- 623 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Son Kangal
Off!.. Yine mangal kokusu geldi burnuma. Mübarek, ne de güzel kokuyor. Kimin kapısında yanıyor acaba? Kimin kapısında yanarsa yansın, etinden bir parça olmasa da kemikleri mutlaka benimdir. Zaten her zaman böyle olur; köyde kim mangal yaksa kemikler bana düşer. ’’Varsın kemikleri düşsün. Hele ben kokuya doğru gideyim de; belki insafa gelip bir parça et de verirler. İşte o zaman keyfim tam yerine gelir.’’ diye geçiriyordum içimden.
Oturduğum yerden kalkıp, pişmekte olan etin muhteşem kokusuna doğru ağır ağır ilerlemeye başladım. Halsizlikten ve açlıktan; bedenim başımı taşımıyor, ayaklarım yetmişlik rakı devirmiş sarhoş misali yalpalıyordu.
Bu halimi görenler arkamdan: “Şu moruğa bakın, gebermedi gitti!” gibi yaralayıcı laflarla, gururumu on paralık ediyorlardı. Elimden ne gelir ki; ah bu yaşlılık ah! Gençliğimde kim bana böyle hakaret dolu sözler sarf etmeye cesaret edebilirdi ki, ha? Söyleyecek adamda mangal gibi yürek olması gerekirdi ama neylersin ki; kurt kocamış, bir parça ekmeğe muhtaç olmuştu. Kemiklerim sızım sızım sızlıyor, yürüyecek halim bile yok. Yine de gitmeliyim, çünkü çok açım çok!
Köyün kenarındaki yamaçlardan birinde yayılmış Çolak Ali’ye ait arı kovanlarının yanından geçip, terk edilmiş uçuk dökük evlerin önünden süzülerek, mangalın yakıldığı tarafa doğru yürümeye devam ettim. Adım atarken o kadar canım yanıyordu ki, kokunun geldiği evin yanına varmam için geçen zaman; bana bir asır gibi gelmişti.
Gün, öğleni devirip akşama doğru yürüyorken bile, hava hala çok sıcaktı.
Bahçeyi çevreleyen tel örgünün dışındaki ağacın gölgesinde oturup, eve doğru baktım. Ayaklarım, off of... Hele başım; zonkluyordu adeta.
Ev Almancı Baki’nin eviydi. İlk kez gördüğüm bir kişi, balkona çıkan merdivenin kenarındaki mangalda etleri ve diğer öteberiyi pişirmekle meşguldü.
Ferden düşmüş gözlerimle ne kadar baktıysam da; adamı tanıyamadım. Adam başını çevirince, gözleri gayri ihtiyari bana ilişti.
O anda gösterdiği tepkiyi size anlatmam mümkün değil. Hızla oturduğu yerden kalktı, elindeki maşayı havaya kaldırıp; savunma durumuna geçti. Sanırım benden korkmuştu. Ben ise şaşırıp kalmış, bu duruma anlam verememiştim. Öyle ya; ihtiyar üstelik de aç bir kangaldan bu denli korkmanın manası neydi? Kısa bir süre sonra şaşkınlığını üzerinden atmış olacak ki; ürkek adımlarla bana yaklaştı, garip garip yüzüme baktı. Benden zarar gelmeyeceğine kanaat getirmiş olmalı ki; geri dönüp, evin balkonundan içeri doğru heyecanla birkaç kez “Abi Abi” diye seslendi. Çok geçmeden kapıda bir erkekle, bir kadın belirdi. Adam: “ Hani Köyde hiç köpek kalmamıştı?” dedi. Ah! İşte o an beynimden vurulmuşa döndüm. Adam bana ’’köpek!’’ demişti. Oysa ben; bütün Dünyanın tanıdığı, görenlerin gıptayla baktığı, herkesin cinsimden bir tane dahi olsa edinmek istediği; meşhur Kangaldım. Her şey bir yana, bana ’’köpek’’ denmesi çok ağırıma gidiyordu. İnsanların bana ’’Kangal!’’ diye seslenmesini istiyordum. Ama bu densiz adam, bana ’’köpek’’ demişti. Çok sinirlenmeme rağmen, hırlamaya dahi mecalim kalmamıştı. Belki bir parça et ya da kemik atarlar diye şirin şirin sırıttım sadece.
