- 754 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yuva
Çocuk
Bugün hava oldukça güzel. Serin bir rüzgar bahçemizdeki bodur ağaçların yapraklarını sallıyor. Güneş Ağustos hararetinden uzak; daha şefkatli, daha babacan sanki.
Az önce anneannem mamamı yedirdi. Daha önce hiç tatmadığım bir şeydi bu. Hoşuma gitmedi değil doğrusu. Bir daha aynısını istersem meramımı nasıl anlatacağımı bilemiyorum şimdilik.
Acıktığım zaman genellikle ağlarım. Kesik kesik, ağıttan daha çok bir çağrıya benzer ağızımdan çıkan ses. Alıştı bu duruma annem ve anneannem; bir takım sesler çıkardıktan sonra ağlamamın sebebini anlayıp mamamı getirirler. Altımı ıslattığımda, bir yerim ağrıdığında ya da canım sıkıldığında hep ağlarım. Bu ağıtların her biri aynı gibi görünse de aslında farklıdır. Mesela, altımı ıslattığımda ağlarken sağıma soluma hareket ederim. Bir yerim ağrıdığında daha içten ve uzun olur ağıtlarım. Çünkü o zamanlarda gerçekten canım yanıyor.
Evimiz oldukça büyük olmalı. Sabah erkenden uyanır, biraz zorlanarak da olsa beşiğimden iner, kapı açıksa salona geçer ya da dayılarımın uyuduğu odaya girmeye çalışırım. Genellikle annem işte, anneannemse uyuyordur o saatte. Sabah uyandığımda dedemi çok az görmüşlüğüm var evde. Muhtemelen o da işine gitmiş oluyor.
Bir müddet yaramazlık yapıp salonu dağıtırken çıkardığım seslere anneannem uyanır. Vitrindeki bardakları kırmamam için koşarak gelir yanıma. Beni kucağına alır, ’Sen yine mi uyandın haylaz?’ diye yanaklarımdan öper. İşte bu en kötü şey! Ne kadar güzel olsa da sevilmek, öpülmekten yanakların kızarıyor. Evde, sokakta ya da komşularımızın evinde herkes beni öpüyor. Güzel bir çocukmuşum. Gözlerim zeytin, yüzüm ay parçası gibiymiş. Hafif tombul yanaklarım şeker yumağıymış. Hele tombul ellerim, cennet meyvesiymiş.
Geçenlerde bir kadın akrabamız geldi eve. Ben dayılarımın çıkartma kartlarını yırtmakla meşguldüm. Yeni çıkan ve kaşınan dişlerimin keskinliğini deniyordum. Kağıt parçalarının tadı hoş olmasa da dişlerimle ezdiğim kağıdı hamur haline getirip ağzımda dolaştırıyordum. O sırada misafirlik için gelen akrabamız koşarak yanıma geldi. Önce garip anlamlandıramadığım bir takım sesler çıkardı. Sonra parmağını ağzıma sokup kağıt parçalarını aldı. Ona kızmadım doğrusu. Çünkü evimizdeki herkes ağzıma bir şey aldığımda aynısını yapıyordu. Kadın beni birkaç kez yükseğe fırlatıp tuttu. Sevilmek güzel ama bazen büyükler bu eylemin dozunu kaçırıp canımı yakabiliyor.
Umarım bu akşam annem erken gelir. Son zamanlarda onu daha çok özlüyorum. Hem her akşam bana mutlaka birbirinden değişik yiyecekler getiriyor. Bazılarının tadını sevmesem de bazıları oldukça lezzetli doğrusu. Annem beni havaya zıplatsa da kollarında evirip çevirse de canım acımıyor nedense. Sanki onun kolları, onun elleri daha yumuşak. Onun kokusunu henüz kapıdan girmeden anlıyorum. Şu ana kadar hissettiğim kokulardan tamamen farklı. Onun sesini ta uzaklardan bile duysam ayırt edebiliyorum. Annem beni seviyor, ben de annemi çok seviyorum.
