazılı olsa da vicdanlardan çoktan silinmiş. Onu yüreklere yazdığımız gün bahara ermiş olacağız.
Adalette zamanlama çok önemlidir. Adalet hiç geciktirilmeden sahibine iade edilmelidir. Zira adaletin gecikmesi yeni adaletsizliklere kapı aralar. Bir ülkede adalet kuvvetli, kuvvetliler de adaletli olmazsa orada zulüm egemen olur.
Unutulmamalıdır ki adalet ancak hakikat toprağında filiz verir. Yalan ve dolan toprağında ayrık otları yetişir. Bizler “Yönettikleri insanlara, ailelerine ve sorumlu oldukları kişilere karşı adaletli davrananlar, Allah katında, Rahman’ın yanında nurdan minberler üzerinde ağırlanacaklardır.” diyen yüce bir peygamberin ümmetiyiz. O peygamber ki "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" diyerek bize örnek bir duruş göstermiştir.
İslâm tarihi adaletin baş tacı edildiği birbirinden ibretli nice örnek hadiselerle doludur. Hz. Ali’nin "Haksızlık önünde eğilmeyiniz. O zaman hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz" uyarısı bize hayatımızın yol haritası konusunda fikir vermektedir.
Yüce Rabbimiz her cuma hutbeden okunan ve hafızalarımızda yer eden şu ayette adaletin önemine vurgu yapar: "Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz." (Nahl 90)
Adalet bir inşirah neşvesidir. Vaktiyle gördüğüm ve yaşadığım adaletsizlikler karşısında "Adalet Firarda" başlığı altında şu dörtlükleri kaleme almıştım: "Ne garip zamandır yaşadığımız/Adalet firarda, hukuk müebbet/Vicdan tek celsede boşadığımız/Adalet firarda, hukuk müebbet//Sermaye, fakiri sömürür durur/Haramla beslenen, semirir durur/Uyuz it kemiği, kemirir durur/Adalet firarda, hukuk müebbet//Bu çağ bozulmuştur, bağrı yaradır/Belki kanserlidir, belki saradır/Maskeye inanma, yüzler karadır/Adalet firarda, hukuk müebbet//Töreler bozuldu, ahlâk çürüdü/İnsanları para hırsı bürüdü/Sabır tökezledi, öfke yürüdü/Adalet firarda, hukuk müebbet//Bulandı duru su, bozuldu maya/Kâbuslara döndü, gördüğün rüya/Maskeleri düştü, döküldü boya/Adalet firarda, hukuk müebbet"
Dünyada bunca çirkeflik ve adaletsizlik yüreklerimizi sızlatırken ölümün, cehennemin ve ilâhî adaletin varlığıyla teselli buluyoruz. Mahkeme-i kübra mazlumların kurtuluş beratı olacaktır. Kimseye yaptığı kötülükler yanında kâr kalmıyor. Dünyalıklar için insanlığını kaybedenler ve insanlara zulmedenler ilâhî adalet karşısında dut yemiş bülbüle döneceklerdir. "Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir."(Zilzal 8-9) ayeti bizleri rahatlatıyor. Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ağzını açmış halde sabırla onları beklemektedir. Herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Hayat bir imtihandan ibarettir. Dünyalıklar için adaletten ayrılıp ahiretini satanlara yazıklar olsun. Onlar cehennemin yakıtları olmaya namzettir. Onların yaptıkları yanlarına kâr kalmayacaktır. Üç günlük dünya böyle bir neticeye değer mi? Bir düşünün!...
