İÇİMDEKİ POMPEİ-2
Uyandığında güneşin sıcaklığı gözlerini yakıyordu. Bir eli ile yüzünü kapatırken diğer elinden destek alarak ayağa kalkmaya çalıştı. Bir taşın üzerinde yattığını gördüğünde oldukça şaşırdı. ‘’ Ben biraz önce bir barda değil miydim? Neler oluyor böyle?’’ dedi ağlamaklı bir ses tonu ile. Olup biteni anlamaya çalışırken ilk fark ettiği şey az önce üzerinde yattığı şeyin bir taş yatak olduğuydu. Korku ve telaş içinde hem kendi kendine söyleniyor hem de ona neler olduğunu, nerede olduğunu anlamaya çabalıyordu. İçinde olduğu harabeyi gözleri ile tararken duvarlardaki freskleri gördü, bir tanesine yaklaşarak resmin ne anlattığına dikkat etti. Resim oldukça uygunsuz bir yatak sahnesini canlandırıyordu. Duvarlardaki diğer fresklerde o resmin benzerleri idi.
Yürümeye devam ederken Pompei’nin içinde gezindiğini anladı. Hakkında bir sürü yazı okuduğu, belgeseller izlediği gizemli günah şehri Pompei. Az önce ayrıldığı mekân ise hakkında çok konuşulan Pompei genelevlerinden biri idi. Burada bulunmasının bir anlamı vardı ve o bu nedeni bulmadan oradan ayrılamayacakmış gibi hissediyordu. Düşünceli ve korkmuş bir halde harabe içinde çaresizce gezinirken aslında Napoli müzesinde olduklarını okudukları taş kesilmiş insanların heykelleşmiş hallerinin sanki hala şehirde yaşıyorlarmış gibi yerleştirilmiş olmaları onu daha da ürkütmüştü. Kendi çağının çok üzerinde bir şehirleşme göstermiş olan böyle güzel bir şehrin katili tüm ihtişamı ile işte karşısında duruyordu. ‘’Vezüv, sen tarihteki en eli kanlı katillerden birisisin. Bir Tanrının böyle bir şeyi başlatması için gerçekten çok kızmış olması gerekir. Şimdi şu annesinin kucağında taşlaşmış olan çocuğa bakınca hangi günahı için taş kesildiğini sorgulamadan edemiyor insan. Bizler hangi sevaplarımız için var olmaya devam etme hakkını kazandık? Lut gölünün derinliklerine gömülen onlarca insanın içinde hiç çocuk ve hamile kadın yok muydu? Varsa doğmamış bir çocuğun günahı neydi? Eğer bu iki katliam birer ceza ise çocuklar neden öldüler? ‘’ dedi taş kesilmiş dehşeti yüzünde donup kalmış çocuğa bakarken.
Elinin karnına götürerek bulunduğu yerde dizlerinin üzerine çökerek haykırmaya başladı. ‘’Aranızda gezinen ben, hepinizin yüküyle cezalandırıldım. Bir günahın meyvesi bedenime emanet edildi ve ben onunla ne yapacağımı bilemiyorum. Sevdiğim adam ondan kurtulmak konusunda hiç tereddüt yaşamadı. Onun ölmesi ile ilgili kararı çok kısa bir sürede ve oldukça soğukkanlı bir şekilde verdi. Bedenimde kurulmuş Pompei’nin tanrısı benim. Yeni bir yaşam inşa edilirken onu kendi ellerimle yok edebilirim. Bunun için kendime onlarca geçerli mazeret üretebilirim. Sonunda bu beden bana ait olduğuna göre içinde kimin ölüp kimin yaşayacağına da ben karar veririm. Bir günahı yok etmek yüzünden kimse beni suçlayamaz. Aksine bundan ibret alınacak pek çok güzel şey üretebilirsiniz. Tıpkı Pompei’nin ve tüm evrenin sahibine yaptığınız gibi beni de haklı bulabilirsiniz. Haklı olmakla güçlü olmanın aynı şey olmadığını kim söyleyebilir?