Annem olmadığı zamanlar en çok anneannem ilgileniyor benimle. Banyo yaptırıp, elimi yüzümü güzelce yıkıyor. Temiz giysilerimi giydirip karnımı doyuruyor. Bazen de benimle oynuyor. Onun ninnileri daha güzel, oyunları daha eğlenceli geliyor bana. Anneannem beni seviyor, ben de onu çok seviyorum.
Akşamları annem eve geldikten bir süre sonra dedem de geliyor. Genellikle sessizce eve girip, eğer uyumuyorsam benim yanıma geliyor. Kucağına alıp havada zıplatıyor, yanaklarımdan öpüyor. Bıyıkları yüzüme batsa da bu durumdan çok rahatsız değilim. Bana her gün değişik bir oyuncak getiriyor. Dün akşam da çıngırak getirmiş; o çok güzel. Biliyorum dedem beni seviyor ben de dedemi çok seviyorum.
Baba
Ruhumdaki ağırlık mı beni bu denli çaresizlik girdabına çeken? Bütün günahlarım avenesiyle başucumda. Cendereye sıkışmış haldeyim. Her yeis beni biraz daha özümden uzaklaştırıyor. İçimde temiz kalan tek bir şey var; özlem. Bazen kıyılarıma vurup beni berrak denizlere çekmek için çırpınıyor.
Şu kunduracı amca ne garip bir adam! Bazen ağzını bıçak açmıyor bazen de mütemadiyen konuşuyor. Pejmürde halinin altında adeta bir bilge saklı.
’Tamire gelen her ayakkabı, bana sahibinin çilesinden bir parça getiriyor.’ diyor. Ayakkabıların tabanından anlarmış sahibinin kişiliğini.
Onun dükkânına gittiğim zaman, sanki ruhumu ablukaya alan bütün duygulardan sıyrılıyorum. Bir de ocaktan hiç inmeyen çayı yok mu, yudum yudum huzur çekiyorum içime...
Geçen gittiğimde yine aklımdan çıkmayacak şeylerden bahsetti. Kendi hayatıyla ilgili bir hakikati öğrendim. Yüzündeki çizgilerin, dilindeki hikmetli sözlerin elbette bir membaı olmalıydı; öyleymiş.
Cuma çıkışı yoldan geçerken selam vereyim diye dükkâna girdim. Tezgâhın başında eski bir iskarpini tamir ediyordu. Çaylarımızı yudumlarken bana ayakkabının sahibinin ilginç yaşantısını anlattı.
’Bu ayakkabının sahibi, bir zamanlar mahallenin en zengini idi.’ diye başladı söze. ’Oğlunu ve karısını ahşap köşkte çıkan yangında kaybetti. O günden sonra kendini içkiye verdi. Ermeni Garabed’in meyhanesinden çıkmaz oldu. Gel zaman git zaman malı mülkü bir bir elden çıktı. Son olarak da yıkık köşkün yerini sattı. Şimdi Salacak’ta küçük bir kulübede yatıp kalkıyor.’
’Yazık olmuş!’ diyebildim.
Çayından bir yudum çekti, dükkânda bir volta atıp tekrar yerine oturdu.
’Bak oğul! Allah dünyayı yarattı...’ diye başladı söze, bir süre zihnini süzdü ve devam etti:
’Dünyadaki her şeyi de kendinden yarattı. Yani, özümüz topraktan. Saraylar, köşkler, seyran bahçeleri topraktan yapıldı. Baktıkça hayranlığımızı saklayamadığımız her şeyin özünde dünya yok mudur? Sen toprağı nasıl kullanırsan o öyle şekil alır. Eğer iyi bir mimar, iyi bir usta isen sanat eserleri üretirsin. Eğer toprağı kullanmasını bilmiyorsan, ondan çöp yığınları, harabeler, cinler periler evi yaparsın. Mis de ondandır, leş de ondan... Ağu da ondandır, panzehir de ondan.
İşte insan da böyledir. Zira Allah insanı da topraktan yarattı. Kalbini iyi işlersen eşref-i mahlukat, kötü işlersen esfel-i safilin olur.’
’Her şey kendi elimizde...’ diye tasdik ettim. Sonra aklıma takılan bir soruyu sordum. Aslında cevabını bildiğim bir soruydu. Bazen kendi bildiklerimizi başkasından duymak isteriz, çünkü insanın en zor söz geçirdiği yine kendisidir.
