- 428 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bâb-ı Âli De Bir Gün,
Güne, Hüseyin Abi’nin kalın ve otoriter sesiyle uyandım. Yataktan zoraki kalktım. Yorganım bile, yorgunluktan ağırlaşmıştı nedense. Bir aydır çarşafı değişmeyen yataktan ne beklenirdi. Kirlilikten içine girilesi değildi.Ama mecburdum.İlk geldiğim günden farkı neydi bu eski ve küçük otel odasının bilemiyordum? Her şey aynı,gece lambası bir yanıyor bir yanmıyordu. Gardırop bozması dolabın kapısı yine kırıktı. Komodinin çekmecesi açılmıyordu halâ. Elimi,yüzümü yıkadım kahvaltıya indim. Hüseyin Abi, duyacağım şeklide konuşuyordu kendi kendine;
"Güneş bile eskisi gibi doğmuyor, sezaryene kaçıyor" dedi. Gülümsedim bu ifade karşısında
"Gülersin teres, ekmek elden,su gölden.Sabahlar çekilmez,günler yaşanmaz oldu. Erken kalkmanın lezzeti bile ekşimsi şu yorgun dünyamda." Dedi ve kendisi kadar eski sandalyesine çöküverdi.
"Ne oldu Abi ?"
"Ne olacak yine haraç istiyor,pez...nkler!"
"Verme Abi"
"Çok direndim,lakin biri gidiyor,biri geliyor."
"Ne yapacağımı bilemiyorum!"
***
"Otelin, en güzel odasını size veriyorum" diye, süslü laflarla bize yaptığı peşkeşi dillendiren, Hüseyin Abi’nin sesi halâ kulağımda çınlamakta. Avluya bakan pencerenin önünde ki, iki adet salça kutusuna konulmuş menekşelerden başka, güzel ne vardı bu odaya dair? Çoğu kez unuturdum onları sulamayı. Yapraklar kendini koyuverince, acırda birazcık su dökerdim toprağına. Günlüğü on liradan kalıyordum. Peyami Safa sokağının köşe başında bulunan üç katlı ,on odalı bu eski otel yuvamdı artık.Kırmızı tabelanın üzerine beyaz tonla "Haşim Otel" yazıyordu.
Yataklar, ilk alındığı gün ki gibi duruyordu.Her katta, bir banyo ve wc bulunmaktaydı. Danışma ile merdiven dip dibe, yukarı çıkarken Hüseyin Abi’nin keli her defasında gözüme çarpardı.
Üç ay olmuştu İstanbul’a geleli.Çamaşırları yıkayan, Adile teyze epeyce yaşlıydı.Hüseyin Abi,kimsesi olmadığı için, yaptığı iş karşılığı otelinde kalmasına izin veriyordu.Beraber yaşayıp gidiyorlardı.
Çamaşırları elle yıkıyordu .Beyazlara beyaz sıfatını yakıştırmak cesaret isterdi.Benek benek ve kanı-canı çekilmiş zayıf ellerle başka nasıl yıkardı ki. Acıdığımdan çoğu kez vermezdim çarşafları.Kendim yıkardım, az yorgun olduğum akşamlarda.
Okumak için gelmiştim İstanbul’a. Hem çalışıp, hem okumak; çok ama çok zordu. Edebiyat bölümünü okuyordum.Bu yönüyle şanslıydım.Günümüz yazar ve şairlerini görmek tanımak imkânı vardı.Nazım Hikmet’i görmem mümkün değildi;Rusya’daymış.Ama olsun, gören arkadaşlarından dinleme imkânım vardı. Bâb-ı Âli de gezmek, kitap okumak ve onların sayfalarını kokladıktan sonra almak,zevklerin en büyüğüydü.Hüseyin Abi anlatmıştı.Buraya neden Babıali dendiğini…
Osmanlı Devletinin son döneminde sadrazamlık makamına ve hükümete verilen admış Babıali "yüce kapı" manasına gelmekteymiş. Osmanlılarda "kapı" kelimesinin yanı sıra aynı anlama gelen Farsça "der" ve Arapça "bab" kelimeleri "padişah ve sadrazam sarayı, devlet ve hükümet dairesi" manasında kullanılırmış. İslam ve Türk tarihinde birliğin ve kuvvetin temsilcisi olarak kabul edilen devletin ve hükümetin merkezleri yüksek ve yüce olarak bilinmiş, dolayısıyla buralara aynı manada olmak üzere Dergah, Bab-ı Saray, El-Bab-üs-Sultaniye, Bab-ı Hümayun, Bab-ı Ali, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiş.
