- 613 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Garip Bir Öyküdür Hayat
Küçük bir köyde doğdum...
Hayatım hep çalışıp eve ekmek parası getirmekle geçti...
Gençliğini yaşadın mı derseniz hayır, yaşamadım. Mesela küçükken arkadaşlarım okul derdindeyken, ben köy kahvesinde çayçılık yapıyordum. Köyümüzdeki tek çocuklu aile, benim ailemdi.
Annem, bilinçli bir kadın değildi fakat buna rağmen parasızlıktan dolayı çocuk istememişti.
Babamsa annemin haklı olduğunu biliyor, sesini çıkarmıyordu o yüzden.
Köyler şehirlerden biraz daha soğuk olur. Babamı kaybettiğim gece de öyle soğuk bir geceydi...
Ertesi gün kar yağacağı belliydi ve yağdı da. Babam işten dönerken, o zifiri karanlıkta bir kuyuya düşmüş ve yaralanmıştı. Kendisinden günlerce haber alamadık.
Uykusuz geceler, yemeden içmeden geçen günlerimiz... Anam, bir haftada adeta erimişti.
İki hafta sonra babamın ölüm haberi geldi köye. Düştüğü kuyuda donarak ölmüştü.
Hayatım onsuz geçiyordu. Babamdan çok şey öğrenmiştim. “Yitik hayatın güçlüsü ol ki; kendi gibi yitik yapamasın. İnsanların karşısında güçlü dur çünkü insanlar güçsüzü ezmeyi sever” derdi babam.
Babam öldükten sonra daha iyi anladım söylediklerini. Daha güçlü durmalıydım hayata ve insanlara karşı… Evin erkeği bendim, annem de bana emanetti artık.
Gündüzleri kahvehanede çalışıyordum, annem de evde gofret ambalajlayıp, fabrikaya götürüyordu. Anneme bu işi, karşı komşumuz Fatma Teyze ayarlamıştı.
Bir fabrikadan gofret alıyor ve bunları fabrikanın verdiği süre içinde ambalajlayıp fabrikaya teslim ediyordu. Günler böyle gelip geçerken, köye bir öğretmen atandı.
Önceki öğretmen epeyce yaşlıydı ve emekliliğini istemişti. Yeni atanan öğretmen ise genç bir bayandı.
Genç yaşlı herkesin köy okuluna toplanmalarını istemişti öğretmen hanım tanışma amaçlı.
Ben dâhil hepimiz oradaydık. Kadınlar evlerinde bir şeyler yapıp getirmişlerdi.
Öğretmen hanım, çok kibar ve kültürlüydü. İyi bir aileden geldiği belliydi.
Önce kendini tanıtarak konuşmasına başladı: “Merhabalar… İsmim Cemre, Van’da doğup büyüdüm. Annem Erzurum, babam ise Vanlı. Ben, öğretmen bir aileden gelmedim. Babam belediye işçisiydi yani çöpçü. Çöpçülük yaparak geçimimizi sağlıyordu. Bazı insanlar, çöpçü deyince burun kıvırırlardı. Babam, burun kıvrılan o işle beni ve kardeşimi okutup meslek sahibi yaptı. Ben öğretmen, kız kardeşimse polis memuru oldu. Köyünüzden haber geldi. Öğretmen gereksinimi duyuluyormuş. Ben de seve seve gönüllü oldum” diyerek tebessüm etti.
Köylüler olarak biz de aynı tebessümle karşılık verdik.
Kendini tanıttıktan sonra tek tek ismimizi sordu. Ailelerden çocukların eksiklerini öğrenip yardım kuruluşlarıyla iletişime geçerek bu eksikleri tedarik edeceğini söyledi.
Bana bakarak: “Sen mavi gözlü” dedi. Gözlerim mavi ve iriydi. Tenim beyaz olduğu için dikkat çekiyordu. İlk kez biri bana böyle hitap etmişti. Biraz utanmıştım açıkçası.