Ayağa kalkarak yüksek sesle konuşmaya devam ederken titriyor ve ağlıyordu. ‘’Hiç birinizin içinde iyiliğe dair bir şey kalmamış mıydı? Güzel hayalleriniz, masum umutlarınız, sevgi… Evet, evet sevgi yok muydu hiç? Bir ağaca, bir kuşa, bir çiçeğe, bir çocuğa duyulan sevgilerden sizlerde hiç kalmamıştı öyle mi?’’ Başını ve titreyen ellerini gökyüzüne kaldırıp hala var olduğuna inancını kaybetmediği Yaratıcısı ile konuşmaya başladı. ’’ Dünyanın her yerinden Mısır Koçanlarını Kızartan Koku yayılıyor. Her evin ortasında bir sandık ve içlerinde var olmayan öyküler saklı. Yüzlerce acılı çığlık birer heybeden taşıyor. Senin bize sunduğun gerçekliğin ötesinde var olamadığımız bir dünya vaat ediyorsun. Sürrealist bir tablo hayal ediyorum ve bunun adına Cennet diyorum. Tutkularımızı bize sen vermedin mi? Onları elbette kullanacağımızı zaten bilmiyor muydun? Bunun için taş kesileceksek onları bize neden verdin? Şimdi içimde bir mısır koçanı, içimde bir Pompei, İçimde bir Lut… Tüm yükü omuzlarıma bırakıp bir bebeğin kalemini hiç düşünmeden kıran bir sevgili… Neden, ha neden? Bir rüyaya uyanmaktan bahsedilirken kastedilen bu değildi eminim. Tüm kâğıt kesiği geçmişlerin izini şimdi benim rahmime bıraktılar. Yüzlerce çığlığı hissetmek yeterince ağır bir ceza değil miydi? Söylesene şimdi ben bu bebekle ne yapacağım? ‘’
Ağlamaktan ve haykırmaktan bitkin düşmüş bir halde bir yıkıntının köşesine oturup kıvrıldı. Okuduğu kitabın bazı cümleleri aklına geliyordu. “Gerçekleşmesi pekâlâ mümkün olduğu halde başkaları yüzünden imkânsız olan şeyler bence insanların en büyük acısı”. Bu cümlenin gerçekliğine ne kadar güzel denk düştüğünü görünce yazara çok daha yakın hissetti kendini. ‘’Şimdi o yanan köylerin vicdanı benim içimi yakıyor’’ dedi. İnsan olmaktan nefret edecek kadar çok yaşamak zorunda kalmasa idik keşke. Görebilmek bir lanettir. Kendimizi ırklara, dinlere, ten rengine göre ayırdığımız yetmemiş gibi her birimiz bir yığın ahlak ve toplum kuralına tapar hale gelmişiz. Evlilik dışı bir gebeliğin ortadan kalkması tüm bu kuralların işleyişinin devamı için gereklidir. Doğma ve yaşama hakkını elinden aldığımız bir candan çok daha önemli diğer şeyler. Böyle bir Dünyamı bizim istediğimiz? O zaman neden hepimiz taş kesilmiyoruz? ‘’ dedi sessizce…
Zaman geçtikçe çaresizliği artıyor ve bulunduğu yere nasıl ve neden getirildiğini hala bilmiyordu. Etrafında tek bir tel örgü olmamasına rağmen kendini mahkûm gibi hissediyordu. Şimdi oradan koşarak ayrılsa etrafında onu engelleyecek hiçbir şey yoktu. Ama o hiçbir yere gidemiyordu. Görünmez mahkûmiyetinin aslında yaşadığı hayattan pek bir farkı yoktu. Şimdiki gibi kendisine ürettiği bir sürü korku ve çekince nedeni ile kendi hayatında mahkûmdu. Yüreğine saplanmış kum saati paramparça olmuş camdan kuşu besliyordu.
‘’Yürümeliyim’’ dedi içinden. Yeniden ayağa kalkıp hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yürüdükçe hep aynı yere vardığının farkına varmadan uzun süre yürüdü. Yürüdükçe geçmişini hatırlamaya başladı. Serkan ile bir kitapçıda yaşadıkları anıyı hatırladı. Gülümserken o günü yeniden gözlerinin önüne getirdi. Aradıkları kitabı bulduklarında ikisi de çok sevinmişti. Kitaba ilk o uzanmış ve heyecanla eline alıp ilk sayfasını açmıştı. Kafa kafaya verip ilk cümleyi okuduklarında birbirlerine bakıp gülüşmüşlerdi.
- Bu kitap zorlu bir yolculuk olacak sevgilim.
