Mor gökyüzü
Puslu, sisli olurdu, eski kıraathaneler. Emekli olmuş ya da emekli olmasına ramak kalmış yarı ölülerin toplandığı ıssız bir adaydı. Çocuktum o zamanlar, böyle kıraathanesi olan bir mahallede büyüdüm. Uzundu, mahallemiz, upuzun, başı yoktu, sonu yoktu, sınırsız bir kâinattı. Daha araçların doğmadığı zamanlardı, mahallede, cümbüş eksik olmaz, kalplerimiz kaynardı, güneş batana kadar. Bizim kıraathane mahallenin başında, yolun karşısındaydı. Gireni çıkanı eksik olmazdı. Oyun oynardık gündüzleri, akşam ezanına kadar. Hep erkenden batardı güneş, en heyecanlı yerinde kesilirdi neşemiz. Kuşlar uçuşur tepemizde, sokak lambaları yanmaya başlar, morarır gökyüzü, sonra yavaş yavaş kararır, adım adım çıkarken eve.
Mor olduğu zamanlar gökyüzünün, mahallenin başında, kaldırımın ucuna oturmuş, toprak kokan, üşümüş ellerimi montun cebine yapıştırmış kıraathaneyi izliyorum, İçimde şiddetli bir merak, fokurduyor. Acaba içeride neler oluyor? Kulak kabartıyorum, duyduklarım, Kahkaha ve küfür sesleri. Gözlerimi beyaz bir sis bulutu kaplıyor, kıraathanenin camekânına bakarken. Ayağa kalkıyorum, ayaklarım üşüyor, yürüyorum yavaşça, küçülüyorum gökyüzü kararırken. Güneş ve sis; biri çocuklar, diğeri büyükler için olmalı diye düşünüyorum adım atarken. Peki ya karanlık ya da siyah, kimin içindi? Ben neden bu saatte evde değilim ki? Kıraathaneye yaklaşıyorum, soğuk ellerimle, soğuk kapıyı itiyorum. Komşulara götürürdü annem beni zorla. "hayır, istemiyorum" yalvarışları pek fayda etmezdi. Komşu güler yüzle karşılardı ikimizi, evine alır, bana gofret anneme de gofretin yanında çay verirdi. Çatırdatırken gofretleri, utanırdım, çekinirdim amaçsızca, biraz sonra bir çocuk çıkıverirdi kapının birinden, heyecanlı heyecanlı. Çekyatın üstünde bulurduk kendimizi, zıplarken, kendimizden geçerken. Kocaman bir kıraathane, çay içiyor büyükler, ama gofret yiyen kimseyi göremedim burada. Kimseyi göremiyorum ki! Kat kat olmuş, bulut bulut üstüne binmiş, uçuşuyor ortalıkta, duman... Kırmızı örtülü kocaman masaların arasından geçiyorum, kimse fark etmiyor beni, masanın başında öksürürken. Siyah bir sandalyeye oturuyorum, korkuyorum. Ağlamaya başlıyorum, duman gözümü yakmış olmalı, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum sonra. Salonun dibinde, kırmızı yuvarlak masa, üstünde yarısına kadar dolu olan çay bardakları, oyun kartları ve sinirlermiş birilerinin masaya vuran elleri… Onlardan biri babamdı! Küfrediyor, kükrüyor, avazı çıktığı kadar bağırıyor, atıyor elindeki tüm kartları, gömülüyor dumana kartlar. Yerinden kalkıyor, sandalyesini düşürerek, hızlı adımlarla yürüyor, kapıya doğru, geçiyor yanımdan, fark etmiyor beni!
Mor gökyüzünü gördüğümüzde, biz mahallenin çocukları, üzülürüz, ama kısa sürer bu üzüntü. Çünkü hava daha tam kararmamıştır, biraz daha vakit vardır; oynamak için, zıplamak için, coşmak için, işte, biz küçüklerin en büyük ümidi budur.