- 633 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Derdi olanın 'derinleyesi' vardır
Bazı şeyler üstüste geliyor. Ve beni yazmak konusunda motive ediyor. Geçenlerde okuduğum 1902 Doğumlular’da, Ernst Glaeser, çocuk karakterin dilinden (gayet fıtrî bir şekilde) diyordu ki: "Sağlığım yerindeydi. Bu yüzden gözümün görmediği şeylere ilgim yoktu." Sonra yine yenilerde izlediğim A Wrinkle in Time/Zamanda Kıvrılma filminde Mrs. Who (Bayan Kim) karakteri Mevlana Celaleddin-i Rûmi Hazretlerinden bir alıntı yapıp diyordu ki: "Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir!" Bugün de Dr. Hakan Yalman abi son noktayı koydu bu tevafuk silsilesine: "Hastalıklar bize iç zenginliklerimizi keşfettirir."
Kader fırçasının bu küçük sırlı dokunuşları benlik tuvalimde nasıl bir resim oluşturdu? Önce ona geleyim arkadaşım. İlk düşündüğüm şey şu oldu: "İnsan bir derinliğinin olduğunu dertleri sayesinde keşfediyor." Evet. Kalbime gelen ilk mana buydu. Çünkü kendi tecrübelerim üzerinden de defalarca aynı okumayı yapmıştım. Dokunamadığım yerlerim olduğunu, yani ’sadece göründüğüm kadar’ olmadığımı, en çok ’dertli olduğum zamanlarda’ hissetmiştim.
Takip edenler mutlaka bu tekerrürü yakalamışlardır. Bir süredir (yazılarıma yayılmış şekilde) bir ’varlık algısı’ndan bahsediyorum. Birkaç cümleyle yeniden dokunmam gerekirse: Bence biz gündelik hayatta evrenin sadece kabuğunda yaşıyoruz. (Tıpkı yerkürenin kabuğunda yaşadığımız gibi.) Hem kendi varlığımızın da sadece yüzeyinde tutunuyoruz. (Tıpkı kuyuya düşerken dala tutunmak gibi.) Mürşidimin; "Bu hadsiz tereşşuhat ve lemeat gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir!" demesi kabilinden ben de diyorum ki şimdi:
İnsanın gördüğü âlemde idrak ettiği vücudundan başka uzantıları da var. Kolu gibi, bacağı gibi, ayağı gibi başka yerleri veya şeyleri de var. Göründüğümüzden ibaret değiliz. Nasıl? Örnek üzerinden anlatmaya çalışayım.
Buzdağlarından oluşmuş bir dünya düşünün. Evet. Hayalinize getirin. Kocaman okyanus. Dingin su. Yüzeyde buzullar. Düşünün, düşünün, düşünün. Bir bütün şeklinde düşünmeyin fakat. Parça parça buzdağları var gibi düşünün. Öyle ki herbirimize bir parça buzdağı düşsün. Bizim yerimize geçsin otursun. Ve bu buzdağları aynı zamanda şuurlu şeyler de olsun.
Gözleri var. Görüyorlar. Kulakları var. İşitiyorlar. Kalpleri var. Hissediyorlar. Ancak bu göz, kulak ve kalplerin tamamı sadece suyun yüzeyini görebiliyor. Yani suyun altına tesir edebilecek bir ’duyu’ veya ’duygulanış’ sistemine sahip değiller. Bu nedenle yaşadıkları âlemi sadece suyun yüzeyindeki kadar biliyorlar. Normalde bin arşın olan boylarının sadece suyun üzerinde kalan üçtebirini bedenleri sanıyorlar. Kalan kısmının ise, suyun altında kaldığı için, farkında değiller. Hatta ’suyun altı’ nedir onu da bilmiyorlar.