’İnsanız, başımıza türlü musibetler geliyor. Her musibetin sebebi biz miyiz?’ diye sordum.
’İşte orada dur!’ dedi. Allah, kaldıramayacağımız bir yükü bize yüklemeyeceğini bizzat kendisi söylüyor. Öyleyse hiçbir musibet üstesinden gelemeyeceğimiz türden değildir. Zira an büyük musibetlerle peygamberler imtihan edilmiştir. Hem, ‘Sizin hayır zannettikleriniz şer, şer zannettikleriniz de hayır olabilir’ demiyor mu? Bazen bir musibet işlediğimiz bir günahın kefareti olur. Bazen de kulluğumuzun sınanması, sabrımızın imtihan edilmesidir.”
’Ya özlem?’ dedim.
Sustu. Bir müddet elindeki ayakkabının ökçesiyle gelişigüzel oynadı. Topuğa zımpara sürttü. İğneye doğru uzattığı elini aniden çekti, derin bir nefes aldıktan sonra;
’Çay ister misin.’ diye sordu?
Başımı salladım.
Çaylarımızı içerken derin bir of çekti. Onu ilk kez böyle dertli, kederli görmüştüm. Ayağa kalkıp iki metrelik dükkânda volta attıktan sonra karşıma oturdu.
’Yakup’un bir Yusuf’u vardı...’ dedi. Söyleyeceklerini zihninde topluyormuş gibi bir süre bekledi sonra devam etti: ’ Bazen nisyan isyanı önler. Nisyan da Allah’ın bir lütfudur. Dert üstüne dert konmazsa, ömrün bir derde yanmakla geçer. Mevlam her an bizi sınıyor. Kederin fazlası küfre götürür, sabır ise hedefe... İşte Yakup sabır ile kavuştu Yusuf’una. Fakat o ne nisyana düştü ne de isyana. Bizler içinse biraz nisyan iyidir oğul.
Evliliğimin ikinci yılı sevgili Pakize’mden iki erkek çocuğu dünyaya geldi. Her akşam eve cennetten bir diyara gidiyormuş gibi heyecanla ve hasretle giderdim. Evin ortasında oynaşan ikizlerin sesi hurileri, gilmanları kıskandırırdı. Onlarla oynaya gülüşe vaktimi dop dolu geçirirdim.
Hatun bazen onları alır dükkâna getirirdi. O zaman işi gücü bırakır birini bir kucağıma, diğerini diğer kucağıma alır öper koklardım. Rahmetli babam beni böyle görünce gırtlağını temizliyor gibi bir ses çıkarır, bende utanarak bırakırdım yere sabileri. Gelenek böyleydi...
Velhasıl ömrümün en mesut yıllarını yaşarken Rab’bim beni bir imtihana tabi tuttu. Hem de de ne çetin imtihan!
Bir akşam iş çıkışı eski çarşıya uğrayıp evlatlarım için şekerlemeler aldım, fileyi meyvelerle doldurdum. İçimden türküler mırıldanarak eve doğru yola koyuldum. Sağ yanımda sevinç sol yanımda garip bir hüzün vardı. Eve ulaştığımda her gün pencerede beni bekleyen, koşup kapımı açan hatunu göremedim. Kapı da kilitliydi. Seslendim duyan olmadı. Komşulara sordum, pencereden içeri bakmaya çalıştım ama nafile. Ses seda yok ortalıkta. Yüklendim kapıya ve o telaşla koca çatal kilit ikiye ayrılıverdi. Henüz birkaç adım atmadan içeri işte gözlerimin önünde hiç gitmeyen, ‘Nisyan Ya Rap’ diye yalvartan o manzara vardı. İkizler ve Pakizem uluorta yerde yatıyordu. Canlarını yokladım; üçü de uçup gitmişti bu dünyadan.
