“HERKESİN BİR K.K.K.SI VAR”
Koca Yusuf bir Belediye işçisi, iri yarı yapısı bir doksan boyu ile tefrikalardaki güreşçileri andırıyordu. Esmer tenini ve gür saçları onu daha da heybetli yapıyordu. En göze çarpan özelliği de pala bıyıkları idi. Dudağının üstünü kaplayan alan oldukça genişti. Yusuf da bu alanı bir pala bıyıkla doldurmuştu. Koca Yusuf dendiği gibi Pala Yusuf da diyorlardı. Koca gövdesinde bütün insanları seven bir yürek taşıyordu. Temiz kalpli içinde hiçbir kötülük olmayan bir insandı.
Güçlü kuvvetli olduğundan belediye otobüslerinin tamir edildiği atölyede en çok tekerleri ona taşıtırlardı. En ağır işleri ona yaptırırlardı. Bazen kriko gibi ağırlık kaldırdığı da olurdu. Yusuf’un bıyıkları bazı kişilere batardı. Kimi Kızılbaş, kimi Kürt kimi de Komünist dediği olurdu. Kimileri de bu üçünü bir araya getirip K.K.K. dediği olurdu. Tabi yüzüne karşı değil arkasında konuşurlardı. Çünkü onun iri cüssesinden çekinirlerdi. Bu tanımları daha çok Alevi’si, Kürt’ü ve Solcularla arkadaşlık yaptığından çıkartırlardı. Kimin de Alevi’lik vardı, Kiminde Kürt’lük, Kiminde de Solculuk varsa, Yusuf da üçü de var gözüyle bakarlardı…
Oysa Yusuf’un bunların hiçbirisiyle ilgilisi olmadığı gibi bunların hiç biriyle ilgilenmeyen bir yapısı vardı. Tıpkı bir çocuk gibi böyle bir ayrımı yoktu. Camiye gitmez, ramazanda da oruç tutmaması da etken olurdu. Kim bu konulardan söz açsa o hiç girmez, sessiz kalırdı. Onun bu sessizliğinden bile bir şeyler çıkartırlardı. Çalışkanlığı, iyilikseverliği bile onu sevmeyenlerin gözünde maske olarak yorumlanırdı.
Bir gün birisi ağzından ona için “K.K.K.” dendiğini kaçırdı. O kadar saftı ki, bunun ne demek olduğunu çıkaramadı. Saygı duyduğu ve kendisine koca bıyık diyen çantasında sürekli kitap taşıyan balatacı Halil’e sordu. Halil, de Yusuf’u çok iyi tanıyan ve ona Koca Bıyık derken bile Stalin’e benzettiğini söylememişti. Çünkü Yusuf bu tür benzetmelere bile kırılabilecek bir insandı. Gerçekten de Halil Ustanın saptaması çok yerinde idi. Yusuf iri yarı gövdesi ve heybeti ile Stalin’i andırıyordu. Belki de bu benzeşimi onu sevmeyenler de yapmıştı. Ve ona düşmanlığın altında bu benzeşim vardı. Halil, K.K.K.’nın Kara Kuvvetler Komutanı olduğunu söyledi. Yusuf buna pek aldırmadı. Çünkü iri yarı biri olarak Kara Kuvvetler Komutanı olabilecek bir benzetmeye gülümseyerek karşıladı.