Osmanlı’da İstanbul başkent oluncaya kadar devletin bütün işleri padişah saraylarında görülürmüş. Padişahın başkanlığında devletin ve halkın işlerine "divan" denilen bir mecliste bakılırmış. Divan Osmanlıların ilk kuruluşundan beri varmış. Fatih Sultan Mehmed, çıkardığı Kanunname’yle bunu esaslara bağlamış. Önceleri padişahlar divana başkanlık ederken bu görev sadrazamlara geçmiş. Ancak mühim kararlar alınacağı zaman yine padişahlar divana katılır ve başkanlık yaparlarmış. Bu durum 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiş.
Sadrazam başkanlığındaki teşkilata önceleri Vezir Kapısı, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiş 18. yüzyılın sonlarında ise Babıali denilmeye başlanmış. Paşa Kapısı sadrazamın oturduğu yere göre İstanbul’un çeşitli semtlerine taşınmıştır. Genellikle Mahmutpaşa, Gedikpaşa, Atmeydanı, Yerebatan semtlerinde bulunmuştur. 17. asırdan itibaren Paşakapısı’nın Alayköşkü’nün karşısına taşınması ve istisnalar hariç sadrazamların burada oturmalarıyla Babıali olarak bilinen yer ortaya çıkmış. Bu mahalde ilk konağı, Sultan Birinci Ahmet’in sadrazamlarından Derviş Paşa yaptırmış. Sadrazam Halil Paşa da, Alayköşkü karşısında şimdiki Başbakanlık Arşivi binasının bulunduğu yerde bir saray inşa ettirmiş.
Bunu sonradan Sultan Dördüncü Mehmet tamir ettirip düzelttikten sonra, Sadrazam Derviş Mehmet Paşaya hediye etmiş. Sonra da Paşa Kapısı için burada karar kılınmış.
1847 yılından itibaren yayınlanmaya başlayan devlet salnamelerine göre Babıali heyeti adı altında sadaret Dairesi, Şura-yı Devlet, Dahiliye Nezareti, Hariciye Nezareti yer almış.
Babıali’de memurlar sabahları gün doğumunda işe başlar, akşamdan bir saat önce işlerinden ayrılırlarmış. Ne suretle olursa olsun, izinsiz iş yerlerinden ayrılmaları yasakmış. Babıali’yi en çok meşgul eden konular iç ve dış siyasi meselelermiş.
19. asırda merkez ve eyalet teşkilatında pek çok değişiklikler yapılmış. Bu düzenlemelerin yanında eyaletlerin ekonomik durumundan, etnik ve dini yapısından kaynaklanan pek çok problemleri mevcutmuş. Babıali her konuda uzmanların raporlarına dayanarak çeşitli ıslahatlar yaparmış. İhtilaflı yerlere uzun veya kısa vadeli müfettişler gönderilerek huzursuzluk hakkında bilgi alınır ve ona göre tavır konulurmuş. Gayrimüslim cemaatlerin meseleleri de Babıali’yi en çok meşgul eden meselelerden biri olmuş. Diğer taraftan 18. asrın sonlarından itibaren diplomasinin öneminin artması ve Osmanlı Devletinin sık sık Batının ültimatomlarına maruz kalması dış meselelerin artmasına da yol açmış. Bilhassa Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devletinin iç işlerine karışması Babıali’yi rahatsız etmiş ve çeşitli diplomatik yollarla cevap vermeye zorlamış.
Osmanlı Devletinin yıkılması ile birlikte Babıali’nin bulunduğu bina Büyük Millet Meclisi Hükümetinin İstanbul Mümessilliğine tahsis edilmiş, sonra da bugün olduğu gibi İstanbul Valiliğine verilmiş. Hüseyin Abi derin bir tarih Bilgisine sahipti.Hele de İstanbul’u ve onun tarihini inceden inceye iyice biliyordu.Tatlı ve sert anlatımı ile insanın aklına adeta nakşediyordu.
Şimdilerde yazar-çizer takımının işlerini yürüttüğü,gezdiği,meclis toplantıları,şiir geceleri yaptıkları mekan olmuştu.Gezerken, mutlaka önemli bir isime rastlamak mümkün burada.Çoğu şair ve yazarı görmüştüm. Adaşım, Yahya Kemal’i merak ediyordum, lâkin yurt dışındaymış. Bunları düşününce yaşamak çok zevk veriyordu.Trafik zaten başlı başına bir dertti.Ama her şeye değerdi.Boğaz,Haliç vs...birde, Eminönü’nde balık ekmek...offf !