Meğer öğleyin hatun pazardan köylünün getirdiği mantarlardan almış. Hem kendisi yemiş hem sabilere yedirmiş. Kader bu ya zavallılar yardım bile isteyemeden can vermişler. O gün bu gündür kalbimde sızlayan derin bir yara vardır. Bilirim ki vermeye muktedir olan Allah, almaya da muktedirdir. Üç oğul daha bahşetti sonradan lakin özlem hiç biter mi? Hala kapıyı açtığımda Pakizem ikizler kucağında beni karşılayacak gibi gelir. Kim bilir belki bir gün cennette karşılarız. Ne dersin?’
’Amin’ dedim zoraki bir tebessümle. Belki de en büyük acılardı bize kimliğimizi veren. Bilge kunduracının sesindeki munislik, ikizlerin kalbinden akan sevginin tezahürüydü belki de. Evladımı düşündüm, imtihanı düşündüm. Günahları ve kefaretleri düşündüm. Özlem ağırdı, ölüm daha ağır...
Anne
İş telaşı, ev telaşı, çocuk telaşı... Hayat ne kadar da zormuş böyle. Birkaç gündür yönetici müsveddesi Feride ‘den çektiğim de çabası. Aman ne imiş efendim, bugün en az yirmi satış yapmalıymışız. Müşteriye sesimizi yükseltmemeliymişiz. Küfretseler de karşılık vermemeliymişiz. Neyiz biz, melek mi Feride Hanımcık? İyice sıkıldım bu iş yerinden. Vallahi çalışanlar bile bir tuhaf. Hepsi birbirinden çekilmez. Şu Canan da olmasa hemen bırakırım işi.
Şükür ki yarın izinliyim. İzinliyim de ne olacak sanki? Yarın adamın çocuğunu görme günü. Dinleneceğim yerde bir de onlara bekçilik yapacağım. Hani yaptıklarını düşündüğüm zaman hiç göstermeyesim var ama ne yaparsın işte, mahkeme kararı var. Bir de babası, yabancı değil ki... Katlanacağız bu duruma da.
Son günlerce iyice atıldı yavrum. Koşup oynuyor. Bir de ‘annaaa’ demesi yok mu, duyunca yüreğimin yağları eriyor. Ha bir de yüzü, saçları hatta bacakları bile babasına çekmiş. Şu herifi ağzıma alasım yok ama çekmiş işte Allah’ın hikmeti!
Hakikaten zormuş bu hayat. Adam olsa da oğlumuzla mutlu mesut bir yuva olsaydık. Akşam işten gelişini beklesek, sabah işe uğurlasaydık. İmreniyorum ellere vallahi. Geçen gün oğlumu gezdirmek için yakındaki bir alışveriş merkezine gittim. Bir köşede kahve içerken oğlan gitti karşı masaya. Ailesiyle kahvaltı yapan orta yaşlı bir adam aldı kucağına. Çocuk adamın sakallarıyla, bıyıklarıyla oynuyor. Yadırgamıyor bile. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Ne olursa olsun yuva gibisi yokmuş.
Sağ olsun annemin çok faydası dokunuyor bana. O olmasa büyümezdi çocuk. Onun çabaları, katlandığı zahmet beni bir nebze olsun rahatlatıyor. Hoş onun da evi ocağı, ilgileneceği insanlar var ama yine de yavrumu ihmal etmiyor. Yeni öğrendiği şeyleri hep annemden duyuyorum.
Dün beni aradı annem. ’Zeliha bu çocuk yeni bir şey öğrenmiş’ dedi. ’Ellerini açıp dua ediyor. Bir de uzatarak ahhh diyor.’
Eve gidince tatbik ettim annemin söylediklerini. Ah bilseniz ne de güzel, ne de şirin kaldırıyor ellerini havaya. Hele o kısıkça çıkan ahhh sözü yok mu... biraz daha büyüsün sübyan mektebine göndereceğim. Ağaç yaşken eğilir. Bu yaşta öğrensin, temel eğitimini alsın yavrum.
Artık oğlumla yaşlanmak istiyorum. Evlilik bana göre değil. Zira artık kimseyi çekecek takatim yok. Gençliğim, heveslerim bir bir eridi. Geriye bir oğlum kaldı. Onun iyi yetişmesine adayacağım kendimi. Aslında gencim, güzelim... Elimi sallasam ellisi ama dedim ya bana göre değil evlilik.