Bakışlarını bende sabitleyerek: “Utanacak bir şey yok, gel” dedi gülümseyerek.
Ben utangaç bir tavırla yanına giderek bozuk Türkçemle: “Buyrun öğretmen hanım” dedim.
Öğretmenin gözleri de iri ve kahverengiydi. Tekrar bakışlarını bana yönlendirerek: “İsmin Ömer Ali’ydi, değil mi?” diye sordu. Evet, anlamında başımı salladım.
“Güzel isimmiş” diyerek konuşmasına devam etti: “Yardımcım olur musun? Okulun toparlanması lazım… Kendi düzenimi kurmak istiyorum. Binanın bazı yerleri hasarlı. Aramızda bir miktar para
toplayarak binayı elbirliğiyle toparlayalım çocuklarımız için” dedi topluluğa bakarak.
O günden sonra haftaiçi okulda öğretmen hanıma yardım ediyordum.
Haftasonlarında ise köy kahvesinde çayçılık yapıyordum.
Kıştı ve oldukça soğuktu.
Çocuklar üşümesin diye yine aramızda para toparlayıp okula yakacak almıştık.
Öğretmen hanım da, meslektaşlarından ve arkadaşlarından yardım talebinde bulunmuştu.
Her şey çocuklar içindi çünkü onlar bizlerin geleceğiydi. Ve onlar bu ülkenin her şeyiydi.
Öğretmen hanımdan çok şey öğrenmiştim.
Bunlardan bir tanesi, isteyince elbirliğiyle her şeyin olabileceğiydi.
Kadın vardır gittiği yeri günlük gülüstanlık eden, kadın vardır gittiği yeri darmadağın eden.
Binayı yenilemiştik.
Öğretmen hanım istediği düzenini kurmuştu.
Ben ve öğrenciler her gün sabah saatlerinde yollara düşüyorduk.
Ben de öğrencilerin sayesinde öğretmenimizden okuma öğrenmiştim.
Yazmayı az da olsa biliyordum… Şimdi ise çok daha iyi yazabiliyordum.
Annemin ilaçlarını komşunun küçük kızına sormuyordum artık. Bu yüzden okumayı daha çok seviyordum. Öğretmen hanım, bana hep kitap okumamı öneriyordu.
Ben de bazen harçlıklarımla kitap alıyordum veya öğretmen hanım ödünç kitap veriyordu.
Köyümüz şenlenmişti öğretmen hanımın gelişiyle.
Kendisi hem neşeli, hem de çalışkandı. Zaten onun çalışkanlığı okulu okunabilir hale getirmişti.
Köy olarak kendisine çok şey borçluyduk. O bir tek okulu değil, bütün köyü değiştirmişti.
Neşesiyle, hal ve hareketleriyle, yardımseverliğiyle tüm köy halkına örnek olmuştu Cemre Öğretmen.
Her köye lazımdı onun gibi bir öğretmen. Hayattı bu işte. İçerisinde her şey vardı.
Bizim köyün öyküsü de, hayat denen bir garip öyküydü.
Ben de bu öykünün en şanslı başrol oyuncusuydum. Çünkü Cemre Öğretmen sayende hem okumamı hem de yazmamı ilerletmiştim.
İçimdeki duygu ve düşünceleri yazıya dökmeyi yani yazısal anlatımı seviyordum. Bu yeteneğimi Cemre Öğretmen köye geldikten sonra keşifettim.
Daha doğrusu öğretmen hanım bir iki yazımı okuyup beğendiğini söylemişti. Onun beğenisi kendime güvenimi sağladı.
Daha çok okudum, daha çok araştırdım.
Şimdi ise yazarlık yapıyorum.
Yazılarımı Cemre Öğretmen’le birlikte herkes okuyordu.
O, çayçılıktan yazarlığa yükselmenin püf noktasıydı, bir öğretişin adıydı Cemre...
Yazan: Rukiye Türeyen!