- 656 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PARDON, SİZİ SEVEBİLİR MİYİM?
Keşke’lerin dindiği bir anı merhalesinde ve zapt ettikçe içimdeki kıyımı, dönüp geldiğim o ritüel.
Kuvvetli bir sağanak yine rahmetin sancağına vakıf olduğum o huşu ve derinden hu çeken anıtlar, hatıra yüklü dünün minvalinde kekremsi bir acı ile soluklandığım ve soğumayı tehir ettiğim…
İçimin buzullarında derin bir sızı; göğün şatafatında aşk ve yara derken gıybet duran münafığın çalıntı mizacı ve vicdanı.
Örselendiğim, ötelendiğim, ötekileştirildiğim…
Diri bir cümlenin de batılı, aşkın gazabı, yarım adaların asla bütüne tekabül etmediği tıpkı benim ve onun himayesinde ortak bir paydadan bahsetmenin verdiği rehavet.
İçimin dikili ağaçları. Koruk düşlerim. Yangınlarım. Dinmeyen ağrılarım…
Öfkeli miyim?
Asla.
İsyanda mıyım?
Hâşâ, Rabbim.
Sevdanın mezarını kazıyorum usulca ve hırpani bir sesle fısıldıyorum kulağına gök kubbenin:
Yüce Rabbim, çok oldu ben buralara düşeli.
Çok oldu ben bu aşka düşeli.
Çok olmadı mı gözlerimden, yüreğimden düşen yaşların yasını tutalı?
Gönülden sevmek neymiş gördüm.
Sevip de sevilmemek aykırı bir haleymiş meğer ben ki kimlik fukarası gölgelerle muhatap olmanın verdiği o hezimet ile derinden bir of çekiyorum… ben ki aşkın rahlesinde ufacık bir zerreyim…
Küçümen öykülerinde satır başı yapan bir ihtiyarın zevcesi içimdeki salıncak.
Bir ölümün çağrısına kulak veren bir ihtiyarın sallanan sandalyesi yine her şerri hayra yorup bir asırlık ömrünü iki asra dayatmaya meyletmiş.
Öfkemden sıyrıldım sıyrılalı mutluyum yüce Rabbim.
Sevdiğim kadar da mutluyum ve yalnızlığımı ayaklar altına alan şu cahil zümreden sana sığınırım.
Sevgiden kasıt ne ki, diyenlerin yalancısıyım.
Sevgiden yana endişem yok ki.
Körelen insanlığın sigortası çoktan atmışken benim yüreğim atsa ne olacak dursa kimin işine yarayacak ölü bedenim?
Satırlarımla büyüdüm ben yine içimdeki çocuk hep masum kaldı. Bundandır susuşum. Bundandır görüp de tepki vermediğim her zulüm.
Yokuş yukarı koştum ben hem de bir ömür boyu.
Babamın tecellisi idim.
Aşkı teselli bildim sonra.
Vakıf olduğum sanrıları da yok saydım.
Yok sayıldığım kadar yalnızlıktan aldım nasibimi ama sığındım sana, sadece sana.
En ulvi aşkı bildim ben yalnızlık peşkeş çekilmeye başladığından beri lakin bilemedim önceleri bu duygunun kime ya da neye tekabül ettiğini.
Sevdim ben hep sevdim.
Sevilmeden çok sevdim hatta sevilmeyi dilemedim ben zira sevdikçe diriliyordu ölen hücrelerim.
Nice insan gördüm ölü olduğu su götürmez bir gerçek lakin canlı taklidi yapıyorlardı nefreti giz bilip seviyor gözüktükleri hangi açılım ise yine Allah’ını anmadan ama aşkı andıklarını iddia edip en muhteşem duygudan bihaber yine çalıntı mutluluğun neredeyse kitabını yazdıklarını iddia edecek kadar.
Çok insan gördüm ben çok insan ve ölüydü onlar fiilen lakin gönüllerindeki rahmetin büyüsüyle ölüyü bile dirilten o inançları ve sevda ateşleri yok muydu?
Yangını son bilen.
Ölümü yok sayan.
Sevgiyi de mücbir sebeplerden kapı dışarı eden.
Eğreti otlarından yana mıdır ne evren?
Ölen annelerinin soğuk bedeninde memelerine yapışmış öksüz köpek yavrularını bile dışlarken çoğumuz… bizi bizlikten alıkoyan gıybet ve hasetle putlara tapan cahil münafığın da dokunaklı aczi yeti imidir ne bunca yangıyı baş tacı edip…
Serildiğimiz ya da sevildiğimiz mi önem arz eden ya da üç beş kula kulluk edip kendimizi en tepeye konumlandırmışken…
Övünürken ya da öğürürken gerçek sevgiyi neye yarar kalabalık olsa etrafımız? Neye yarar dünyevi sevgilerle ve gel-geç duygularla arşı sunduğumuzu iddia etsek kendimize?
Büyüdüğümüz mü büyüttüğümüz müdür bu yangının çıkış nedeni?
