- 727 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Sevgilim Panait
Yazdıklarını, yaşadıkları ile örtüştürme derdinde olan bir yazar olarak benim, sevdiklerimin en önüne Istrati’yi koymam, kolay anlaşılır bir şeydir.
Süslü cümlelerden, tumturaklı anlatımlardan, ağır felsefi söylevler ve hayat hakkında çerçeveli bilgeliklerden uzak duran, yaşadıklarını, ortalığı velveleye vermeden önümüze bırakan bu yazar, gönül çentiklerini kağıda dökmüş bir adamdır, belki hepsi bu.
* * *
Yaşam öyküsünü altı ciltte tasarlamış 37 yaşında bir yazar. Beş yıldır, Fransa’da kırgınlıklarından, bezginliklerinden daha büyük bir can törpüsü ile yaşamaktadır; yalnızlık.. Boğazını keserek intihara kalkışır, başaramaz. Hastanede, ceketinin cebinde, gönderilmiş ama alıcısı adreste bulunamadığı için geri gelmiş bir mektup bulunur. Yeniden gönderilen mektubun muhatabı Romain Rolland’dır, 1915 Nobel Ödülünün sahibi… Rolland, sonraları şöyle der; “Mektubu okudum ve deha uğultularından hayrete düştüm. Bozkırda yakıcı bir rüzgar. Bu, Balkan ülkelerinden yeni bir Gorki’nin itirafları idi.”
* * *
Panait, 1884 yılında Tuna’nın liman kentlerinden biri olan İbrail’de doğar. Hiç tanımadığı bir babası vardır, adam Kefalonya’lı bir Rum kaçakçıdır ve Panait henüz yaşına girmemişken, jandarmalar tarafından vurulup, öldürülür. Anası, çamaşır yıkayarak geçinen Romanyalı bir köylü kadınıdır. Istrati onun soyadıdır, evlilik dışı doğmuş olan çocuğun soyadı da bu olur.
13 yaşına kadar yaşamını doğduğu yerde sürdürür. Baragan’ın Dikenleri, o dönemin anılarıdır;
“Ne sabahtı! İşitilmemiş bir sarsıntıyla sıçrayarak uyandığımda, şafak sökmemişti henüz. Tavanarasının kapısı menteşelerinden sökülüyordu.
-Krivatz Rüzgarı bu! diye haykırdım.
(…)
Ansızın serin bir esinti, sonra “şrak” diye bir ses duyuldu! Yüzüme korkunç bir şey sıçradı, kanatıncaya dek battı.
-Devedikenleri! Devedikenleri bunlar! diye hırladım, Krivatz’ın yolladığı dikenli topçuğu çıkarırken.”
Evden ayrılıp, kaçak yolculuklarını gemilerde, yük vagonlarında ve kamyonlarda yirmi yıl boyunca sürdürür. Balkanlar, Anadolu, Ortadoğu ve Akdeniz ülkelerinde yaşar. Çoğu zaman aç, hastalıklı ve sefalet yüklü bu yıllarda ‘boyanmadığı boya’ kalmaz; İnşaat amelesi, badanacı, hamal, çilingir, makinist, börekçi, garson, tabelacı, fotoğrafçı olur.
İstanbul, Şam ve Beyrut gibi şehirlerde, Türk, Rum, Yahudi ve Rus göçmenleriyle, kendisi gibi yoksul insanlarla ekmeğini paylaşır, dostluklar kurar. Kendilerine uğrayan yoksul yolcuları aç-açık bırakmayan küçük esnafları tanır. Suriye, Lübnan, Mısır, İtalya ve Yunanistan’ın büyülü şehirlerinin koynunda sabahlar.
Yalnız ve kaçak bindiği gemilerin küflü, rutubet kokan ambarlarında kendisi gibi kaçak gezginlerle kurduğu arkadaşlıklar, öykülerini zenginleştirir ve o, rastgele insanlara, gece boyunca süren yarenliklere yaklaşmanın dayanılmaz çekiciliğine kapılmaktan asla vazgeçmez. Her yeni yolculuğuna, evinden ayrıldığı andaki çocuksu heyecanının tazeliğiyle koşar ve kendisini bilinmez bir yarının, özgürlüğün, maceranın kollarına atmakta zerrece tereddüt etmez.
