- 479 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Şu 'değişmek' neden var?
Gücü nerede buluyoruz? Bazıları gücü ’daha fazla varolmakta’ buluyorlar. Ben öyle düşünmüyorum. Varoluşumuzun gücü (veya gücümüzü) arttırması için kaynağı biz olmalıyız. Halbuki işleyiş böyle değildir. Varlığımız bir yaratılış eseri olduğundan zatında bir güç barındırmıyor. Eğer gücün kaynağı biz olsak hiçbir vakit acizliğe düşmeyiz. Dua etmeyiz. Yardım istemeyiz. Nusret dilemeyiz. Öyle ya! Hiçbir kaynak ürettiğini elde etmede acizliğe düşmez. Biz düşüyoruz. Biz üzülüyoruz. Biz yetişemiyoruz. Biz kaybediyoruz. Demek biz bir perdeyiz. Yani sinema perdesi gibiyiz. Varlığımız bizzat görünmek için değil. Üzerimizden başka şeylerin görünmesi için. Yani göstermek için. Meramımı size şöyle de anlatabilirim:
’Görünmek’ ve ’göstermek’ arasında şöyle bir fark var: Görünmek ’kendine dair’liktir. Göstermek ’başkası için’liktir. Birşey bizzat görünüyor olsa bu onun sabitliğini gerektirir. Görünen şeyler gösterdikleri şeyde bir sabitlikle ancak görünebilirler. Ben, eğer bizatihi görünen olsam, bu bende bir sabitlikle mümkün olur. Ben olmakta değişmem. Her an başka birşey olmam. Fakat bende iş böyle olmuyor. Ne demek bu? Kafanızı birazcık karıştırdığımın farkındayım. Meseleyi yaklaştırabilmek için, kusurlu bir örnek de olsa, ’sinema’ ve ’tiyatro’ arasındaki nüansa değinelim:
Tiyatro sahnesi ’bizzat görünenlerin sahnesi’ olarak ele alınsa, bu durum, ondaki ’şey’lerin sabitliğiyle kendisini ortaya koyar. Oyuncular sabittir. Dekorlar, gözü aldatmak için azıcık değişse de, sahnenin bütününde yatsınamaz bir sabitelik vardır. Tiyatroyu izleyen her izleyici bilir ki: İzlenen sahnedekinin kendisidir. Bunlar gerçek şeylerdir. Salt görüntüler değillerdir. Sahdeki insanlar nefes almaktadır. Terlemektedir. Yorulmaktadır. Canlılardır. Bundan dolayı tiyatrodaki değişimler sinemaya nazaran sınırlarla sınırlanırlar.
Sinemada durum böyle olmaz. Sinemadaki gerçeklik algımız tiyatrodakinden farklı olarak bize söyler ki: Bu izlediğimiz şeyler, her ne kadar tiyatro sahnesindekine benzer de olsa, görüntülerdir. Bizzat kendisi için varolan şeyler değildir. İşaretlerdir. Yansıyan şeylerdir. Boyutça eksiktir. Yaşamca eksiktir. Varlıkça eksiktir. Bu nedenle tiyatroya nazaran bazı sınırlardan da kurtulmuşlardır.
Bu iki varlık algısı arasındaki fark en çok ’değişim’ üzerinden okunur. Sinemada birkaç saniye içinde hem Mekke sokaklarında hem İstanbul’da bulunabilirsiniz. İkisini birden görebilirsiniz. Ancak gerçek hayatta bu mümkün olmaz. Bu şiddetli değişim, yani yitirilmiş sabitelik, bize o görünen şeyin aslında gösterilen olduğunu söyler. Beyaz perdeye (yoksa siyah mı demeli) bakarken birden görünmeye başlayan şekiller, böyle şiddetli bir değişim yokolan bir sabitelikten haber verdiği için, perdenin ’görünen’ değil ’üzerinden gösterilen’ olduğu ihtar eder. Ancak burada Vahdetü’l-Vücud’un düştüğü bir yanlışa da düşmeyelim. Yansıma için yine de, perde kadarcık olsun, bir varlığa muhtacız. Taşıyıcı bir sabitelik olmazsa görüntü nerede yansıyacaktır? Sinemada bu işi perde yapar.
Hem mürşidim bu noktada der: "Cenâb-ı Hakkın Vâcibü’l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar. (...) Cenâb-ı Hakkın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücut, çendan Vâcibü’l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücut veriyor ve o vücudu idame ediyor."
Buradan da seni alıp şu dünyanın değişimine getirmek istiyorum arkadaşım. Görüyorsun ya, her saniye, hatta her an bir başkalık dünyamıza hücum ediyor. Evet, ruh, bir derece sabitelik sağlıyor. Ahmed beş dakika sonra da yine Ahmed oluyor. Geçmişini bir derece hatırlıyor. Huylarını bir derece saklıyor. Ama acaba büsbütün aynı Ahmed mi oluyor? Hiç mi değişmiyor? Selma aynı Selma mı? Ayşe aynı Ayşe mi kalıyor? Sen de biliyorsun ki: Varlığın coşkun nehrinde büsbütün bir aynılıktan bahsetmek mümkün değil. İşte, arkadaşım, bu yitirilmiş sabitelik sanki birşey ihtar ediyor: Sen bizzat görünen değilsin. Gösterensin. Varsın. Fakat sinema perdesi gibisin. Üzerinde birşey gösteriliyor. Bu nedenle bencil veya kibirli olamazsın. Hakkın değildir. Çünkü üzerinde görünenler senin hakkında değildir.
Hatta, fırsat bu fırsat, şunu da belirtmeliyim: Tiyatro sahnesi örneğim de seni kandırmamalı. Çünkü tiyatro sahnesi dahi ’bizzat kendisi olarak görünmek’ için değil ’üzerinden bir oyunu göstermek’ içindir. Başka bir hakikate işaret eder. İşaret ettiği hakikat için değişir. Oyuncular değişir. Oyunculuklar değişir. Giysiler değişir. Giyenler değişir. Dekorlar değişir. Dekoratörler değişir.
Buradan şu hakikate varabileceğimizi zannediyorum: Her ne ki, bizzat ve yalnız kendisine işaret etmemek için vardır, onun için değişim de vardır. Bu yüzden biz iman ederiz: Allah kadimdir. Bakidir. Subhandır. Kayyumdur. Bizim gibi değişmekten, halden hale geçmekten, hatta bizde olunca kemal sayılan gelişmekten münezzehtir. Zira bunlar, dolaylı bir şekilde, hem ’öncesinde bir eksikliğe’ hem de ’başka birşey için varolmaya’ işaret eder. Fakat biz İhlas sûresinden şunun dersini tam aldık arkadaşım: Kendisinden başka birşeye işaret eden varlık ’ilah’ olamaz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.