- Evet, ama ona ilk dokunan ben olduğum için ilk okuyanda ben olacağım Serkan . Anlaştık mı sevgilim?
- Hop! Yok, öyle bir kural. Eğer bu kitabı ilk okuyan sen olmak istiyorsan eve gidene kadar bu ilk cümleyi ezberlemiş olacaksın. Bunu becerebilirsen hem kitabı ilk sen okursun, hem de sofrayı ben hazırlarım. Anlaştık mı?
- “Karrer delirmeden önce, sadece Çarşamba günü Oehler’le yürüdüğüm halde, şimdi Karrer delirdikten sonra pazartesi de Oehler’le yürüyorum. Karrer benimle pazartesi yürüdüğü için, siz Karrer artık benimle pazartesi yürümediği için, pazartesi de benimle yürüyorsunuz, diyor Oehler, Karrer delirip hemen yukarıdaki Steinhof’a gittiği için…” Thomas Bernhard, bunu bana neden yaptın dostum? Aşkım bu cümle bir saatlik yolda nasıl ezberlenir? Eskiden olsa kolaydı ama artık ezber konusunda o kadar iyi değilim. Hem, bu cümle çok karmaşık.
- Cümleyi ışık hızıyla anlayan bir beynin var ve aynı hızla ezberleyeceğine adım gibi eminim. Hadi bakalım mızıkçılık yok.
Hatırladığı anı bir siluete dönüşüp silinirken yürümekten kan ter içinde kaldığını ancak fark etmişti. Kendisini çok güçsüz hissediyordu. Önce çok uzaktan adının seslendiğini duydu. Ses gittikçe güçlenirken o kendinden geçiyordu. Uyandığında bir hastane yatağında idi. Başında bardaki Mehmet ve Elif duruyordu ve aynı sıcaklıkla kendisine gülümsüyorlardı.
- Uyanmana sevindim madam. Sayıklamaların bizi korkuttu. Neyse ki her şey bitti. Artık iyisin.
- Ben neredeyim? Ne oldu bana?
- Hım! Sanırım anestezinin etkisi hala biraz devam ediyor. Ben, doktorun Mehmet ve bu güzel hanımda hemşiren Elif. Bize sekiz haftalık gebeliğini sonlandırmak için geldin. Biz de sana yardımcı olduk. Operasyon sorunsuz bir şekilde geçti. Birkaç saat sonra taburcu olabilirsin. Şimdi hatırladın mı?
- Evet! Yalnız yürümenin dehşeti hakkında bir fikriniz yok. Bu nedenle gülümseyebiliyorsunuz. Lütfen beni yalnız bırakın.
’bir şey yaparsak, yaptığımız şeyin bir hainlik, bir alçaklık, bir utanmazlık, çok büyük bir ümitsizlik olduğunu söylemek zorunda kalıncaya kadar yaptığımız şeyi düşünürüz, yaptığımızın doğal olarak yanlış olduğu açıktır. böylece her gün bizim için cehenneme dönüşür, istesek de istemesek de ve düşündüğümüz şeyi onun için gereken soğukkanlı düşünceye ve keskin zekaya sahip olarak aklımızdan geçirirsek, her durumda da bir hainliğe ve alçaklığa ve gereksizliğe varırız, bu da bizi dehşet verici biçimde bunaltır. çünkü düşünülen her şey gereksizdir.’
Thomas Bernhard
Deniz...
YORUMLAR
Bu yazıyı okumadan önce aynı gün kendi yazdığım yazıyı yazı zannediyordum
Oysa kalem bana yalnızca yazı olmuş, bir yaz günü içimden bir ses yaz demiş yalnızca ve yazmışım
Aynı duygular bir kış günü uyansaydı gönlümde kışkışlardım muhtemelen
Günümün değil günlerimin yazısına selam ve yola devam
Yüreğine, emeğine, kalemine, kelamına bereket
Thomas Bernhard'ın sözü de ilginç
Saygı ve selamlarımla...
Dünyada insan denen varlık taş kesilseydi bütünüyle, dünyanın daha güzel olacağını düşünüyorum. Her şey insan eliyle yok oluyor. Bebekler, hayvanlar doğadaki bütün canlı cansız olan her şeyi çok çabuk tüketen de yine insanın kendisi. Vicdan aklamanın yolunu bir püskürmüş dağa veya bir doğa olayına bağlamak yine insan acizliği...ve kaçma yolu..