Dünyadaki bütün zorbalara ve zorbalıklara karşı bizi adalet kurtaracaktır. Ona sarıldıkça uçurumlardan uzaklaşacağız. Yine vaktiyle adalet üzerine kaleme aldığım dörtlükleri paylaşmak istiyorum: "Mizanı berk tutar, hakikat söyler/Vicdandan gönüle akar adalet…/Eşittir gariple ağalar, beyler…/Hak penceresinden bakar adalet…//Hukuksuzluk kıştır; boran, tipidir/Adalet kurtuluş, Hakk’ın ipidir /Karanlığa doğan ışık gibidir/Gönül göğümüzde çakar adalet…//Adalet ölmüşse kokmuştur zaman/Ümitvar gönülde tükenir güman? /Kaplar ruhumuzu zifiri duman/Sana pek yakışır vakar adalet…Seninle ruhuma inşirah iner/Mazlumların kızgın gözyaşı diner /Dünyaya Ömer’in kokusu siner/Yolsuzu yoluna sokar adalet…//Sözler anlatamaz gül cemalini/Değişmem bir şeye dost kemâlini/Vasfedemez kalem vakûr hâlini/Goncagül misali kokar adalet…"
Sömürü Emek Gaspının Tezahürüdür
Hayat emek-nimet dengesi üzerine cereyan eden bir süreçtir. Atalarımızın "Emek olmadan yemek olmaz" sözü bu dengenin tezahürüdür. İslâm inancında emek kutsaldır. Onun içindir ki Peygamber Efendimiz "İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz" demiştir.
Dünyadaki hakim güçler asırlardan beri sömürü çarkını alçakça döndürüyorlar. Güçlünün güçsüzü ezdiği bu düzende çark döndükçe mazlumlar değirmenin o devasa taşı altında un ufak oluyor. Bu durum bize Üstad Necip Fazıl’ın şu beyitlerini hatırlatıyor: "Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;/Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul//Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;/Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!"
Küresel sömürünün elebaşları servetlerine servet katarak daha da büyürken, çoğunluğu teşkil eden garibanların yaşam standartları dibe vurmaktadır. Zenginlerle fakirler arasındaki makas her geçen gün daha da açılmaktadır. Bu durum sosyal adalet dengesini bozmaktadır.
Kapitalist dünya açgözlülükte sınır tanımamaktadır. Dünyaya hükmeden zenginler, yoksulların elindekileri de hile ve düzenbazlıklarla almaktadır. Onlara açlığı ve ölümü reva görmektedirler. Bugün dünyada 80 tane büyük zengin ailenin varlığı üç buçuk milyar kişinin varlığına denk gelmektedir. Böyle bir düzende insanların huzur ve sükûndan bahsetmesi hayaldir. Yedi milyara dayanan dünya nüfusunun sadece yüzde 1’inin, yüzde 99 nüfusun servetine eşit bir servete sahip olması mevcut çarpıklığı göstermek için kâfidir.
Günümüzde vicdanını yitirmiş emperyalist küresel dünya düzeni zengini daha zengin yaparken, fakiri daha fakir hâle getirmektedir. Dünyada açlık ve yoksulluktan her yıl milyonlarca kişi hayatını kaybederken zenginler bu durumu olağan kabul etmektedir.
Bugünün kapitalist dünyası bir kurtlar sofrasına dönüşmüştür. Bu sofrada tavşanlara düşen şey kurtlara yem olmaktır. Bu sofradan onların kursaklarına bir lokma bile inme ihtimali yoktur. Böyle bir ortamda mutluluk ancak bir hayalden ibarettir. Bu hususta Charles Bukowski’nin şu suali ne kadar anlamlıdır: "Sabahın altı buçuğunda bir çalar saatin sesiyle uyanıp yataktan fırlayan, giyinip zorla bir şeyler atıştıran, diş fırçalayan, saçını tarayan, başka birine büyük paralar kazandırdığı bir yere ulaşmak için trafikle boğuşan ve tüm bunlara sahip olma fırsatı bulduğu için müteşekkir olması istenen biri hayattan nasıl keyif alabilir?"
Dünya, aslında içinde yaşayanlara yetecek bir potansiyele sahiptir. Tek sıkıntı zenginlerin paylaşmaya yanaşmaması ve açgözlülüğüdür. Bunun içindir ki bugün 300 milyonu çocuk olmak üzere, 800 milyon insan açlığın pençesinde hayata tutunma mücadelesi veriyor. Bu insanları açlığa sürükleyen şey obur bir kişinin bin kişinin payını almasıdır.