Sevdikçe aşkı soluduğumuz, yandıkça soğuyan bedenlerden el çektiğimiz ve kıblemizde aşka ve ömre doyduğumuz yine bir sokak çalgıcısından emanet aldığımız o bitimsiz şarkı öyle ki nakaratında kaybolup hicvinde devindiğimiz ve devirdiğimiz nice çengi nice çalgı aslında nüans farkıyla ölüyü bile dirilten neşemizi yok sayarken yine dünyaya atıf ahrete yolculuk öncesi…
Zamanın küflü bulvarlarında, yeni yetme bir şiir.
Kabzımalı kayıp şehir, istiflerken yükünü yine ağır adımlarla kaldırımlar çiğneniyor.
Dünün yeknesak dokunuşunda, takılıp kalmışlığı aklımın hatta ve hayat bayat esprilerine şaibeli vücutlu kadın benzeri adamların, bizler kör yetilerimizi bileyip de bilinmezin gücüne değil atıfta bulunmak korkaklığımızı mimlediğimiz satırlar.
Az sonra kopacak belki de kıyamet ve cüce kelamı ile şiirler yazdığımı sanıp da esefle kınadığım içimin pazarı beyitler.
Bir düşe gebeyim aslında ve yakamoz seyrinde iç sesimin teyakkuzda bir imge arayışındayım.
Yaftalandığım aşikâr yine cüce kimliği kelimelerimin yolda kalmışlığı ve ben, ağır vasıta şoförü gibi sevmeye korkuyorum insanları sanırım sevdikçe kaybolacaklarını bilmenin güdüsüyle içime gömüyorum içimin sevdalı şarkılarını.
Hutbelerde anıldıkça elemden uzak.
Kaykılmış bir mizansende kör kütük sevmişliğim.
Hazan mahsulü bir gölge miyim ne?
Sonra da kışı kışkışlayan turizm camiası sözüm ona kışı bir ağır ve sert geçirdik ki demenin önsözünde yine riyakâr tebessümler konuşlu sahte mutluluktan alıp da nasibini, şarkılarla atıfta bulunduğumuz neşe ve insan.
Derme çatma yalnızlığımız sanki bir ömür mutluyduk da yeni mi mağlup olduk, gibilerinden bir tantana.
Ön sözü olmayan bir romana başlamaktan korkan o kara mizahı edilgen cesaretimiz ile yüz bulamadığımız gibi bilmeyi de öğrenmeyi de geçiştirdiğimiz…
Ölü beyitler.
Ölü şairler.
Şehit mertebesine ulaşmış nice yiğit ve geride kalan nice sevdalı eş nice yetim.
Zaman aşımına uğrayan insanlığın depozitosunu peşin vermiştik oysa.
Kentsel dönüşüme uğrayan şehri İstanbul’un bıkkın ve mutsuz insanı.
Şehirler ve şiirler ve şair görünümlü nice âşık hem de zamana yenik düşmemiş üç beş şairin iri cüsseli imgeleri ile seğirten şiiri talan eden yalancı ve yabancı özdeyişler.
Kimlikler mi yorgun ne?
Kap kaça yenik düşen hangi gölgeyse sahibinin peşinde…
Ağlayan şarkılar ama ağlamaya korkan adamlar belli ki yaş ve yas sadece zayıfların tekelinde.
Mutsuzluk cirit atarken zaman zaman yükselen şen kahkahalar ve şiirler palazlandıkça şairler sokuldukça aşka derken aşkı tetikleyen gülücükler çalınıyorsa şiir pazarında.
Yenik düşen bir mizansende Rodin’den bir fısıltı. Düşünen insanlardan korkan bir çoğunluk belki de düşünmeyi ve düşünceyi suç sayan ve de aşkı ve de kâfir söylemler Tanrı’yı görmezden gelip sevginin tarhında kendini nefret ambarında gören soytarı sokak şarkıcıları.
Çoğalabiliriz ve çoğalıyoruz da oysaki eksildiğimiz nasıl da aşikâr.
Gönül gözünde kara perde ve başrolde Hacivat.
Gölgede titrek bir yürek sesi:
‘’Pardon, sizi sevebilir miyim?’’
Maruzatımız kadarız aslında sevip de dirilmeyi unuttuğumuz.
Yandığımız kadar da yazıyoruz belki de şairin kelamından aşırmışızdır o söylemi…
Yazmayı şevkle, aşkı benliği ile korkuyu da tüm sorumsuzluğu ile savunan akil insanlar.
Yenik zaman yenik yürek.
Yenik vicdan tutsak âşık.
Kan kaybeden ama kendini kaybetmeyen.
Sonra da tutarsızlığını sonlandırmak adına tutanaklara geçen isimler ve kayıp bellekler ve yüzü olmayan heykeller…
Çoğalmayı arz eden ama insanlığını da lav eden…
Hadi, ne duruyorsunuz, demenin hezimeti ile ara duraklarda nefes alan bir cehalet ve yine yorgun ve yine teyakkuzda belki de var olduğundan asla emin olmamış o vicdan muhakemesi.
Serpilen bir başakta aşkına sahip çıkan bir yürek sayacında gönüllü seven ve gönüllü ölen kaç kişi kaldık ki?
O halde kazdığımız mezarımıza önce ölü yüreklerimizi dikelim ve bekleyelim yeniden dünyaya gelmesini sevginin.
Ezelden yitik.
Ezelden sönük.
Aslına vakıf bir gölgeyi de şerh düşelim yazdığımız her satırın ardına ne de olsa şiirler henüz ölmedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.