Hüseyin Abi, babamdan büyüktü. Dedemin yanında çalışmış uzun yıllar, sonrasında küçük bir tartışma,ani kızgınlık ve kalkıp İstanbul’a göçmüş.Dedem anlatmıştı birkaç kez; giderken, hakkından fazlasını vermiş Hüseyin Abi’ye, o da, aklını kullanıp arsa almış Peyami Safa sokağından.Yıllar itibariyle, önce tek katlı ev yapmış kendine,sonrasında odalarını kiraya vermiş öğrencilere.Derken, ikinci ve üçüncü kat, bu hale gelmiş otel...
"Çorbamız kaynıyor ya , çok şükür" der her sohbet sonrasında.
Oturduğumuzda,uzunca dedemle yaşadığı hatırlarını anlatırdı. Canı sıkıldığı ve birine kızdığı zamanda ağzını doldura doldura galiz küfürler savururdu. Lafı bitirirken de ”Çünkü,her türlü insanla uğraşmaktan bıktım,usandım” Derdi.
***
Üsküdar tarafında okul çıkışı inşaatta çalışıyordum. İnşaat işi bedenen çok yorucuydu.Lâkin, akşam paydos sonrası aldığım günlük yevmiye, unutturuyordu tüm yorgunluğumu.Açlıktan gözlerim kararırdı her defasında.Çoğu kez, yol üzerinde köşe başında bulunan " Bol kepçe" çorbacısında kelle paça içerdim. Arkadaşlarım bilmezdi çalıştığımı. İlk derslerde çoğu kez uyurdum.Bu da herkes gibi Hülya’nın da dikkatini çekiyordu.
Her defasında "Hüseyin amcaya ve Adile teyzeye yardım ediyorum" diyerek geçiştirirdim. Yine bir gün gecikmiştim. Hocanın "Ooo buyurunuz beyim ! yine güzellik uykusundan mı kalktınız?" alaylı ifadesi sonrası sınıf gülme krizine kapılmışken cevabı yapıştırdım;
"Hocam,ne yapayım benim uyku saatimle sizin ders saatiniz çakışıyor da" içten içe gülerek yerime oturdum.
***
" Yahya Kemal, geliyor musun?"
"Nereye abi?"
"Cuma namazına gidiyorum, oradan da her hafta yaptığımız gibi şair ve yazar arkadaşlarla dost meclisi sohbetleri yapıyoruz.Bu gün, Necip Fazıl da gelecek,yazdığı "Babıali" kitabını tanıtacak" dedi.
"Necip Fazıl mı,şimdi ben onu görebilecek miyim?"
Heyecandan dilim damağım kurudu.Utanmasam Hüseyin Abi’nin kucağına atlayacaktım.Bu kadar sevindiğimi gören Hüseyin Abi,elini omzuma uzatıp babacan tavırla ;
"Nasipse, neden olmasın yavrum ? "Dedi.
Bu gün, özel bir gündü.İçim içime sığmıyordu.Beklenen an gelmişti.Yüzlerce kişi vardı avluda.Üstat, yavaş yavaş geldi. Koşarak elini öptüm. iki saate yakın konuşmasını dinledim.Günümüz olaylarını,yaşanan sıkıntıları ve kitabını yazış hikâyesini anlattı.Böylesi bir günü yaşadığım için çok sevinçliydim. Bâb-ı Âli de gezmenin keyfine vardıkça,öğrenmeye olan hevesim gün geçtikçe artıyordu.Avare gezdiğim zamanı hoyratça kullandığım günlere,saatlere,anlara acımaya başladım. Eyvâhlarım, eyyâmlarım artıkça arttı!!.Otelde ki odam, artık bana dar gelmiyordu.Eski yatak,komodin,gardırop daha bir sevimli gelmeye başladı.Salça kutusunda bir solup,bir açılan menekşelere daha bir özenle bakıyordum.Sevgiyle suluyordum onları. Hüseyin Abi’nin "Hadi Bâb-ı Âli’ye gidiyoruz" cümlesinde ki iksiri anlatmam mümkün dahilinde değil...