Halil usta ayaküstü söylediği bu benzetmeyi daha sonra detaylı bir şekilde Yusuf açıklamayı tasarladı. Bir öğle yemeğinde Yusuf’un karşısına oturdu. “Yemeği çabuk ye seninle parkta biraz güneşlenelim” dedi. Yusuf şaşırmıştı. O kadar güneşli günler geçmişti. Ama ‘Halil Usta hiç güneşlenelim’ dememişti. Anlatmak istediği bir şey olduğunu sezmişti. Halil Usta, “Yusuf kardeşim ben sana demedim mi? Bizimle fazla gezme adın komünist’e çıkar” dediğinde Yusuf şaşkın bir şekilde kendisine baktı. “Sana niye K.K.K. diyorlar Yusuf” diyerek sürdürdü. Yusuf da “Sen dedin ya Kara Kuvvetler Komutanı”. Halil, Yusuf’un bu saf hallerine çok sinir oluyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Halil usta, biraz da yaşça büyük olduğundan biraz kızgın bir şekilde söze başladı. “Oğlum keşke öyle olsa aslında o K.K.K., Kara Kuvvetler Komutanı olduğu doğru ama sana söyledikleri o değil.” Dediğinde Yusuf oldukça şaşkın bir şekilde Halil Usta’nın yüzüne baktı. Yusuf “onların kastettiği Kürt, Komünist, Kızılbaş demek istiyorlar” Yusuf kızardı, bozardı, yutkundu ne diyeceğini bilemedi. Daha sonra “ama ben hiçbiri değilim ki” diyebildi…
O günden sonra Yusuf’un yüzü pek gülmedi. Ama hiçte değişmedi yine eski Yusuf’tu, kendisi hakkında böyle düşünenlere bir düşmanlık gütmedi. Yine iyiliksever, alçakgönüllü, candan bir insanlığı devam etti. Bu da onu sevmeyenleri iyice deli ediyordu. Birine yardım toplandığında Yusuf en çoğunu vermeye çalışıyor. Birinin düğün nişanı olduğunda hediyeye en çok katkıyı o yapıyordu. Bunu bilinçli de yapmıyordu. Gülenle gülüyor, ağlayanla ağlıyordu. Bütün mesele bıyıkları bir kılıç gibi birilerini rahatsız etmesi idi…
Aslında bütün bunlar dönemin ruhuna uygun bir davranışlardı. Çünkü ülkede adeta bir iç savaş vardı. Birçok ilde silahlı saldırılarda sağ ve sol insanlar öldürülüyor. Ülke yalnız sağcılar ve solcular var gibiydi. Son aylarda artık kitle katliamları yaşanıyor. Maraş, Çorum, Malatya, Sivas da kitleler katlediliyor Onlarca insan kitlesel olarak katlediliyordu. Birçok bilim adamı suikastlarla öldürülüyordu. Belki de Koca Yusuf bu nedenle suya sabuna dokunmadan başka bir tabirle etliye sütlüye karışmamayı seçiyordu. Ama Alevi, Kürt ve Solcularda kendine yakın bir şeyle bulduğundan olsa gerek daha çok onlarla yakınlık kuruyordu. Bunun farkında bile değildi. Ama onu gözleyenler, izleyenler bunu fark ediyorlar, bozuluyorlar ve gizli düşmanlıkları başlıyordu…
Koca Yusuf un bıyıkları birçoklarının gözüne batıyordu. Ama sadece Yusuf da bıyık yoktu. Ülkücü Osman’daki bıyıklarda Yusuf’tan kalır yanı yoktu. Onun bıyıkları da kalın ve dudak yanlarında çeneye yayılarak bir yarım ay çiziyordu. Ama Osman memur idi. Kurumda memurlar ve işçiler arasında bir ayrımında vardı. Oysa memur olarak Osman’ın böyle bir bıyık uzatması mevzuata aykırı idi. Ama Osman’a kimse bir şey diyemiyordu. Osman bıyıklarını seviyor bilinçli uzatıyor. Ama Yusuf bıyıklarını sevmediği gibi ne yapacağını da bilmiyor. Çünkü bıyık kısmı kendisinin istemediği kadar genişti. Hatta bazıları takılırdı. “Ayhan Işık gibi üsten alttan alarak bir şekil verebilirsin” diyorlardı. Ama Yusuf buna itibar etmiyor. Çünkü biraz doğal olanı seviyor gibi bir yapısı vardı. Ayrıca birini taklit etmek ona hiç yakışmayacağını da çok iyi biliyordu.