Gezgin yaşamını yirmi yıla yakın sürdüren Istrati, bu dönemi, batılı yazarları, Rus ve dünya klasiklerini okuyarak değerlendirir. Liman işçileri, gemi tayfaları hatta tüccarlarla arkadaşlıklar kurar.
Yirminci yüzyılın ilk altı yılında, toplumsal hareketlerin içinde, emekçilerin kavgasının basın-yayın cephesindedir. İbrail’deki Liman İşçileri Sendikası’nda görev alır, gösterilerde bulunur ve hapse girer. 1916 yılına kadar, Romanya’daki işçi hareketlerinin çeşitli yayın organlarında ve sosyalist gazete Romini a Muncitonu’da yazmayı sürdürür.
1916 yılında Paris’e yerleşir, yıllarca Fransızca’nın gramer sorunlarıyla boğuşacaktır. Yoksulluğu, kimsesizliği ve acıları elbirliği edip, beş yılın sonunda onu intihara sürükler. Kalkışır ama ölmez. Hastaneden henüz taburcu olmadan, yazması konusunda ısrar eden bir dostu, Fransız bir hamisi vardır; Romain Rolland.
İlk romanı Kira Kiralina’yı yazdığında kırk yaşındadır. Yazı dili Fransızca’nın soluğunu tükettiği sanısıyla, işi kendisiyle inatlaşmaya bindirerek Nerantsoula (Sokak Kızı) ve Baragan’ın Dikenleri’ni ardı ardına yazar. Aldığı övgüler ve karşılaştığı alkışlar ruhunu okşar, gönlünü dinlendirir.
Ardından, bambaşka bir kaygıyla gecelerini gündüzlerine karıştırır. Eserlerinin özünü avuçlarında tutmakta başarısız olmaktan korkar. Sünger Avcısı’nı “bir yaşam parçası” gibi ortaya fırlatır. Ardından, “geçmişten fışkırıp, bir kuğunun sesi gibi hemen sönüveren son çığlığım” dediği Minka Abla ile seslenir dünyaya.
1927’de, Ekim Devriminin onuncu yılı törenleri için Sovyetler Birliği’ne davet edilir. İki yıldan az bir süre kaldığı bu ülkede düşünceleri alt üst olur. Paris’e döner ve 1929 yılında Diğer Işığa Doğru adını verdiği bir kitap yayınlar. Sovyet yönetimini şiddetle eleştirmektedir. Kendisinin, bir hikayeciden çok bir eylem adamı olduğunu savunarak, Rusya gezisinde, komünist dostlarının “ruhunu disipline sokmaya çabaladığı” düşüncesiyle çileden çıktığını anlatır. En büyük dostlarını böylece kaybetmiş olarak geri döner.Kitabı, işçi eylemleriyle sarsılan tüm Avrupa’da olumsuz tepkileri üzerine çeker ve “dönek, karşı- devrimci, hain, gizli servis ajanı” Panait Istrati, müthiş bir düş kırıklığı ve korkunç bir yalnızlıkla baş başa kalakalır.
1932’ye gelene kadar, Adrian Zograffi’nin Anıları çetrefilinden ancak çıkabilmiştir. Kodin, Angel Dayı, Arkadaş (Mihail) ve Akdeniz isimlerini taşıyan, dört kitaptan oluşan bu dizi yayımlanırken, Istrati, okuyucularına içini dökme ihtiyacı duyar ve uzunca bir önsöz yazar. Yazıdan elini çekme kararı vermiş, insanlar ve dünyayla alıp veremediğinin ne olduğunu son kez teraziye koyma ihtiyacı duymuş bir yazarın –belki de- son yazısıdır bu. Her paragrafında, kendi yazarlık serüvenimizi çivi yapıp avuç içlerimize çakma isteği uyandıran, ama yazmaktan başka hayatı anlamlandırmanın mümkün olmadığına iman edip, gönlümüzü okşayıp rahatlatan bir önsöz. Özellikle, en tembellere bu birkaç sayfayı şiddetle salık veririm.
