- 532 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Binboğa Köyü
4-5 yaşlarımda Rahmetli Dedemin yanına giderdik. Köyün Doğu tarafında, bir tepeliğin eteğinde çitlerle örülmüş, çamurla sıvanmış 2 oda bir evi vardı. Önünde büyük bir dut ağacı vardı. Tuvaleti arkada, küçük, yine çitlerle örülmüştü. Sanıyorum, bir çukurun üzerine kondurulmuştu. Kapısı da yoktu. Kalın bir örtü, kapı görevini görüyordu. Bir kilim parçası olabilirdi.
Serin bir havası vardı. Özellikle yaz akşamları çok tatlı olurdu burası. O zamanlar bu ev, bana çok büyük görünürdü.
Dedeme "Gara Meme" derlerdi. Biraz kısa boylu, esmer, yağız bir adamdı. Güçlü kollara sahipti. Pazıları o yaşta bile kaslıydı. Ayağında hep Adana Şalvarı vardı. Ayaklarında, o döneme has, kara lastik ayakkabı bulunurdu. Üzerinde kareli bir gömlek, başında da yünden yapılmış bir takke olurdu. Pek konuşmayı sevmezdi. Ama çok çalışkan biriydi. Evin arkasındaki 1-2 dönüm yeri eker biçerdi.
Bir tane inek vardı. Tabi köy yerinde tavuk olmazsa olmazdı. İnek sütü ve yumurta hiç eksik olmazdı. Elif Ninem, çok güzel yoğurt yapardı. Tabii bu yoğurdun ayranı da mükemmel olurdu. Sıcak yaz aylarında buz gibi ayranın tadına doyum olmazdı doğrusu.
Ben, tere yağda, köz üzerinde pişen yumurtayı çok severdim. O zamanlar, yemekler, hep odun ateşinde pişerdi. Evin yanına bir ocak yapılırdı. Ocağa sacayağı konur ve odunlarla ateş yakılırdı. İşte yumurtalar da burada pişerdi. Tadına doyum olmazdı. Yanında bir bardak çay veya süt de oldu mu keyfine doyum olmazdı.
Bizde meşhur bir anlatım vardır. Babam, fırsat buldukça anlatırdı bu olayı. Anlatırken de büyük bir keyif alırdı. Anneme de takılmadan edemezdi: "Elif Nineniz, genelde hep lepe yemeği yapardı. İlk evlendiğimiz yıllarda, annenizle, buraya ziyarete geldik. Dedeniz, tarlada çalışırdı Dolayısıyla ben de ona yardım ederdim. Nineniz, her gün bize yemek yapıp getirirdi. Her geldiğinde de bana: "Memmedim, içi yumuşak yumuşak soğanlı, sıcacık lepe yaptım, afiyetle ye" derdi. Öyle ki 3 gün üst üste lepe getirdi. Her getirdiğinde de aynı sözleri söylerdi: “Memmedim, içi yumuşak yumuşak soğanlı, sıcacık lepe yaptım, afiyetle ye.”
Lepeden başka bir şey yemedik. Artık lepe yemekten gına geldi. O günden sonra bir daha lepeyi ağzıma almadım" derdi.
Lepe, bildiğim veya hatırladığım kadarıyla yöre halkının “İnce setik” dediği, çok ince bulgurdan yapılan bir yemekti. Suyun içine konur, pilav gibi pişirilir, ama pilav kadar kuru olmazdı. Çorba kıvamında az biraz, sulu bir yemek olurdu. İçine yağda kızartılmış soğan, salça ve tuz konurdu. Biraz da ekşi dökünce tadına doyum olmazdı. Lepe özellikle, yufka ekmekle yenirse güzel olurdu.
Binboğa, küçük bir köydü. Yeşillik ve ağaçlar alabildiğince boldu. Su, adeta her yerden fışkırırdı. Dedemin bir atı vardı. Rahmetli Kenan Dayım, o zamanlar genç biriydi. Beni ata bindirip gezdirirdi.
Akşamüzeri tepelerde gezerdik. Gün batımını at üzerinde sadece o yıllarda izledim. Çocuk gözüyle Dünyayı çok farklı görürdüm.
Bir de dikenli incirleri meşhurdu Binboğa’nın. Yol boyunca dikenli incirler vardı. Kenan Dayım, bunlardan toplar, getirir, temizler ve bize yedirirdi. Ama çekirdekli olduğundan ben fazla sevmezdim. Hala da sevmiyorum. Tatlı olmasına tatlıydı ama çekirdekleri de ağzıma sert geliyordu. Dişlerim öğütemiyordu onları.
Bol incir ağacı da vardı köyde. Neredeyse her evin arkası incir doluydu. Bol bol incir yerdik. Narlar da çok güzel olurdu yaz mevsiminde. Ekşi narlar vardı. Bunların yanında büyük büyük Okaliptus ağaçları vardı. Halk ağzında bunlara" Gariptos" diyorlardı. Serin gölgeleri olurdu. Bu ağaçlar bataklıkları kurutmak amacıyla ekilmiş yıllar önce. Demek ki buralar da bataklık imiş o zamanlar. Yine birçok evin önünde limon ve portakal ağaçları da vardı.