Kadın: “Yok, gerçekten yok. Ben olmadığını biliyordum ama...” dediği anda; evden sakallı biri daha çıktı. Hah, bu adamı tanıyordum. O, Köyün muhtarı Ali İhsan’dı. Konuşulanları duymuş olacak ki; “Bir tek bu var. Buna da köpek demeye, bin şahit ister. Baksanıza poposunu kaldıracak hali bile yok!” dedi. ’’Ulan Ali İhsan! Sen de mi?’’ dedim içimden. Bir kez daha yıkılmıştım, bu kadar aşağılanmayı hak etmiyordum. Çünkü ben; Karamehmetli’nin son kangalıydım. Yıllardır kar, kış, yağmur, çamur demeden köylünün derdini çekmiş, onlar olmadığı zamanlarda evlerine sahiplik etmiştim. ’’Bu insanlar ne kadar nankör!’’ diye düşündüm.
Neyse... Bunların hepsini sineye çekebilirim. Şimdilik tek isteğim; birazcık yemek. Bu arada adamlar sanki Kangal görmemişler gibi cep telefonlarına sarılmış, türlü türlü şekillere girerek; sağdan, soldan resmimi çekiyor, öz çekim yapıyor, ha bire bir şeyler konuşup duruyorlardı. Bu insanları anlamak mümkün değil gerçekten. Ne yalan söyleyeyim; çekim sırasında eski günlerde olduğu gibi kendimi bir kahraman, bir film artisti gibi hissetmiştim, koltuklarım kabarmıştı. Öyle ya; yaşlı, yorgun ve aç olsam da sonuçta, anlı şanlı bir kangal köpeğiydim.
Biraz sonra benden bıkmış olacaklar ki; mangallarının başına geçtiler. Patlıcan, domates, biber... Derken etler pişmeye başladı. Off ne güzel kokuyordu, mis gibi. ’’Her halde bana da düşer.’’ diye düşünüp, umutla bekliyordum. Çünkü çektikleri resimlerde verdiğim pozların bir karşılığı olmalıydı, öyle değil mi? Ama nerde? Bekle, bekle ne gelen vardı, ne de giden. İyiden iyiye, beni unuttuklarını düşünüyordum. Akşam olmuştu. Adamlar pişirdikleri ne varsa içeri götürmüş, afiyetle yerken; ben karanlıkta kalakalmıştım.
Dış kapının yanına, artan yemeklerin konulduğunu varsaydığım bir yemek kabı vardı. ’’Nasıl olsa kemikleri buraya atarlar, ben de sabah erkenden gelip, onları mideye indiririm.’’ diye düşünüp, ümidimi yarına bırakmaya hazırlanırken, bir korku düştü içime: ’’Atarlar mı acaba? Ya atmazlarsa? ’’diye geçirdim aklımdan. Sonra kendi kendimi rahatlatmaya çalışarak: ’’Atarlar, atarlar... Ne yapacaklar ki; toprağa gömecek halleri yok ya! Bu kadar da insan (!) olamazlar’’ diye mırıldandım. Bir müddet daha bekledim. Ümidim iyiden iyiye tükendi. “Bana bu gece burada ekmek yok!’’ diye düşünüp, Çolak Ali’nin arı kovanlarını dizdiği yamaca doğru ağır adımlarla yürümeye başladım.
Çolak Ali dediysem; Yıllar önce trenin altında kalınca, bir kolunu kesmişler. Bu yüzden Çolak Ali diyorlar ona. Bu kazada yalnızca tek kolunu vererek kurtulduğu için köylüler çok şanslı olduğunu söylerler. Düşünüyorum da; iyi ki de şanslıymış, iyi ki de kurtulmuş, çünkü Karamehmetli’ de ki tek dostum odur. Günlük ekmeğimi suyumu verir. Ben de bu ihtiyar halimle onun arı kovanlarını korurum. Ne kadar koruyabilirsem, o kadar işte.
