- 667 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
Aşkın Pembe Panjurlu Türbesi
Aşkın ömrü ne kadardır? Bu konuda birçok yazar ve şairin sayfalar dolusu eseri vardır. Neticede bu konudaki genel kanaat aşkın azami ömrünün iki ya da üç yıl olabileceği noktasındadır.
Tabi insan çoğu zaman tam olarak ne zaman âşık olduğunu kestiremediği için elinde kronometreyle süreyi tespit etmek de zorlaşacaktır.
Duygusal bir yaradılışımla birlikte olaylara empatik bakma yeteneğimi kullanarak zaman zaman yaşadığım hoş tecrübelerime de dayanarak aşka ömür biçmek yerine aşkı zevale götüren sebepleri gözler önüne sermek istiyorum.
Aşkın kırmızı çizgilerini en net ve açık bir şekilde Osmanlı şairi Fuzuli çizmiştir.
‘ Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.’
Büyük şairimiz aşkın yok olmasına sebep olarak ilk bakışta derman gibi görünen kavuşmayı göstermektedir. Aşk noktasındaki en büyük handikap belki de bu budur. Âşık olanlar hemen Pembe Panjurlu bir evde birbirlerine kavuşmayı ve birlikte yaşamayı düşünürler.
Gerçekte Pembe Panjurlu ev sanıldığı gibi aşkın Cenneti değil cehennemidir. Yine aşkın sarayı değil, bilakis türbesidir.
Hazreti Âdem’in Cennetteki yasak meyveyi yedikten sonra Galaktik boyuttan dünya kotuna gönderilmesi sembolü metafizik evrenden fizik âlemine ( Mavera’dan Masiva’ya )gönderilmesi anlamını ifade etmektedir. Aynı şekilde metafizik boyutun insan ruhundaki yansıması olan ve belki yaratanın insana bahşettiği en büyük hediyesi olarak kabul edebileceğimiz aşk duygusu maalesef dünyaya, yani fiziksel âleme bağlanışı temsil eden Pembe Panjurlu Ev’de ölmeye mahkûmdur.
Bunun kurtuluşu yoktur. Olmamıştır. Cennette olmayan çirkinlikler, Pembe Panjurlu Ev’de aşkın bütün güzelliklerini bire bir markajla nötralize etmeye çalışacaktır. Bu Anasırı Erbaa’dan yaratılan insan bedeninin dünya ile ilişkisinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur.
Âşıklar Pembe Panjurlu eve girdiklerinde aşk çoktan ölmüştür. Evlilik hayali bile aşkın böbrek sancılarının başlamasına yeter.
‘ Aşkım, vitrini de Ankara mobilyadan isterim bak!
Ya, onu da kız tarafı alsın artık!
Taksitle alır iki yılda öderiz aşkım!
Kurban bayramında bize gideriz, Ramazanda da sizinkilere.
Aaa ama o zaman bir günlük haksızlık olmaz mı?’
Bu ve benzeri cümlelerin her biri aşkı zehirli hançerle yaralar. Bu aşamadan sonra aşk iflah olmaz. Kapitalizmin ve likensi hayatın etkisiyle enfekte olur. Bu aşamadan sonra yapılacak şey, pansuman tedbirlerle yoğun bakım ünitesindeki aşkın ömrünü biraz daha uzatmaya çalışmaktan başka bir şey olmayacaktır.
Bunu özellikle aşk evliliği yapacaklarını iddia edenler için söylüyorum. Evlilik ölüm döşeğindeki aşkın yoğun bakım ünitesidir. Aşka zevc ya da zevce denen refakatçi nezaretinde ihtimamla bakılır ama artık çok geçtir. Bir müddet sonra ölüm aşkın tarihi ve makûs kaderi olacaktır.
Dikkat ederseniz dünya üzerindeki bütün Allah âşıkları dahi dünyadan ve insan topluluklarından uzak yaşamışlardır. Hiç düşündünüz mü neden diye?
Kapitalizm aşkı öldürür.
Anasırı Erbaa’dan yani insanı aşktan ayıran dünyanın kapitalist yüzünden kaçmak istemişlerdir.
Âşık olmayan, âşık olamayan ya da âşık olmasını bilmeyenler bu açlıklarını dünya malına yani kapitalizme tamahlarıyla tatmin etmeye çalışırlar. Teknolojinin akıl almaz nimetlerine karşı aşırı ilgi duyarlar. Bundan mahrum iseler ya da dünya malına tamah ruhlarındaki güzellik açlığını doyuramazsa bu sefer de dünyadan ve insanlardan öç almak isterler. Ve bu amaçla ideolojik ve politik düşüncelere saplanırlar.
Bir zamanlar Deli Fırat’ın iki yakasında iki sevgili yaşarmış. Delikanlı her gece Fırat’ın deli akan hırçın sularına atlayıp karşı tarafa geçer; sabaha kadar sevgilisi ile birlikte olurmuş. Sabah gün ağarmadan tekrar Fırat’ın azgın sularını aşarak karşıya geçermiş.