Kurumda memur personel askerde olduğu gibi nöbet tutarlardı. Bu nöbetler 24 saat olurdu. Yani 17 mesai bitiminden, ertesi günün 17’sine kadar bütün memurlar nöbet tutardı. Bu da yılda bir memur’a sıranın geleceği demekti. Memurlar bu nöbetlere bayılırdı. Çünkü tekdüze memurluk yaşamına yılda bir defa olsa da bir renk gelirdi. Ayrıca memurlar işçilerin çalıştığı ortamı ve onları tanıma fırsatı buluyorlardı. Ülkücü Osman’ında nöbeti Yusuf’un çalıştığı atölyelere düştü. Yusuf’la Osman ilk defa karşılaşıyorlardı. Osman’ın adamlarını niyeti, bir amir konumunda olan Osman’a Yusuf’u ezdirmekti. Oysa Yusuf’la Osman çok işi anlaşıyordu. Yusuf, Osman’a çay servisi yaparak ağırladı. Osman’a saygılı davranırken, Osman da Yusuf’a saygılı idi. Belki de ikisinin de ortak noktası Adanalı olması idi. Gerçi Osman, Osmaniyeliydi. Ama olsun yinede bir hemşerilik vardı. Buna en çokta Yusuf’u sevmeyenleri bozuldular…
Bir gece 12 Eylül darbesi gerçekleşir. Çalışanlar arasında birazda olsa yumuşama başlamıştı. Kuruma askeri yöneticiler atanmış. Bunu fırsat bilenler birbirini çeşitli bahanelerle şikâyet etmeye başlamıştı. Birileri askeri yöneticilere Yusuf’u hırpalatmak istiyordu. Askeri yöneticilerin bir tıraş takıntısını bilenler Yusuf’u kirli sakallı halini yakalayıp Hasan Bey dedikleri Albay’a ne söyledilerse, Albay Hasan Bey de Yusuf’un önünü kesti. Yusuf o gün kirli sakalı uzamış ve morali bozuktu. Albay “bu ne sakal” diyerek, Yusuf’a çıkıştı. Yusuf da Albay’ı kurumdan memur çalışanlardan biri sanarak pek takmamış. “Şey etmişim sakalını, evde çocuk hasta sen sakal derdindesin” demiş. Albay hiçbir şey demeden yerine gitmiş. Ertesi gün Yusuf’u çağırmış. Yusuf, Hasan Albay’ın huzuruna çıkmış. Hasan Albay, “Geçmiş olsun çocuk nasıl oldu” demiş. Amacı kendisini amiri olduğunu göstermek ve özür diletmek olduğu belli etmeye çalışmış. Yusuf, “Sağ olasın Hasan Bey, iyi insansınız arkadaşlarım bile sormadı, kusura bakma geçen gün sizi tanımadım. Biz işçiler amirlerimizin hepsini tanımayacak kadar uzak ortamlarda çalışıyoruz.” Diyince arada bir sıcaklık doğmuş. Hasan Bey de anlamış ki, bir dolduruşa geldiğini…
Bu ziyareti Yusuf, “Hasan Bey beni çaya çağırmış” diye anlatınca bu kez K.K.K..’lar birbiriyle kaynaştı gibisinden bir söylenti çıkardılar. Yani ima ettikleri Kara Kuvvetler Komutanları ile Kürt, Kızılbaş, Komünistler kaynaşmıştı. Oysa askeri yöneticilerle en çok içli dışlı olanlar onlardı. Lojmanlarda yemekler düzenleniyor, yemeğe davet edenler onlardı…
Zaman küçük sularda fırtına koparanların bir kez daha yanılıyordu. Küçük sularda koparılan fırtınanın kimseyi bir yere sürüklediği yoktu. Küçük insanları küçük eğlencelerinden başka bir şey değildi. Birbirlerini anlamadan küçük sorunlarla birbirlerini yıpratıyorlar ve birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Belki de bu küçük tatsızlıklar küçük önyargıların önlerine çektiği bir duvardı da farkında değillerdi. Yusuf’un iri yarı boylu boslu oluşu ile alay ederler. “Allah boy vermiş, koy vermiş” gibi laflarla onu küçük görürler fakat asıl küçük gördükleri kendileri idi. Ama bunun farkında değillerdi. Bir gazete bile okumayan kulaktan dolma bilgilerler yaşam ancak böyle sürdürülebilirdi.