Yıllardır yurt dışına ve büyük şehirlere göç veren Karamehmetli, kış aylarında hemen hemen bomboş olur. Yalnızca Çolak Ali ile Ali İhsan kalır. Yani; iki Ali, bir de ben.
Bahar gelince arazilerini ekip biçmek için, üç beş ev sahibi daha gelir. Köy biraz şenlenir ama yine de nüfusu saysan, çoluk çocuk otuz kişiyi bulmaz.
Bana ’’Karamehmetli senin için ne ifade ediyor?’’ diye sorsalar, tek kelimeyle derim ki; ’’Cennetimdir.’’ Herkes bir yerlere gitti. Köpekler dahi durmadılar ama ben burada kaldım. Aç, susuz günlerim oldu. Soğuk, sıcak demeden; kış soğuğunda harabelerde, yaz sıcaklarında ağaç altlarında yattım, ama hiç bir yere gitmedim. Gidemezdim, çünkü ben burayı yurt edinmiştim. Başka diyarlarda yaşayamam, nefessiz kalır boğulurum. Siz dere suyunun tadını bilir misiniz? Şeker gibidir. Kış geldiği zaman su çok azalır, hatta donar. Ama ben bir yolunu bulur içerim. Hele köyün medeniyetle tek bağlantısı olan tren yolu yok mu; Eskiden rayların üzerinde koşmak, zıplamak tek eğlencemdi benim. Sık sık tren sesi duymasam, uyuyamam. O ses bana ninni gibi gelir.
Yamacı zar zor çıkıp, kovanların yanına geldim. Kısmetim; yine Ali’nin yalağıma koyduğu su ve birkaç parça ekmek olmuştu. Artık, yarına ’’Ya kısmet!’’ deyip, arı vızıltılarının arasında uyumaya çalıştım. Kafam karmakarışıktı ve bir türlü uyuyamıyordum. Aklımda neler yoktu ki; hemen hemen eski günlerin her gecesi gözlerimin önünden film şeridi gibi akıp gidiyor, o günlerde yaşadıklarımı kah gülerek, kah içim burkularak izliyor ve özlüyordum. Yaşlılıktan olsa gerek. Öyle ya; gençliğini kim özlemez ki?
Hiç unutmam, bir gün kardeşlerimle birlikte, komşu Kabakçevriği köyündeki kangalları boğmaya gitmiştik. Gençlik işte, âlemin kabadayısı bizdik ya; çevremizde bizden güçlü kimsenin olmasını istemiyorduk. İşte o gün, üç kardeş Kabakçevriği’nin tüm köpeklerini darmadağın etmiştik. Hele bir tanesini evlerinin içine kadar kovalamıştık. Bunu gören ev sahibi, yan taraftan kaptığı kürekle sırtıma öyle şiddetli vurmuştu ki; bir kaç kemiğim kırılmıştı o zaman. Aylarca ne acılar çektiğimi anlatamam.
Bırakın başka köyleri, Karamehmetli’de kendi kardeşlerimiz arasında bile liderlik savaşımız vardı. Köyün lideri bendim ama Ali İhsan’ın olan küçük kardeşim, bir boğuşma sonunda beni yenmiş ve liderliği elimden almıştı. Bu yenilgi, Sahibim Çolak Ali’nin çok zoruna gitmişti. ’’Sen nasıl Ali İhsan’ın köpeğine yenilirsin ha!’’ diyerek hırsından küplere binmiş; annem, ben ve diğer kardeşimi zincirle bağlayıp, aylarca serbest bırakmamıştı. Üç ay sonra zincirlerimizi çözdüğünde, üçümüz birden kardeşimize saldırıp, onu yenerek liderliği tekrar geri almıştık.
Tabi bu yaptığımız kalleşlikti, çünkü bire karşı üç idik. O da bunu gururuna yedirememiş ve köyü terk edip, gitmişti. On beş gün sonra, ise bir dağ başında ölüsünü bulmuşlardı. Günlerce aç ve susuz kaldığı için hiç yapmadığını yapmış, otlaklarda koyunlara saldırmış. Köylüler de bu yüzden onu vurmuşlar. Bu haber geldiğinde, üzülmedim desem yalan olur, ne de olsa kardeşimdi.