Çocuk
Sabah erkenden yeni giysilerimi giydirdi annem. Dün gece de banyo yaptırmıştı. Burnumu sıkarak temizlemesinden nefret ediyorum. Elinde mendille peşimde geziyor yine.
Birazdan bir adam beni görmeye gelecekmiş. Birkaç defa görmüştüm. Doğrusu, anlayamadığım bir yakınlık hissettim kendisine. Kucağındayken, beni havaya atıp tutarken hiç canım acımadı. Öperken de anneminkine benzer bir yumuşaklığı vardı. Yanında daha özgür hissetmiştim kendimi. Sanırım yine aynı adam gelecek. O yüzden ben de biraz heyecanlıyım.
Baba
Kunduracının evlatlarını kaybettiği hikaye hala aklımda. Evlat, dünyevi bütün sevgilerin daha yükseğinde duruyor. O yüzden erkenden geldim bu parka. Yan taraftaki restoranda kahvaltı yaptım. Çayımı yudumlarken oğlumu düşünüyorum. Görmeyeli ne kadar değişti acaba. Son gördüğümde saçları bayağı uzamıştı. Güçlükle yürüyebiliyordu. Sanırım bu defa onu daha çok ayaklarının üzerinde göreceğim.
Kiminle gelecek acaba? Annesi de getirebilir, anneannesi de. Annesiyle gelmesini tercih ederim. Zira çocuğun ebeveynlerini yanında görmesi onun psikolojik gelişimi açısından önemliymiş.
Keşke hep yanımda olsa, gece beşiğini sallasam, gündüz mamasını yedirebilsem, her akşam parka götürsem ve onun büyümesini anbean izleyebilseydim. Kader işte! Bir yanımızda bir yara açıyor ve biz o yaranın acısını hissettikçe acizliğimizi fark ediyoruz.
Anne
Bugün babası oğlumu görmeye gelecek. Sabah erkenden kalktık o yüzden. Çocuk henüz küçük, güvenemediğim için ben de yanında gitmek zorundayım. Yeni giysilerini giydirdim oğluma. Biraz parfüm de sıktım. Bunu niçin yaptığımı bilmiyorum. Yine de çocuğu iyi görmesi lazım ki nasıl onunla ilgilendiğimizi anlasın.
Baba-Anne-Çocuk
Elinden tuttuğu çocuğu usul usul, onu yürütmeye çalışarak merdivenlerden indirdi. Önünde Bugs Bunny resmi bulunan kot, askılı bir kapri giymişti çocuk. Üzerinde mavi bir tişört ve ayaklarında beyaz spor ayakkabılar vardı. İnce kumral saçları kaşlarının üzerine kadar inmiş, hafif rüzgarda alnına doğru yalpalanıyordu. Annesinin elinden tutmuş, her çocuğa mahsus paytak bir yürüyüşle ilerliyordu.
Kadının yüzüne yapay bir gerginlik hakimdi. Üzerinde mor bir tunik, ayaklarında gök mavisi babetler vardı. Eşarbı beline doğru salınmıştı. Çocuğun yürüyüşüne ayak uydurarak ilerliyor, bir yandan da etrafına bakınıyordu.
Anne ve çocuğun temkinli, aheste yürüyüşleri devam ederken, adam parkta bir bankın üzerine oturmuş sigara içiyordu. Arada bir arkasına bakıyor, parkın girişini kontrol ediyordu. Sigarayı bitirdikten sonra ayağı ile söndürdü, sonra da ıslak mendille ağzını ve yüzünü sildi. Cebinden bir sakız çıkarıp sigaranın kokusunu gidermesi için çiğnedi.
Kadın ve çocuk parkın girişine kadar gelmişti. Kadın tam girişte durdu, etrafına bakındı, bankları kontrol etti. Tam bu sırada adam da ayağa kalkmıştı. Eliyle bulunduğu yeri işaret etti ancak aynı zamanda kadın ve çocuğa doğru yürümeye başladı. Yürürken mavi gömleğinin üst düğmesinin açık olduğunu fark etti. Düğmeyi ilikledi, pantolonunun tozunu silkti. Nihayet karşılıklı birkaç adım atıp göz göze geldiler.