Bu küçük insanları dünyaları değişmezken, ülkede referandum oldu. Nitekim paşa büyük bir oy oranı ile ülkenin başına geçti. Ülke sözde demokrasiye geçmişti. Ülke genelinde yapılan seçimlerde askerlerin işaret ettiği Özal hükümeti kuruldu. Özal hükümetinin zayıflamasıyla birlikte ülke genelinde büyük birçok belediye solcular kazanmıştı. Bu dönemler Yusuf üzerindeki basılarda biraz olsun kalkmıştı. Yusuf hep ne sağcı ne solcu o bir futbolcu idi. Küçük radyosuyla sürekli spor haberleri dinlemesi de bu yakıştırmayı doğuruyordu…
Belediyelerin yıpranması, belediye adayların bir irtifak kuramamasıyla bir seçim sonunda kafa tokuşturanlar ve birbiriyle kucaklaşan badem bıyıkların sevinçlerinden Belediyenin yönetiminin değiştiği anlaşıldı. İlk işleri de Yusuf süngüne göndermek oldu. Yusuf evine çok ters bir yörede belediye birimine gönderildi. Sendika temsilcisinden tutunda birçok kişi buna engel olamaya çalıştı. Ama nafile emir büyük yerden gelmiş. Yusuf çok erkenden kalkıp yollara düşüyordu. Ama asıl sorun küçük iki çocuğunu okula bırakması gerekiyordu. Eşi ise bu görevi üstlenmeyecek kadar hasta olması idi. En son birileri bu işin peşine düştükçe daha kötü olacak diyerek noktayı koymuştu…
Yusuf lanet olsun diyerek, kaderine arzı oldu. Sabahın köründe kalkıp iki üç bazen dört aktarma ile işe gidip gelmeye başladı. Bir iş çıkışı akrabası, olan anne babası olmayan yani öksüz ve yetim Mehmet’e uğradı. Her boş zamanında uğradığı gibi uğrayarak, kendisine emanet edilmiş bu çocuğu ziyaret edip bir çayını içecekti. Yusuf, Mehmet’in anne babası öldüğüne alıp yetiştirdi. Mehmet okumayınca bir elektronikçiye çırak olarak verdi. Mehmet iyi bir elektronikçi oldu. Ustasının da yardımı ile kendi bağımsız dükkânını açtı. Bu ziyarette Mehmet’in çırağı bir müşterinin televizyonu kucaklayıp getirdiğini görünce “K.K.K. geliyor “ dedi. Yusuf çılgına göndü.