Bizim buralarda domuz çok olur. İlk avımı hiç unutmam: sıcak bir yaz günüydü ve Ali İhsan bizi domuz avına götürmüştü. O zamanlar altı aylık falandım. Annem domuzu kulağından tuttuğu gibi yere yatırırdı. Domuzların kulağı çok hassastır. Bu yüzden bize: ’’Domuzu kulağından tuttunuz mu, işini bitirirsiniz.’’ derdi. Hatırlıyorum da, Annem ve kardeşlerim... Ah! O güzel günler nasıl geçti gitti, hepsi şimdi bir hayal! Hele annemi Kangal’a, kardeşimin Divriği’ye gönderildikleri o kara günü, hiç unutamıyorum. O kadar çok ağlamıştım ki. Neden böyle olmuştu, neden bizi ayırmışlardı? Hala soruyorum bu soruları kendi kendime ama cevabını hala bulmuş değilim. Koca köyde yapayalnız kalmıştım, neden?
Ha, köyde İki aliden başka bir de Garip Dede’m var. ’’O kim?’’ diye soracak olursanız; Garip Dede’m köyün mezarlığında yatar, garip bir dededir işte. Nereden geldiğini, kimin nesi olduğunu, hatta adını bile bilen yok. Köye geldikten birkaç gün sonra öldüğünü söylüyorlar. Muhterem biriymiş. Canımın sıkıldığı zamanlar gider, çökerim yanına. Dertleşir, konuşur, sıkıntılarımı ona anlatırım. Dededir ya; yalnızca dinler beni, hiç cevap vermez, hep dinler. Ta şafak sökünceye kadar ben konuşurum, o sadece dinler.
Nihayet sonbahar gelmiş ve yine yazlıkçılar geldikleri yerlere gitmişlerdi. Nedendir bilmiyorum ama Almancı Baki ile karısı bu yıl köyde biraz fazla kalmıştı. Ama sonunda herkes gibi onlar da gitmişlerdi. Öyle ya, bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde kalıp da ne yapacaklardı? Eh işte, biz her yıl olduğu gibi bu yıl da; iki Ali ve birkaç ihtiyarla baş başa kalmıştık yine, bir yaş daha yaşlanarak.
ÜÇ AY SONRA
Günler nasıl da çabucak geçip, gitti. Hüzne büründüğüm sonbahar bitmiş, hiç sevmediğim hatta nefret ettiğim kış gelip çatmıştı. Kışlar bizim buralarda öylesine soğuk olur ki; anlatamam. Soğuk bir yana, eskiden olduğu gibi kar da yağmıyor artık. Kar yağdığında hava biraz olsun kırılır, hoş olurdu. Diz boyuna kadar çıkan karın üzerinde yuvarlanmanın, koşmanın zevkine ise doyum olmazdı.
Bu yıl diğer yıllardan daha mı soğuk ne, yoksa bana mı öyle geliyor? Çünkü bu uzun gecelerde hiç azalmayan ve haftalardır süren çekilmez bir ayaz, ortalığı kasıp kavuruyor. Hani uzun kıllarım olmasa var ya, bu soğuklara bir gece dahi dayanmamın imkânı olamazdı. Her şeye rağmen, çok zor da olsa, günler ardı ardına geçip, gidiyordu.
Karamehmetli’de çok soğuk geçen gün, yüzünü akşama çevirmiş, gökyüzünü kaplayan bulutlar yağacak karı müjdeler gibiydi. İçimi garip bir mutluluk kaplamıştı. Yoksa uzun zamandan beri yağmayan kar yağacak mı ne? ‘Harabe evlerin birinde kuytu bir yer bulup, geceyi geçirmeliyim.’’ diye düşünüyordum ki; beynimde yankılanan bir ses, bu akşam Garip Dedeme gitmem gerektiğini söylemeye başladı. Ama ben bu soğuk havada mezarlığa kadar gidebilecek miyim, bilemiyorum. Çünkü hem yorgun, hem aç, hem de hastayım.