Hüseyin Abi’yle,akşamları ortalık sakinleşince,beraber kitap okuyorduk...Yeni çıkmış dergilerde ki makaleleri yorumluyor,fikir teatisinde bulunuyorduk.Müthiş bir keyif alıyordum.Dergide yazısını okuduğum kişinin,kendimce yorumladığım ama anlamadığım taraflarını şair ve yazarına sorup,cevabını almak…Bunlar okulda da çok işime yarıyordu.Her sabah kavga ettiğim hocam,bende ki bu değişimi çözmeye çalışıyordu.
Otelin dar ama, sıcacık lobisi nelere şahit oluyordu anlatamam. Hüseyin Abi’de güzel şiirler yazardı.Ama daha da önemlisi, tok sesiyle müthiş güzel şiir okuyordu.Altmış sekiz kuşağının tüm temsilcileri gibi,okumuş,entelektüel kişiliğinin yanında etkili konuşma ve ikna kabiliyeti vardı.Her Bâb-ı Âli ziyaretimizde tanıştığımız kendince derya olan şair ve yazarların her bir cümlesi,hal ve hareketi bana bir ders oluyordu...Mevlâna’nın dediği gibi "Her gün onlarca öğretmenim olur benim..." sözünün sırrı bu olsa gerek ...Hayatı artık daha bir seviyordum...Öğrenme,yazma ve okumayı geciktirdiğim her an’ı zayi sayıyordum.Yine Mevlâna hazretlerinin dediği gibi; "Sevmek ne kadar güzel şey, lakin; düşünsenize sevmeyi yaratan Allah’ı, o ne kadar güzeldir değil mi?"
Yine,kitap almak bahanesi altında ,kimleri görürüm hayaliyle gezerken...Ana! o da ne?
Nazım Hikmet,Peyami Safa ve Necip Fazıl karşıdan geliyorlardı.Ayaklarımın bağı çözüldü.Üç, ulu çınar, Necip Fazıl Üstadı dinlemiş,etkili ses tonu,belagati ve akıcı anlatım kabiliyeti karşısında büyülenmiştim.Lâkin Uzun boyu, gri takım elbisesi ile Nazım Hikmet, yolun soluna doğru iyice yanaşarak durdu .Hararetli bir şekilde Necip Fazıl’a uzanarak; “Sana bu konuda katılmıyorum mir’im” dedi. Peyami Safa araya girerek ;
”Dostlar, ikinizi de çok iyi anlıyorum. Ancak, bu böyle ulu orta konuşulacak mevzuu değil.Akşama doğru, üniversiteden bir iki hocayı çağırırım.Ortak karar vereceğimiz bir yere gideriz.Çay içer, sohbet eder tartışırız.”
Acaba ne konuşulacaktı? Neleri tartışacaklardı? Dünya görüşleri çok farklıydı…Yerine göre hakarete varan tartışmaları bile oluyormuş…Necip Fazıl’da,Nazım Hikmet’te kendi görüşleri yüzünden müteaddit defalar hapse girmişlerdi. Hüseyin Abi, bir çok kez katılmış bu toplantılara hatta, otelin kahvaltı salonunda birkaç kez de kendisi ağırlamış misafirlerini. Hemen aklıma bu üç çınarı, otele davet etmek geldi.Hüseyin Abi, memnun bile olurdu.Koşarak selam verdim.
“Selamünaleyküm, ey ulu çınarlar!”
Üçü de şaşkınlıkla bana doğru baktılar. “Buyur genç” dedi ; Peyami Safâ…
“ İzniniz olmadan, konuştuklarınıza kulak misafiri oldum. Ben, Hüseyin Hilmi Çaba’nın yakınıyım. Hani şu, Haşim Otel var ya,oranın sahibi…”
Necip Fazıl;
“Ha, şu bizim Hüseyin! Sen, nesi olursun?”
“Yakınıyım,aynı zamanda o otelde kalıyorum.Edebiyat bölümü öğrencisiyim.” Üstad sözünü yineleyerek sordu;
“Gözüm, seni bir yerden ısırıyor ama”
Heyecanım, artık doruk noktasındaydı. Dizlerim, bedenimi taşımakta ısrar ediyor,zıngır zıngır
titriyordu.Heyecanlı ve titrek bir sesle cevap verdim;
“Hak-lı-sı-nız üstadım. Geçen gün, kitap tanıtımınıza Hüseyin abi’yle beraber
katıldık.Sohbetinizi sonuna kadar,ön sıralarda dinledik.”
Elini,yüzüne doğru götürerek başını salladı ve;
“Evvvet,şimdi oldu” dedi.