Kapitalizm insan emeğine düşmandır. Amerikalı İktisatçı Paul Samuelson’un "Bir ülkede fakirlerin, bebeklerin içeceği sütü, zenginlerin köpekleri içiyorsa o ülkede kapitalizm hakimdir." sözü vahşi kapitalizmin çirkin yüzünü bütün çıplaklığıyla teşhir etmektedir.
Savaş Öldürür, Barış Yaşatır
Yaşlı dünyamız, insanın var oluşundan bugüne kadar bir türlü özlediği barışı ve huzuru sağlayamadı. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’in çocuklarından biri olan ve kardeşi Habil’i öldüren Kabil’den beri şiddet, nefret ve öfke bir türlü durmuyor.
Nice asırlardan beri devam eden savaşlar hayatı yaşanmaz bir hâle getiriyor. Tarih boyunca savaşsız geçen bir yıl görülmemiştir. Öyle görülüyor ki bu kötü gelenek kıyamete kadar devam edecektir. Peki insanların diyalog yerine savaşı seçmesi nedendir?
Bugün dünyada dehşetli bir silahlanma yarışı hüküm sürmektedir. Ne acıdır ki halkı sefalet içinde olan geri kalmış ülkeler bile bu çirkin yarışa iştirak etmektedir. Ermeni besteci Aram Tigran’ın şu sözünü çok severim. Tigran şöyle diyor: “Dünyaya bir daha gelsem; ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapacağım.’”
Savaşlar güç gösterisinin, şahsî egoların, paylaşma duygusundan yoksunluğun ve açgözlülüğünün tezahürüdür. Tarih boyunca hiçbir savaş barışa kapı açmamıştır. Bertrand Russell’in "Savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir. " sözü savaşların savaşanları getirdiği noktayı göstermesi açısından kıymetlidir. Bu noktada Gaius Cornelius Tacitus’un "Kötü bir barış, savaştan daha iyidir." sözü de zikredilmeye değerdir.
Ahir zaman insanları olarak çok zor zamanlardan geçiyoruz. Merhametin pabucu yoktan dama atılmış. Yaratılanların en şereflisi olan insan, vicdanını kaybedince tam bir vahşiye dönüşüyor; önüne geleni yakıp yıkıyor. Savaşlar yarınlara dair umutlarımızı kırıyor. Birileri nefret orucunu kanla açıyor. Misket oynaması gereken çocuklar misket bombaları altında son nefesini veriyor. Bunu gördükçe insanlığımızdan utanıyoruz.
Savaşlar aslında zorbalığın ete kemiğe bürünmüş şeklidir. Diyaloğun bittiği yerde başlar savaşlar. O noktaya gelene kadar yapılması gereken çok şey vardır aslında. Fakat nedense o aşamaları denemek yerine, hemen silahlara sarılır insanlar. Netice malum...
Dünyada hiçbir mesele savaşlarla halledilmiş değil. Aksine savaşlar sorunları iyice karmaşık hâle getirerek tabir caizse kangrene dönüştürür. Ölümü sıradanlaştırır savaşlar.
Dünyayı yaşanmaz hâle getiren savaşlar en çok da tertemiz çocukları etkiler. Çünkü onların saf yüreklerinde savaşların hiçbir mantıklı sebebi ve gerekçesi yoktur. Geçmişten bugüne dek savaşların en ağır yükünü onlar taşıyor cılız omuzlarında. Savaşlar yüzünden yetim, öksüz ve bîçare kalıyorlar. Arka dağları yerle bir oluyor (z)amansızca. Çocukluklarını yaşayamıyorlar. Çabuk büyümek mecburiyetinde kalıyorlar. Açlığa mahkûm oluyorlar. Korkuyu, ümitsizliği ve sefaleti beraberinde getiriyor şiddet ve nefretten beslenen savaşlar. Böyle bir atmosferde doğup büyüyen çocuklar gelecekte, ’Üzüm üzüme baka baka kararır’ misali böyle bir dünya inşa ediyorlar. Böylelikle barış umutları bir başka bahara kalıyor.