Dakikalarca düşündüm. Gidip gitmemek arasında mekik dokudum ama beynimdeki ses, kulaklarımda çınlamaya başlamış, ne pahasına olursa olsun oraya gitmek zorunda olduğumu söylüyordu. Ben adeta o sesin esiri olmuş, karşı gelemiyordum. Çaresiz yavaş adımlarla yürümeye başladım. Bütün kemiklerimin ağrımasına rağmen, mezarlığın bulunduğu yamacı soluk soluğa tırmandım. İşte Garip Dede’min mezarı oradaydı. Diğer mezarlara nazaran daha yüksek bir yere, beyaz mermerden inşa edilmişti. Baş taşı, yine aynı mermerden yapılmış bir kemerle çevrilmişti. Alaca karanlıkta taht misali tüm heybetiyle, tam karşımda duruyordu.
Ne gariptir ki bu defa, benliğimi her zamankinden farklı duygular kapladı. Aha, işte hafiften kar da yağmaya başladı. Demek ki; bu gece hava çok soğuk olmayacak. Her ziyaretine gelişimde yaptığımın aynısını yaptım ve Garip Dede’nin yanı başına uzandım.
’’Merhaba Garip Dedem, ben geldim!’’ ’’Misafir kabul eder misin? Bu gece sana çok anlatacaklarım var. Çolak Ali bu gün de bana ekmek vermeyi unuttu, aç kaldım be dedem. Ama ona kızmıyorum. İnsandır sonuçta, unutabilir. Bu kış kıyamette kim düşünür ki, garip Çapar’ı. Aşağı bakar mısın Dedem, sokak lambalarının aydınlattığı köy ne güzel görünüyor değil mi? Bu kış uzun ve soğuk geçeceğe benziyor. Garip Dedem, ne dersin? Baharı tekrar görebilecek miyim acaba? Kim bilir? Belki görürüm. Bahar gelince Karamehmetli ne güzel olur değil mi Dedem? Ben baharı çok severim, sen de sever misin? Dağlar, tepeler yeşillenir, derenin suyu nehir misali çoğalır. Ağaçlar yapraklarını salar, pırıl pırıl parlayan güneş ısıtır içimizi. Bin bir renkli çiçeklerle bezenir ortalık, kekik kokuları yayılır etrafa. Her yan mis gibi kokar. Eriyen kar suları şırıl şırıl akar bayırlardan aşağı. Canlanır toprak, çıkarırlar içinden başlarını kışı atlatan börtü böcekler gülümseyerek selamlarlar yenibaharı.
Ne istiyorum biliyor musun Dedem: Ah bir de eskiden olduğu gibi insanlar olsa, çocuklar neşe içinde koşup oynasalar, çimenlerin üzerinde yuvarlansalar gönüllerince. Yine tandırlardan buram buram ekmek kokusu yayılsa dört bir yana. Tarlalara gitse köylüler; bereket ekip, bereket biçseler. Muharrem ayında akşamları cem yapılsa, yanık bağlama nağmeleri eşliğinde, ’’Ya Ali medet hu!’’ sesleri gecenin karanlığını yarsa. Ah Dedem! Çok üşüyorum be Dedem. Bu akşam kar yağıyor ama yine de çok soğuk. Nedense uzun kıllarımda soğuktan korumuyor artık beni. Gözlerim ağırlaşıyor be Dedem! Ne oluyor bana böyle? Bir tatlı uyku bastırdı ki, sorma. Hava mı ısındı ne? Birden bire üşümem geçti. Artık açlık da hissetmiyorum. Duyuyor musun be Dedem bağlama sesini? Duyuyor musun ha? Köyde semah var galiba! ’’Ya Ali! Medet!’’ sedaları yayılıyor etrafa! Ne kadar da yürekten söylüyorlar değil mi Dedem? Üçler-Yediler-Kırklar... Ne güzel, ahenk içinde semah yapıyor insanlar.
Gözlerim... Gözlerimi açamıyorum be dedem. Işıklar mı söndü ne? Her yer karanlık oldu be Dedem görüyor musun? Hiç ses yok, sesler de kesildi
Dedem… Korkuyorum, ne olur aç kollarını, sar beni. Sen... Sen... Dedemmm...
Nizamettin Uca
23.09.2019-Iğdır
(Son Kangal)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.