Yine, bütün cesaretimi toplayarak,ayağıma kadar gelen bu fırsatı ganimete
çevirmeliydim.Aceleci ve heyecanlı bir şekilde önerimi sundum;
“ İzniniz olursa,
önerim olacak sizlere.Bu akşam yapacağınız toplantıyı, bizim otelde yapamaz mısınız ?”
Nazım Hikmet; elini, omzuma uzatarak beni kendine doğru çekti. “Bu genci, kıracağıma kafamı kırarım” dedi. Kıvırcık ve sarı saçlarını taşıyan başını göstererek. Evet, dediler ve ayrıldık.
Bir kuş muydum?Hayaller aleminde mi yaşıyordum? Bedenim, niye bu kadar hafifti? Allah’ım, biri beni çimdiklese de kendime gelsem.
Koşuyordum,durmadan koşuyordum.Otele gelmiştim.Nefes nefese içeri girdim.
“Oğlum,bu ne hal?” dedi Hüseyin abi .”Kaç, kurt boğdun?” Ağzımı bir türlü
toparlayamıyorduk ki,cevap vereyim.Ellerim dizlerimde “Gelecekler,buraya gelecekler” dedim.
Hüseyin abi, iyice şaşırmış ve biraz da korkmuştu.
“Kimler gelecek,yoksa o pe…venkler, yine haraç almaya mı gelecek?” Yok,yok ! Necip
Fazıl,Nazım Hikmet ve Peyami Safa buraya gelecekler.
Hüseyin abi,tok sesiyle adeta gürledi;
“Hadi canım sende!,doğru mu söylüyorsun?”
“Evet,hazırlık yapalım abi.Biraz, poğaça,simit,bisküvi falan alalım olmaz mı?”
En az, benim kadar heyecanlanan Hüseyin abi…
”Al şu parayı,çabuk git o söylediklerini kap gel” Adile teyzeye bağırdı.
“Adile hanım,şu girişi ve kahvaltı salonunu son bir kez kolaçan et ve öyle çık “ dedi…
Beklenen an gelmişti…
Otelin, karşı caddesi üzerinde bulunan yaklaşık yüz-yüzelli metre mesafede ki fırına normal günlerde iki dakikada gelirdim. Bu gün yol bitmiyordu bir türlü.Koşar adımlarla yürüyordum ama mesafe inadına direniyordu...
" Yahya Kemâl,Yahya Kemâllll!"
Son anda, ismimin bağırıldığını duydum.Sağa-sola döndüm.Kırtasiyeci Faruk Nafiz abi...
Dükkanın kapısına sol yanını yaslamış, sağ ayağı sol ayağına bitişik vaziyette… peş peşe konuşmaya başladı.
"Oğlum,sağır mısın? İki saattir bağırıyorum,aşık mısın?!!!"
"Buyur, Faruk Nafiz abi!"
"Nereye, böyle koşar adımlarla?..."
"Şeyyy,ağır misafirlerimiz varda!...onlara ikram edilecek bir şeyler alacağım."
"Kimmiş, o ağır misafirler?"
İçten içe kızıyordum, ama belli etmemeye çalışıyordum.Şimdi nerden çıktı bu adam? Benim aceleme bak,bunun ahret suallerine bak!!!
"Tanır mısın bilmiyorum ama? Necip Fazıl,Nazım Hikmet,Peyami Safa ve bir kaç profesör otele sohbete gelecekler."
"Allah, Allah ! Şu bizim yazar takımından bahsediyorsun değil mi?"
"Evet,evet! onlar"
"Hüseyin’e söyle bir sandalyede bana ayırsın..."
"Tamam,tamam söylerim." Çok geç kalmıştım, ya geldilerse, ayıp oldu vallaha.Kendi kendine söylenmeyi bırak ta koş,koş...!!!
Mahallenin tek fırıncısıydı; İspirli Hüseyin Rahmi abi...Çok güzel Trabzon ekmeği,mısır ekmeği,kepek ekmeği yapardı.Diğer unlu mamulleri de güzeldi.Hatta, mahalleli kadınlar ona dua bile ederlerdi,bizi zordan kurtardı diye...
"Selâmünaleyküm,abi can"
" Ve aleykümselam Yahya Kemâl.."
"Bana, iki kilo karışık kurabiye yapsana...tazeler değil mi ?"