* * *
Canım okuyucu. Yazdıklarını su içer gibi, okumak, okumak ve tekrar okumak bıkmazlığıyla sevgili edindiğim bu yazarın kitaplarından pasajlar sunmayı da düşündüm. Bundan çabucak vazgeçtim, çünkü, onun her hikayesi arkadaşlık ve dostluk kavramlarının yaşanmış, katıksız örnekleri idi. Her biri özgün, özel, mükemmel hikayelerdi. Satır eksildi mi olmaz gibi geliyor bana. Ve, bakınız, Panait İstrati denilince, kim, ne diyor;
“İçinde yoğun duyguların bulunduğu pastel bir resim, pastel bir dünya gibidir onun kitapları; sarılar, yeşiller, morlar. Olaylar sürekli birbirine bağlanır, biri biter diğeri başlar. Dura dura okurdum Istrati’yi. Yapı olarak Sait Faik’e benzer, ikisi birbirine karışırdı okurken.” Nazlı Eray
“Sait Faik’te olduğu gibi, Istrati’nin anlatımındaki içtenlik ve insana bakışındaki sıcaklık hoşuma gidiyordu.” Eray Canberk
“İlk gençlik çağımda, o romanları (…) Istrati’nin (…) bir gönül kırgını olduğunu öğrendiğimde yeniden elime almış, burukluk ya da özlem diye tanımlanabilecek bir duyguyla sayfaların arasında saatlerce gezinip durmuştum. Şu sıralar o kitapları yeniden okusam büyük olasılıkla ‘çağsama’ ağır basacaktır. Benim gibi yaşını başını almış bir okur için olağan bir ruh halidir bu, ancak Istrati okumak genç okurlara kuşkusuz iyi gelecektir.” İbrahim Yıldırım
Fakat yine de, sözünü ettiğim önsözden kotardığım birkaç parçayı bu sayfalarda sunmak istiyorum:
“Bir cehennem azabı bu! Kızgın bir merdivenin basamaklarını tırmanan bir köstebek gibiyim. Yazdığımı ne zaman düzeltip, ne zaman bozduğumun farkında olmadan bütün hücrelerimle acı çekiyorum.”
- Istrati, kötülüğü alt etme duygusunun insanı mutlu etmesini, dünyaya gelişimizdeki iyilikle açıklar. Ve sadece sanatsal eserlerle; kitaplar, filmler, tiyatro oyunlarıyla değil, yaşantımızla doğrudan bu zafere fırsatlar sağlamamızı elzem görür.
“Eserimin en ciddi, en namuslu bölümü hala içimde duruyor. İnsanlara vakit geçirtmek için değil, onlara kardeşçe bir şeyler vermek için doğmuş bir insanım, çünkü hayat tecrübem çok zengindir.”
- Yaşadıkları, onu kadınlar konusunda son derece kararlı bir uzaklığa itmiştir. Her kadının değil belki ama, “dizginleri elinde tutan” bir kadının, bir erkeği uçurumun kıyısına kadar götürüp, yüzüne tükürerek aşağıya yuvarladığını bizzat yaşamış ve Yaratana şöyle seslenmiştir; “İnsana veba, cüzzam ver ama kişilik sahibi bir kadın verme.”
“İşte seni bu kadar duygulandıran sanatlar ve sanatçılar bundan ibarettir. Şarlatanlar! Onun için, çekildikleri köşelerinden, haline bakıp, iki gözü iki çeşme, seni şu inanca, bu savaşa katılmaya çağırırlarsa aldırma onların sözlerine.”
* * *
Yapayalnız, günler ve geceler boyu gözleri tavana dikili, çıldırmak ya da canına kıymak arasında çırpınır. Eski düşmanı verem, sonunda kendisini esir almıştır. Moldovya Karpatları’nda, eski bir manastırda, yatağa mahkum yaşamaktadır. Orada, yaşamının son dört yılını geçirir.
“Artık ne toplumsal ülkü, ne sanat ateşi, ne dost, ne kadın (eş) kaldı.”
Ölümü beklemektedir.