Bir sabah sohbete dalıp günün ağardığını geç fark etmişler. Delikanlı her zaman yaptığı gibi Fırat’ın karşı yakasına geçmek istemiş. Fakat sevdiği, bugün aynı şeyi yapmamasını istemiş.
Delikanlı bu ince uyarıya kulak asmamış ve bırakmış kendini azgın sulara. Dalış o dalış; bir daha onu gören olmamış.
Neden dersiniz? Çünkü aşk ay ışığını sever. Aşk gerçeğe ve olana değil iç dünyada yaratılan sevgiliye yöneliktir. Aşk gizemi sever. Sevgiliyi bile olduğu gibi değil görmek istediği gibi gösterir. Bu durum ancak ay ışığında mümkündür. Gün ışığı büyüyü bozar; olanı ve salt gerçekliği tüm çıplaklığı ile ortaya koyar. Bu ise aşkın Viyana yenilgisidir. Duraklama devresinin arkasından yıkılış ve çözülüş gelecektir.
Aşk gizemi sever. Arayış içindedir. Sürekli keşif ister. Onun için âşıklar birbirlerinden uzak kaldığı müddetçe aşkın ömrü ona paralel uzayacaktır. Eğer Leyla ile Mecnun ya da Ferhat ile Şirin bir şekilde birbirlerine kavuşmuş olsalardı Türk Edebiyatı iki büyük aşk hikâyesinden mahrum kalacaktı.
Vuslat tarafların birbirlerini iyilerinin yanında kötü ve yanlışlarıyla da tanımalarına vesile olacaktır. Bu ise en sevdiğiniz yemekten kıl çıkmasına benzer. Bu durum aşkı besleyen sevgi ırmaklarını, muhabbet kaynaklarını bulandıracak; hatta kirletecektir.
Sevgililer birbirlerini görmeye giderken makyaj yaparlar, fotoğraf pozu gibi uzun sürmeyecek teyakkuz moduna girerler. Sevgiliye hep en iyi yönlerini ve yanlarını göstermeye çalışırlar. Evlilik gibi uzun metrajlı birlikteliklerde bu konumu uzun süre ve istikrarlı bir şekilde sürdürmenin imkân ve ihtimali yoktur.
Sadece bu bile tarafların aşklarının voltajını düşürerek kısır ve rutin bir sevgiye dönüştürmeye yetecektir. İşte bunun için aşkın devamı açısından vuslatın mümkün mertebe ileriki tarihlere ertelenmesi aşkın ömrünü uzatacaktır. Fakat her halükarda vuslat kemale ermiş aşkın zevalini başlatacaktır. Bu kaçınılmaz sonun önüne geçmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Hiçbiri olmasa bile en sevdiğiniz yemeği sürekli yediğinizde nasıl kanıksarsanız; vuslatın rutine bağlanıp tekerrür etmesi durumunda aşktan bıkıp usanmanız mukadderdir.
Aşk içseldir. İç dünyada kurulan idole yöneliktir. Vuslat ise bu gizemli duygusal trans halinin en büyük düşmanıdır.
Batı Afrika’nın bir bölgesinde batıdan gelecek beyaz adamın Tanrı olacağına dair bir halk inancı varmış. Bir gün bir şekilde deniz seyahati ile Batı Afrika sahillerine bir beyaz adam çıkar. Ve halk ona Tanrı gözüyle bakmaya başlar. Beyaz adam bundan memnundur. Sırrının açığa çıkmaması ve onun da diğerleri gibi olduğunun anlaşılmaması için halk ile arasına aşılmaz surlar örer. Fakat bir gün yaralanır ve vücudundan kan akmaya başlar. Halk bir Tanrıdan kan akmayacağını düşünerek, beyaz adamın Tanrı olmadığına karar verir. Sonra da öldürür.
Vuslat bu gizemin ifşa edilmesi demek olduğu için aşkı kısa zamanda yok etmeye, kurutmaya ve bitirmeye yetecektir.
Yok eğer insan içine çıkarken sergilediğiniz sahte yüzünüzü vuslat ile birlikte yirmi dört saat, üç yüz altmış beş gün sergileyeceğinize eminseniz o zaman söyleyecek sözüm kalmaz benim.
Terlemeyeceksiniz, ağzınızı şapırdatarak yemeyeceksiniz, hasta olup yüzünüz sarkmayacak…
Nasıl zor mu geldi? Bunları yapmak bir kere daha askerlik yapmaktan daha zor değil mi? O zaman aşkı vuslatla birlikte devam ettirmek o ölçüde zor demektir.
Vuslat diye ısrar ederseniz; Pembe Panjurlu eviniz kısa zamanda aşkınızın türbesi olacaktır.
YORUMLAR
Doğru tespitlerle dolu, son derece düzgün imlaya ve akıcı bir anlatıma sahip yazınızı kutluyorum!
Sanırım, iyi bir yazar keşfettim:)
Saygıyla...