Müşteri televizyonun bıraktı. Giderken de Yusuf’u göstererek “Abi’yi fena kızdırmışsınız” dedi. Gerçekten de Koca Yusuf fena kızmıştı. Bir aşağı bir yukarı kızgın bir şekilde yürüyor, volta atıyordu. Mehmet’le çırakta buna bir anlam vermemişlerdi. İkisini karşısına alarak nedir bu “K.K.K.” dedi. Usta, çırak şaşırmıştı. Yusuf sert bakışlarını çırak’a çevirdi. Çünkü o sözler çıraktan çıkmıştı. Çırak’a Yusuf dev gibi bir adam gözükmüştü. Ustasının yüzüne baktı. Ustası anlat der gibiydi. Çırak anlatmaya başladı. “Biz gelen müşterilere için kullandığımız bir kot” dedi. Yusuf “ne kodu lan” diye çıkışınca uzun süreli bir sessizlik oldu. Yusuf yarıda kalmış yanıtı bekler gibiydi. Çırak süt dökmüş kedi gibi, “Kafası Koparılacak Kaz” dedi. Yusuf iyice sinir oldu. Mehmet, “Yusuf abi çayın soğudu” diyerek sakinleştirmeye çalıştı. Yusuf bağırırcasına “ne demek Kafası Koparılacak Kaz” diyerek açtı ağzını yumdu gözünü. “sen böyle mi yetiştin, biz kefil olarak sana gönderdiğimiz müşterilerin kafasını mı koparacaksın” Mehmet ve çırak çok kötü bir suç işlemiş gibi. Mehmet, çırağın ağzından kaçırdığı bu sözü savunmaya kalktı. Bu sektör böyle işliyor. Bir parça eskimişse yenisi takılıyor, bir de yeni parçanın satışından para kazanıyorlarmış. Yusuf “o zaman bu dükkâna tez elden kilit vurursun” diyerek, kapıyı çarptı gitti.
Kendi kendine küfür etti. “Herkesin bir K.K.K.’sı var, amk” diyerek başını salladı. Küfür ettiğine kendisi bile şaştı. Çok üzülmüştü. Durumu eşine anlatarak biraz rahatlamaya çalıştı. Öyle kızmıştı ki, uzun süre Mehmet’e uğramadı. Bir süre sonra Mehmet’i merak etti. Mehmet dükkânı kapatıp gitmişti. Yani dükkân kapanmıştı. Yusuf bu kadar da erken olacağını sanmamıştım. Komşulardan Mehmet’in nereye gittiğin sordu ve peşine düştü…
Mehmet olayından sonra Yusuf, esnaflara karşı bir önyargı oluştu. Satın aldığı ürünlerde daha dikkatli oluyor. Özellikle eşyalarda daha hassas oluyor. Evdeki mobilyayı yenilemek istediler. Eşiyle mobilya seçmeye çıktılar. Bir koltuk takımını seçtiler. Mağaza sahibi “tam size göre ağır, sağlam vs.” diyerek, koltuk takımını pazarladı. Mobilya eve geldi. Baktıklarının aksine çok daha kötü bir mobilya olduğunu gördü. Öyle sinirlendik ki, yine “herkesin bir K.K.K.’sı varmış” diyerek mobilyacıya gitti. Öyle sinirlenmişti, öyle sinirlenmişti. Ufak tefek adamımın boğazına sarılarak” ben K.K.K. değilim, ben K.K.K. değilim” diye bağırıyordu. Derken diğer çalışanlar hem adamı kurtarmışlar hem de polise haber vermişler.
Polisler verilen ifadelerden K.K.K.’ın ne olduğunu sordular. Polisler bunun bir örgütsel kod olduğunu düşünerek Yusuf’a adeta bir terörist gibi davranıyorlardı. Sonra Yusuf “bu adamlar biz müşterileri Kafası Koparılacak Kaz gibi görüyorlar” diyenice ve Yusuf’un temiz sicili olunca iki tarafı barıştırmaya başladılar. Mobilyacı davası olmaktan vazgeçerek, müşterisinin mağduriyetini gidereceğine söz verince olay tatlıya bağlandı.
Koca Yusuf sürgüne yerine gitmekten yoruldu. Hanımın takıları biraz da borçla bir araba aldı. Bir hafta çocukları okula bıraktı. Sonra işe gitti geldi. Bir hafta rahatlamıştı ki, bir hafriyat kamyonu çarptı. Ölümlerden döndü. Söylediği söz arkadaşları arasında dillere pelesenk oldu. “herkesin bir K.K.K.’sı var”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.