Savaşlar çocukların minik yüreklerinde tedavisi müşkül derin yaralar açıyor. Kötülük nedir bilmeyen bu masumlar kötülüklerin hedefi haline geliyorlar. Bu travmalar öyle kolay ortadan kalmıyor. Söz konusu durum kişinin hayata bakışını bile değiştiriyor.
Birilerinin iktidarı için çocukları ateş ve barut arasında yaşamaya mecbur etmek insanlıkla bağdaşır bir durum değildir. Çünkü bugüne kadar hiçbir savaşın müsebbibi çocuklar olmadı. İktidar hırsıyla çocukların kurulu düzenlerini bozmak, onları anne ve babalarından, hatta dünyadan ayırmak taşlaşmış kalplerin marifetidir(!)
Gülmeye en çok layık olan çocukların tebessümlerini dudaklarından devşirmek, onları keder denizlerinde kulaç atmaya zorlamak insanlığın tükendiğinin de bir işaretidir. O çocuklar ki gönül bahçelerimizin gonca gülüdürler. Bu gülleri soldurmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Bugün Suriye’de, Irak’ta ve Filistin’de ömürlerinin baharında oldukları halde karakışı yaşamaya mecbur edilen çocukların yürek paralayan, kulakları tırmalayan, tüyleri ürperten trajedilerine şahit oluyoruz. O masumların arşa yükselen feryat ve çığlıkları, taşı bile yumuşattığı halde dünyayı yaşanmaz hâle getirenlerin taşlaşmış vicdanlarını yumuşatamıyor ne yazık ki. Ne acıdır ki çocuklar büyüklerin neyin kavgasını yaptıklarını öğrenemeden, adres sormayan kahpe kurşunlara hedef olup bembeyaz kefenlere sarılıp ötelere uğurlanıyorlar.
Unutulmamalıdır ki zulüm asla payidar olmaz. Zira Ebrehelerin filleri varsa mazlumların da ebabilleri vardır. Dünyayı cehennem ateşine gark edenlerin üzerlerine ateş yağmurlarının yağması uzak değildir. Allah es-sabûr’dur. Allah’ın acelesi yoktur.
Geri Kalmışlığın Emaresi: Salgınlar
Tarihte salgın hastalıklar insanlığın peşini bir türlü bırakmamıştır. Bu yüzden geri kalmış ülkelerin birçoğunda toplu ölümler yaşanmış, bu da büyük acıları beraberinde getirmiştir. Bu hastalıklar ülkelerin düzenlerini alt üst etmiş, ekonomik ve siyasî krizleri de beraberinde getirmiştir. Hatta salgınlar yüzünden haritalar bile değişmiştir.
Tarihte insanlar cüzzam, veba, AIDS, kolera, menenjit ve grip gibi salgın hastalıklardan çok çekmişlerdir. Eskiden cüzzamlılar lanetlenmiş insanlar olarak görülmüş, toplumdan dışlanmıştır. Hatta uzak yerlere sürgün edilen cüzzamlılar tabir caizse kaderlerine terk edilmiştir. Bu durum hastaların ruh dünyasında ciddi travmalara sebep olmuştur.
Salgınlar daha çok geri kalmışlığın göstergesidir. Çünkü gelişmiş ülkelerde salgın hastalıklara karşı koruyucu önlemler alınmıştır. Bunların başında aşılar gelmektedir. Geri kalmış ülkelerin aşı üretme veya satın alma gücü olmadığı için kaderlerine mahkumdurlar.
Salgınların bir çoğunun sebebi çeşitli nedenlerle gerçekleşen göçlerdir. Vaktiyle Asya’dan Avrupa’ya yayılan veba salgınları yüzünden milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Ölüm vakalarının çokluğu yüzünden bu hastalığa "kara veba" adı verilmiştir.
