Helezon
İçeri girerken, Remziye Hanım Zehra’yı kapıda uzun uzun süzdü. Bu birini tanımak istemekten çok bir kusur bulmaya çalışmak bakışıydı. Sonra Emre’ye sarıldı sanki zeytinyağı lekesi gibi yayılan, genişleyen, üzerinden çıkmayan bir kucaklayışla. İnsanüstü bu kucaklaşma bitince Zehra elini uzattı Remziye Hanım’a:"Merhaba Zehra ben."dedi.
Remziye Hanım:
"Memnun oldum." dedi. Fakat bakışları hiç de memnuniyet hisseden bir kadının bakışı değildi. Akşamın sıkıntılı geçeceği hissediliyordu. Bol çekmeli-çekiştirmeli, iğneli-imalı...
Birlikte salona geçtiler. Büyük ve fazlaca karışık döşenmiş bir salondu. Alafranga ve alaturka arasında bol gelgitlerle doluydu. Konsolun üzerinde devasa şıkır şıkır gold şamdanlar, arkasında aynı büyüklükte ayna, modern ekru koltuk takımı, onunla farkı dünyalardan gelmiş klasik desenli ipek halı, ordada yine büyük bir orta sehba ve üzerinde vazo içi yapay büyük, sarı-krem top top sardunyalarla dolu. Yine köşelerde neredeyse yarım insan boyundan büyük vazolar. Cıyak cıyak gösteriş çığıran.
Remziye Hanım kendince özenle döşediği salonunda yerleştirme işini de yine aynı özenle yapıp Zehra’ya oturması gereken yeri gösterdi.
Aitlik hissi... Hepimizin delice aradığı fakat az bulabildiği o his. Onun dışındaki hisler değişebilirdi, eksilip yok olabilirdi. Ama ne yazık ki değiştirilemez tek his aitlik hissiydi. Ondandı çok geçmişte dinlediğimiz eski bir şarkıyı tekrar dinlemek isteyişimiz, eski bir şehre tekrar gitme arzumuz. İşte o his bu salonda olmayan tek histi.
Remziye Hanım dünyada süper güç bir devletin başkanı edası ile söze başladı:
"Emre bizim için her şeydir. Bizim ana oğul ilişkimiz kimseninkine benzemez." Giderek daha da azalan aidiyetsizlik odayı sardı. Bazılarını dinleyebilmenin tek yolu sağır olmaktan geçerdi. Ama dinlenmese de dinliyormuş gibi görünmek zahmetine kaltanılabilirdi. Birilerinin varlığının, birilerinin varlığına borcu gibi düşünerek belki bu pek tabi başarılabilirdi. Bu konuda gayet tecrübeli ve yetenekliydi Zehra. İyi dinlemiş görünmenin tüm kurallarını bilirdi. Anlatıcının göz bebeğini kendi göz bebeği ile hedef alıp on ikiden vururdu. Arada, ağır çekim kafa sallayıp gülümser, varsa bahsedilen şeye ya da kişiye bir göz devirirdi. İşte bunlar yapıldığında, konuşan, mükellef dinlenilmişliğin zevkini en uçta yaşarken, o kendi dünyasında istediğince hürriyetini ilan edebilirdi. Fakat bunu bozabilecek şeyler vardı. Mesela ansızın gelen çakal bir soru. O nedendir ki olay mahalınden çok da uzaklaşmamak gerekirdi.
Zehra Remziye Hanım’ın adeta kilometrelerce derin bir sis tabakası delerek birden duraksadığını fark etti. Bir soru sorulmuş olmalıydı. Yine ucunu kaçırmıştı dinlememenin.Emre’ye bakıp kopya almak istedi. Suskundu Emre, ancak ölenler böyle susabilir, böyle kaskatı kesilebilirdi.
İşte böyle bir anda düdükler öter, çanlar çalaryani kıyamet kopardı.
Onun için "Burada değil!" derlerdi. "Burada değil!"
Ama bu belkemiğinde tatlı bir ürperme yaşatan yokluğu yaşamak, vazgeçilmezdi. Hem neden burada olmamanız onlarda bir çeşit hakaret vasitası olurdu ki.Ne tuhaf.