Baba: (Oğlum ne kadar da büyümüş, ne kadar yakışıklı olmuş!)
Çocuk: (Adam neden gülümsüyor acaba. Yine mi kucağına alıp havaya atacak beni?)
Kadın: (Ben şöyle köşede oturayım, adam görsün oğlunu. Fazla uzaklaşmalarına izin vermemeliyim, ne olur ne olmaz.)
Adam çocuğu kucağına aldı. Sıkıca sarılıp yanaklarından öptü. Tutmuyor, adete içine gömüyordu küçük bedenini. Gözleri buğuluydu. Kadına bu zayıf halini göstermemek için yüzünü döndü.
Çocuk çekinmeli mi yoksa adamın kollarına kendisini bırakmalı mıydı, bilemiyordu. Fakat daha güvende, özgür ve güçlü olduğunu hissediyordu. İri, siyah gözlerini adamın yüzünde gezdiriyor, bu yüzün yabancı olamayacağı duygusuyla sessizce bu duygusal ana kendini bırakıyordu.
Baba: Tut elimden oğlum, koşmaca oynayalım. (Yüreğim niye titriyor böyle. Bu tarifi zor bir duygu benim için. Bütünüyle sevgi yumağıyım şimdi. Allah’ım dirayetli olmam için güç ver bana)
Çocuk: (Neden oğlum dedi ki bana. Dedem de dayılarıma oğlum diyor hep. Oğlum ne demek acaba?)
Kadın: (Ne olurdu şu anı yuvamızda yaşasak. İkisi de çok mutlu görünüyor. Ben yine de bu adama duygulandığımı belli etmemeliyim)
Yaklaşık bir saat boyunca parkta çocukla oynadı adam. Çocuk da adama alışmış, onu şımartan tavır ve sevgi gösterileri karşısında neşelenmişti. Adamı kovalıyor, arada bir yere düşüyor, sonra tekrar kalkıp koşmaya devam ediyordu. Yakaladığında, adam muzipçe bir hareket yapıyor, çocuk bu basit oyuna kahkahalarla gülüyordu.
Baba: Her gün seninle oynamamı ister misin oğlum? Ben senin babanım, sen de benim güzel, tatlı, akıllı oğlumsun. Babalarla oğulları beraber oyun oynayabilir.
Çocuk: (Ben bu baba ile her gün oynamak istiyorum artık. Çünkü çok eğleniyorum.)
Kadın: (Artık vakit doldu. Fakat oğlum çok mutlu görünüyor. Biraz daha beklesem mi?)
Nihayet, mahkemenin belirlediği kişisel münasebet süresi dolmuştu. Ayrılık vakti yaklaştıkça adamın hüznü de artıyor, o duygu yoğunluğu içinde oğlunu defalarca öpüyordu.
Kadın: Oyun bitti, artık gidiyoruz oğlum.
Çocuk: (Ben baba ile oynamak istiyorum. Hem onunla oynamak çok eğlenceli)
Kadın: Haydi oğlum, bırak babanın elini artık. Gitmeliyiz.
Adam: (Onlarla eve kadar yürüsem olmaz mı?)
Çocuk: (Baba da bizimle gelse olmaz mı?)
Kadın: (Bizimle eve kadar yürüse olmaz mı?)
Kadın, çocuğun elinden tutup yürümeye başladı. Adam buğulu gözlerle oğlunun zoraki yürüyüşünü izlerken, çocuk aniden arkasına döndü. Koşarak adamın yanına geldi, elinden tutup annesine doğru yürüdü. Diğer elini de kadına uzattı. Şimdi iki eli de doluydu. Hiç tatmadığı bir lezzeti avuçlarında hissediyor, yüzünü dünyanın bütün iyilikleri aydınlatıyordu. Kadının evine kadar hiç konuşmadan yürüdüler.
Kadınla çocuk kapıdan girerken, her ikisi de arkasına dönüp baktı.
Kadın: (Bir gün yuvamıza döner misin?)
Adam: (Bir gün yuvamızda olur muyuz?)
Çocuk: (Baba beni çok seviyor, ben de babayı çok seviyorum)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.