Yaşlı dünyamızda her geçen gün yeni salgın hastalıklar çıkmaktadır. Bunlardan birisi de insanları kırıp geçiren AIDS’dir. Kırk milyon insanın ölümüne neden olan AIDS hastalığı, geçmişi çok eskilere dayanmasa da, insanlığı derinden etkilemiş, korku, endişe ve paniğe neden olmuştur. HIV adı verilen virüsün yol açtığı bu korkunç hastalık birçok insanı hayattan koparmıştır. Bağışıklık sistemine nüfuz eden HIV, vücudun enfeksiyonlara karşı direncini yok edip kişiyi hastalıklara karşı savunmasız bir hale getirerek ölümlere kapı aralamıştır. Cinsel yolla da bulaşabilen bu tehlikeli hastalık, insanların korkulu rüyası hâline gelmiştir.
Geçmişte yaşanan salgın hastalıklardan biri de İspanyol gribidir. Bu hastalık kısa zamanda yayılarak insanların hayatlarına kastetmiştir. Öyle ki Birinci Dünya Savaşı yıllarında etkili olan bu korkunç hastalık, bu dehşetli savaşı bitiren bir etken olmuştur.
Grip deyince 2009 senesinde yayılmaya başlayan domuz gribi de akıllara geliyor. H1N1 virüsünden kaynaklanan bu hastalık binlerce insanı hayattan koparmıştır.
Modern bir çağda yaşamamıza rağmen geri kalmış ülkelerde salgın hastalıklar hâlâ insan hayatını tehdit etmektedir. Tıptaki baş döndürücü gelişmelere rağmen fakir ülkeler bu yeniliklerden mahrum bir hayat yaşadıkları için salgın hastalıklarla boğuşmaktadırlar. Bu durum yaşam kalitesini ve iş verimini düşürmektedir. Onlara yardım etmek borcumuzdur.
İklim Krizi Yahut Toprağın Feryadı
Günümüzde insanlar dünyayı kendi çıkarları için hoyratça kullanmaktadır. Kısa zamanda, en az emekle daha çok kazanmak isteyen servet oburları dünyayı adeta bir çöplüğe çevirmektedir. Küresel dev şirketler korkunç rekabet yarışı içerisinde gözü dönmüş bir hâlde her şeyi yapabilmektedir. Küresel şirketler bu yolda her şeyi mubah görmektedir.
Günümüzde yaşlı ve yorgun dünyamızda ciddi bir iklim krizi yaşanmaktadır. Fakat dünyayı yöneten güçler bu gerçeği görmekten çok uzaktır. Onlar ölüm kalım mücadelesi veren tabiatın yürek yakan feryatlarına kulaklarını tıkamışlardır. Onların gözleri vardır ama bu acı tabloları görme yetisine sahip değillerdir. Onlar ceplerini doldurmanın derdindedir.
Bugüne kadar iklim kriziyle ilgili birçok rapor hazırlansa da bu raporlar doğrultusunda hareket eden ülkeler bir elin parmaklarını geçmez ne yazık ki. Türkiye olarak henüz bu olaydan direkt etkilenmediğimiz için yanı başımızdaki tehlikeyi çok uzaklarda görmekteyiz.
Netice Yerine Yahut İslâm’ın Esenliği
Dünya, hasretini duyduğu huzur ve sükûna ancak İslâm’la kavuşabilir. Zira İslâm barış ve esenlik dinidir. Ahlâkî krizlerden çıkış noktası son ilâhî mesaj olan Kur’an’dır. Su gibi akan insan kanını durdurmaya muktedir olan yine İslâm’dır. Çünkü İslâm sevgi ve hoşgörü dinidir.
İslâm’da kişinin milleti ve milliyeti mühim değildir. Çünkü hepimiz Hz. Âdem’in çocuklarıyız. Peygamber Efendimizin Veda Hutbesi’nde belirtildiği üzere "Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız Ondan en çok korkanınızdır."
Ne mutlu İslâm’ın esenlik ikliminde dünya hayatı karşılığında cenneti satın alanlara!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.