Gerçekten Binboğa Köyü çok ağaçlı, çok yeşil, güzel bir köydü. Köyün orta yerlerine doğru ise Sarı Dayımın evi vardı. Burası betonarme bir evdi. Köyde yapılan tek betonarme ev idi bu. O zamanlar, betonarme evler neredeyse hiç yoktu. Sadece zenginlerde olurdu. Sarı Dayımın da o zamanın şartlarına göre durumu iyi idi. Tarlaları vardı. Onları eker biçerdi.
"Sarı" Onun lakabı idi. Gerçek adı Osman idi. “Osman Bozdoğan” diye anılırdı. Kısa boylu biri idi. Teni biraz sarıca idi. Belki o nedenle lakabı Sarı idi. Ama çok misafirperver biri idi. Gelen misafirlerini çok iyi ağırlar, mutlaka bir tavuk keser, kuru fasulye pişirtir, pilav hazırlatır, turşu ve soğan eşliğinde, yufka ekmeklerle adeta bir ziyafet çekerdi. Bir defasında tavuk ve pilava ben de denk gelmiştim. O lezzeti hala unutamadım desem yalan olmaz.
Sarı Dayım nur içinde yatsın, sevilen sayılan biriydi. Herkesi evine davet ederdi. Kimi görse "Villama buyurun, villama" derdi. Haksız da değildi. Betonarme evler, o yıllar villa ayarında idi.
Dayım, 8 köşeli şapkasıyla tanınırdı. Sarı denildi mi herkes saygıyla karşılardı. Konuşkan, hoşsohbet bir adamdı. Herkesle iyi geçinir, herkesi memnun etmeye çalışır, gelenleri de mutlu bir vaziyette gönderirdi…
Binboğa Köyü’nün az ilerisinde Alibeyli Köyü vardı. Köye giderken bir tarlanın ortasında Binboğa Köyü’nün İlkokulu vardı. Üstü kiremit çatılı idi. Kırmızı kiremitler uzaktan alev gibi görünürdü. Sanırdınız ki okul yanıyor. Kahverengi sarı boyalı idi duvarları. İki sınıfı vardı yanılmıyorsam. Çünkü uzaktan 2 odalı gibi görünürdü. Dayımın kızları da bu okula giderdi. Melehat, Nebehat ve Kutlay. Sohbet sıralarında okul anılarını hep anlatırlardı bizlere…
Öğrenciler, siyah önlük ve beyaz yakalıklarıyla dışarıda oynarlardı. Öğretmenleri de başlarında olurdu genellikle.
Annem de çocukluğunda bu okulda okumuştu. Her anlattığında "5. sınıfa kadar okudum. sınıfın en çalışkanlarından biriydim. O zamanlar 5. sınıfı bitirenler Öğretmen Okuluna gidip öğretmen oluyordu. Ben de öğretmen olacaktım. Ama babam ölünce, beni okuldan alıp, babanızla evlendirdiler.” derdi ve anlatmaya devam ederdi:
“Bir gün, okuldan geldim. Evin önünde bir at bağlı idi. Eve bir misafir gelmişti. Teyzemin oğluymuş. Bıyıklı, koca bir adam. Ayağında o yılların ağalarının giydiği, dizi bol pantolon ve çizme vardı. Koyun alımı satımı yapıyormuş. “Yosçu” diyorlar. Sonradan öğrendim. Koyun alım satım yapanlara yosçu denirmiş. Ama bunların sattığı koyunlar, kısır, doğurmayan koyunlar. Yani yoz koyunlar imiş. Ticaretle uğraştığından durumu iyi imiş. Anam, bana bakıp: “Bu oğlan, durup dururken niye geldi ki buraya? Var bunda bir iş” dedi.
Bana dönüp: “Teyzenin oğlu acıkmıştır, hadi bir şeyler hazırla,” dedi. Dışarda ateş vardı. Sahanda donmuş yağda yumurta kırdım. Altına da yağ, tekrar donmasın diye, başka bir köz koydum. O zamanlar, yemek soğumasın diye bir tabağın içine köz koyar, üstüne de yemek dolu tabağı koyardık. Böylece yemek soğumazdı. Yufka ekmek suladım. Tabii yanına da birkaç adet yeşil soğan ile bir tas ayran koyup verdim.
İş sonradan anlaşıldı. Babanız, beni görmeye gelmiş. Dayınız, okula gidiyordu. Babanıza: "Teyzemoğlu, biliyorsun babam öldü. Bacım öksüz kaldı. Gel, şunu Allah’ın emriyle sana vereyim. Gözüm arkada kalmasın" demiş. O da "Olur teyzemoğlu" demiş. Sonra bir ay geçmeden beni evlendirdiler. Bir ata bindirip Çankaza Köyü’ne gelin olarak götürdüler.
Babanızı bir defa gördüğüm için yüzünü bile hatırlamıyordum. Yakışıklı bir adamdı. Ancak nasıl bir yüze sahipti unutmuşum. Onu, bir daha düğün gecesi görebildim." diye anlatır hep.
Velhasıl, Binboğa Köyü’nün unutulmaz hatırası vardır bizde. Bu köyü bilmememize ve hiç gitmememize rağmen, evimizde hala anlatılmaktadır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.