Böyle bir anda mecburen:"Pardon duyamadım!?" denirdi, öncesinde söylenen her ne varsa onları kazıyan, ince, sivri insana bulantı verecek kadar dikkatli bir sesle. Bu sırada bir gramofon plak manasızca parçalanırdı. Ve soruyu soran, çenesi dağılmış gibi tekrar ederdi soruyu.
"Anneniz öğretmendi değil mi?" diye tekrar etti Remziye Hanım. Zehra gülümsedi. İşte bir "Ben her şeyi bilirim sorusu" diye düşündü.
"Evet" dedi uysalca Remziye Hanım’ın tombul yanaklarına ve yolunmuş kaşlarına dalarak.
"Babanızla ayrılmışlar" diye devam etti yüzünü ekşiterek. "Evet" deyiverdi masanın üstündeki büyük meyveliğe ve içindeki mermerden dekor meyvelere bakarak. Kendini yine mütalâasına müracaat edilen bir şahit gibi dinleniyor hissetti. Hiç bir an ağırlık merkezi olunmayacak bir davada hem de.
"İyi olmamış..." dedi sadece Remziye Hanım. Ama ses tonu ve bakışıyla çok daha fazlasını söylemişti. Çünkü istenilirse anadilde söylenen sözlerin o müphem kalan ucu bambaşka anlamlara gelebilirdi. Bir anlam ufak tefek dokunmalarla bambaşka yönlere kaydırılabilirdi. İnsan her ne kadar aynı anadilde konuşup birbirini anlamamadan şikayet etse de bilirdi ki bir anlam milyon kez cilalanarak farklı imalara sebebiyet verebilirdi.Fakat o bunun pek tabi farkında olsa da yine ustalıklı bir biçimde reddiyle "Anlaşılamadım" diyebilirdi.
Bir de bunu reddetmeyenler vardı. Anlamamış görünmeyi beceremeyenler. Bir nezaketsizliği karnının ortasında yüz seksen devir dönen bir bıçak gibi hissedenler. İşte bu durgun bir maviyi kökünden söküp atabilirdi. Yerine hırçın, anlamsız ve gereksiz bir karışıklık bırakabilirdi .
Bazı cümlenin içindeki buram buram gizlenmiş eziklikler. Bir ucu iğrenmeye bağlanan garip cümleler.Kasıtlı acıtmalar sizin tüm hassasiyetinize rağmen. İşte o zaman yolunda gidiyor gibi görünen her şey devrilir, büyük felaketlere dönüşürdü.
Zehra kalktı. Koltukta memnun ve emin oturan Remziye Hanım’a:
"Salonunuz kaşlarınıza benziyor." dedi. Kadın anlamamış, şaşkın bir hal ile Emre’ye baktı.
"Pahalı onca şey beraber ucuzlaşmış, zevksizliğin bol bol zikzaklarını çizmiş, aynı kaşlarınız gibi" dedi.
Kadın gözleri kısık şaşkın bir ifade ile önce Zehra’ya sonra Emre’ye baktı.
Emre şaşkınlığı derhal atıp garip bir ses tonuyla "Zehra ne demek şimdi bu?" dedi. Ve daha sonrakileri duyulmayacak şekilde mırıldandı adeta izini karıştırmak ister gibi.
O ise geldiği yolu takip ederek sessiz sedasız çıktı o ait olmadığı evden.
O qué.
YORUMLAR
Sorunun temeli çok fazla aidiyet duygusundan kaynaklanıyor. ( anne -oğul)
Canım.
O qué
Demiştim sanki :d
Canımmmm bi daha canımmm :)))
hele ki o kapıyı çarpmadan çıkması yok mu! sanırım en çok ta o koymuştur yoluk kaşlı anne ve varlığı ile bile yer kaplamayan o oda ve dünya üzerinde ki oğul için..
iç sesin dış tasvirlerle, duyguyu merkez yaparaktan anlatımı olağanüstüydü..sanırım odada ki en sevimli şey sardunyalardı. onların da yerleşim düzeninde bir çarpıklık yoktuysa tabii..
şahanesin sevgili O gué..
O qué
İyi ki varsın Bahar :)
Evet sanırım sardunyalar tam olarak olması gerektiği gibiydi.
Teşekkür ederim.
Sevgimle .