Fakat bazen birşey oluyor. Mesela: Titanik misali yolunu şaşırmış bir gemi gelip onlara çarpıyor. O zaman buzdağı yerinden oynuyor. Biraz sağa/sola kayıyor. Bu kayma sırasında aşağısında onu tutan birşeyler olduğunu farkediyor. Sadece suya temas eden yerinden ibaret değil varlığı. Suda kalabilmek için aşağısına da muhtaç. Gemi çarptığında aşağıdan birşeyler karşı koydu ona. Belli. Anlıyor. Hissediyor. Bu uyanışla birlikte kendi gaybını sezmeye başlıyor.
İşte, bence, biz de bu dünyada tıpkı buzdağları gibiyiz. Gündelik yaşamı sürdürdüğümüz üç boyutlu âlem (hadi zamanı da katalım dört olsun) aslında sadece yüzey. Duyularımız sadece yüzeyde/yatayda ’görebilirlik’ yeteneğine sahip. Bu nedenle derinliğe dair bir bilince sahip değiliz. Tamam. O derinliğin varlığını sezdiğimiz zamanlar var. Tıpkı kesilen uzuvların sahiplerine ara-sıra yokluklarını hatırlatan nöbetler yaşatması gibi nöbetler yaşıyoruz. Daralıyoruz. Sıkılıyoruz. Bunalıyoruz. Vicdanımızın "Sen bu kadar değilsin!" haykırışlarıyla dolu isyanlarını duyuyoruz. Ancak uyanamıyoruz. Yüzeyde takılmayı seven bir yanımız var: Nefsimiz. Onun tutunmayı birazcık bırakması gerek derinlere dalabilmemiz için. Yani uyanabilmek için bir geminin bize çarpması gerek.
Yaşadığımız sıkıntılar da böyle bir fonksiyon görüyorlar. Bizi sağa/sola oynatıyorlar. Nefsimizin tarassutundan nefes aldırıyorlar. Kabuktan öze doğru bir yolculuk yaşıyoruz. Anlıyoruz ki: Biz sadece gözümüzün gördüğünden ibaret değiliz. Kabuktaki varlığımızın gürültüsünden farkedemediğimiz birçok zenginliğimiz var. Aşağılarda, daha önce duyulmamış, birçok güzel ses var. Yüzümüzü onlara çeviriyoruz. Dünyada azalan bedensel varlığımıza bedel yeni bedenler dünyamıza doluyor. Dışımızdaki dünyanın kaybı bizi içimizde yeni bir kainat sahibi kılıyor. Bazen kalemle içine dalıyor ve inciler çıkarıyoruz. Bazen hastalıkla değişen ahlakımız incilerin yüzeye çıkmasına vesile oluyor.
Bazen de hastalıkla birlikte bizde oluşan yeni ’bütüncül bilinç’ varlığa daha dengeli bir yerden bakmamızı sağlıyor. Her şekilde derinlere dalmamızın delili yüzeyde zayıflamamız. Geri döndüğümüzde ’başka bir insan’ olarak yüzeye çıkmamız. İşte; hastalıklar, musibetler, dertler, kederler aslında ’derinlerin hatırı için’ bir nebze yüzeyde zayıflatılmalarımızdır bizim. (Derdi olanın mutlaka derinleyesi vardır.) Çünkü yaşam biraz da Montaigne’nin dediği gibidir: "Issız yerlerde kendin için bir evren ol." Belki de ’ıssızlık’ bu işin sadece bahanesidir arkadaşım. Evren zaten bizimledir. Issızlıksa yatayda yakalanmış bir sığlıktır.
YORUMLAR
Kisaca; "tas" atip suyun derinligini olcen "insanin" derinligi de, yurudugu yokuslarda ayagina carpan "taslara" gosterdigi mukavemet ile olculebilir.. Bir de hep derinlerde yasayanlar icin bir hal recetesi sunalim, onlar suyun yuzune nasil cikacak ve biraz nefes almayi basarabilecekler siradan insanlar gibi, diye soranlar icin nacizane tavsiye; cikmayin, dayanabildiginiz kadar tutun nefesinizi. Suyun dibi berrak, yuzeyi ise bulanik ve asil hayat derinlerde, kuytularda, cunku hayat buzdaginin gorunmeyen yuzunde.
Guzel tesbitleriniz, tebrik ederim.