"Sorduğun soriye bah yeğenim!" dedi, yöresine has şivesiyle..." Daha yeni çıhtı
ocahtan,ağzınıza layık . Bugün hayırdır iki kilo ziyafet mi var?"
Haydaaa! şimdi gel bir de buna anlat.İçten içe kızıyordum ama hepsi büyüklerimdi ve sordukları da abes değildi.Sadece benim aceleciliğimdi ortalığı karıştıran.
***
“Hüseyin Abi,masalar tamam..tabakları ağzı bir doldurdum.Çaylarda hazır.”
“Tamam yavrum,gel biraz dinlen nerdeyse gelirler şimdi…”
“Çok heyecanlıyım abi!!!”
“Normal,nerdeyse benim bile yüreğim yerinden kalkacak..”
Tarihi bir gündü benim için,ömrüm boyunca unutmayacağım onları…Yazdıkları yazılar,makaleler her gün on binlerce kişi tarafından okunuyor.Tek hayalimdi onlar gibi olabilmek.Ya kitapları, best-seller hepsi ! Yok satıyorlar,imza günleri Bâb-ı Âli de kıyamet kopuyor…
Hatta, geçen ay, Orhan Selim adıyla "İt Ürür Kervan Yürür " kitabını çıkardığında ortalık karışmıştı.Polisler,askerler Nazım Hikmet’i fellik fellik aradılar ama bulamadılar.Tebdil’i kıyafetle geziyormuş.
Anlamadığım şu, dünya görüşü ne olursa olsun, yazan-okuyan adamdan ne zarar gelir ki?…Niye böyle, her şeyin üstü kapalı? Neden, kapalı kapılar ardında oyunlar oynanıyor memleketimin üzerine?Necip Fazıl ile Nazım Hikmet…yıllarca sıkı dostluk yapan iki mütefekkir.Zamanla, yollar ve mekanlar değişmiş…Bu hayatın doğasında var…Görüşleri taban tabana zıt ama,bir araya gelip hararetli tartışmalar yapsalar da sonuçta arkadaşlar…Birbirlerine nice mektuplar yazmışlar…İnsanın aklına gelmiyor değil? Bir adam, nefret ettiği birine neden mektup yazsın? Bak, şimdi de buraya beraber gelecekler.
Böylesi toplantılarda, öylesi beyin takımından ne fikirler çıkar. ”Güzel günler göreceğiz,çocuklar” diyormuş her toplantı sonrası Nazım Hikmet…
Hüseyin Abi anlatmıştı…
Nazım hikmet, Sultanahmet hapishanesinde yatarken, Necip fazıl onu ziyarete gitmiş:
“Necip Fazıl,; Nazım’ım, benim rejimim olsa seni asardım. Fakat bu hiçlik rejiminde –milli şef dönemi- fikirsiz ve imansız insanların seni süründürmesinden müteessirim. Onun için ziyaretine geldim.” Demiş
"Nazım Hikmet: Benim de rejimim olsa, ben de seni asardım. Sonra da darağacının başında ağlardım. Seni anlıyorum. Bil ki bu soylu tarafının daima takdircisi kalacağım. "
Yine başka bir anekdot da şöyle anlattılar:
Necip Fazıl, bir röportajında, kendisine soru sormak gayesiyle söz alan şahsın ’Nazım Hikmet’ ile ilgili atıp tutması üzerine, sinirlenir ve;
" Yahu, sen ne diyorsun, ben sağcıymışım da, Nazım solcuymuş da, biz birbirimizin düşmanıymışız da, yok daha neler neler, ulan hıyar, biz Nazım ile bütün gün siyaset tartışır, akşam olunca da Beyoğlu’nda beraber kız tavlardık, ne diyorsun sen be"
İşte böylesi dostluk onlar ki.
“Hüseyin Abi,Hüseyin Abi!!!” Koşarak gelen, on üç-on dört yaşlarında bir delikanlı…
Hüseyin Abi ile dışarı fırladık.
“Ne var çocuk,ne oldu?” dedi,Hüseyin Abi…
"Abi,Bâb-ı Âli karışmış…
Polisler,Nazım Hikmet ile Necip Fazılı yakalayıp götürmüşler…
Peyami amca, beni size gönderip haber vermemi söyledi …"
Boğazım, düğüm düğüm olmuştu.Sıktığım yumruklarımı otelin demir kapısına olanca gücümle vurmuşum.Kırılan cam ve kanayan elim değildi.Bedenim doğram-doğram,kanayan yüreğimdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.