- 495 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DÖRT MEVSİM
Otobüs, keskin virajı alırken yanımdaki yolcunun omzuna başımın düşmesiyle irkildim. Uyandığımda, ineceğim durağı çoktan geçmiştim. Alelacele düğmeye bastım. Bir sonraki üst geçidin başındaki durakta indim. Şehir ışıkları yalnızlığımın yoldaşı şimdi.
Merdiven basamaklarının aralarındaki kar sanki dünden bugüne saklanırken bizlere de sürpriz yapmaya hazırlanıyordu. İşin içinde kıçı kırmak da vardı kolu bacağı da. Bir başka çıkıyorum basamakları, bir elim tetikte. Daha geçidin başına gelmiştim ki ileride şehir ışıkları bana bir canlının devinimini işaret ediyordu. Bu karartıya doğru hızlandım. Sanki köprünün demirlerine çıkmaya çalışıyordu. Orta yaşlardaki bir adam, ben oraya varıncaya kadar sağ bacağını demirlerden aşağı sallandırmıştı bile. Bir kararsızlık halimi yoksa bedenini oraya çıkaracak mecalimi kalmamış mıydı? Bu düşüncelerle sarıldım diğer bacağına. Adam “Bırak beni, bırak. Yeter artık!” diye bağırıyordu. Hayli de cüsseli. Kararında net olsa aslında beni de alıp götürecek. Ben onu kurtarmak için tüm gayretimle çırpınıyorum. Tek başıma indiremeyeceğimi anladığımda yine bir gece yolcusundan yardım istedim. Genç adam kolundan, ben belinden tutarak zorla indirdik köprünün üstüne. O ise halen başarısız olmanın verdiği kızgınlıkla bize bağırıyordu. Sanki onu intihara sürükleyen bizlermişiz gibi söylenmeye devam ederek.
Sonunda biraz sakinleşti. Hep birlikte belirsiz bir şekilde düştüğümüz yolda ilerliyoruz. Kırk yıllık dostmuşuz gibi kolundaydık sağlı sollu. Köprünün karşısındaki sokağın sağında bulunan pastaneye girdiğimizde bana yardım eden gence, polisi aramasını işaret ettim. Genç, usulca yanımızdan uzaklaşarak karanlığın içinde kaybolup gitti.
Pastanenin sokağa bakan kısmındaki masaya oturduk. Yüzüme, bir duvara bakar gibi bakıyordu. “Beni tanıyor musun?” dedi. Yutkundum. Hani bir lokma yutuyormuşum da boğazıma takılmış gibiydi. Bir çay söyledim. Ama gözlerim gözlerine dikili, gece mavisi bir kilitlenişti. Gittikçe kısılıyordu. Gözlerinin altında mora çalar bir kördüğüm belirginleşti. Acıdan bir kurşun mu? Bir keskin sözcük mü? Pastaneden kırmızı vişne lekelerimi anlayamadım.
“Adım Mehmet. Kısaca bana ‘Memo’ derler. Çay değil ama limonata varsa, içerim.” derken etrafını kolaçan etti. Bana şimdi daha dik dik bakıyordu. Kaldığı yerden başladı anlatmaya: “Hani kardeştik, Adem’in katıksız torunlarıydık. “Elhamdülillah” öyle diyordu Yeni Camide imam. Yeşil tüylü, derin kaplarda saklı İncil ve Kuran-ı Kerim. Ne zaman yorgun düşüp de karanlıklarda azıcık mola verince ben, sen, o; dört mevsim kış oluruz bir anda. Demek ki benim güneşi tenimde soğutup, senin ağaç gölgesinde oturup yermene bağlıymış; o kahrolası içi boş bir söz olan bu yalan kardeşlik.” dedi.
Garson, vişne aromalı meyve suyunu usulca getirip masaya bıraktı. Mehmet’in gözü önce adama sonra bardağa takıldı. Sonra birden “Kan kırmızı bu içecek, içime iyi gelecek.” dedi. Dışarısı soğuk ama Mehmet’in içi sımsıcak duygularla dolu gibiydi. Yeniden, “Demli bir çay iyi gider, değil mi? dediğimde; “İçim yanıyor, içim! Buz gibi şeyler dinginleştirir beni.” diye cevapladı.
İçindeki yangın söneceğe benzemiyordu, anlayabiliyordum! Ama o sanki bir kitabın ortasından konuşuyor, ırmaklar gibi çağlıyordu. Yaşamın içinde örselenmiş düşleri, bir karayel hızında kesintisiz akıyordu. Gönül fırtınalarının önüne beni de katarak kızılca kıyamete doğru bir pamuk yumağı gibi sürüklüyordu. Soracağım sorular bu nedenle asılı kaldı pastane duvarlarında. Sözleri buz kalıbı oldu. Gözler ise yerinden düşecek gibi.
“Mehmet, anlatılacak o kadar şeyin var ki bu yaşadıklarının bir sonucu, değil mi?” dediğimde gözlerini; yuvarlanıp düşmüş bir kuyudan çıkartır gibi bana doğrultu. Gözlerinin feri gitmiş, gönlünün sevdası bitmiş bir bakış ile göz diplerinden; iki damla gözyaşı, ağır aksak bardağın dibine düştü. İki damlaydı. İkisi de yaşıyor gibiydi. Can ve Canan adlı iki çocuğunun adını mırıldandı. Sesi ağlamaklı olmaktan ziyade acıyla ümitsizlik arası çaresizceydi. “Yitik bir çocukluğum oldu. Onların da benim gibi kayıp yıllarının tanığı olmak istemiyorum.” dedi gözlerini uzak bir noktaya dikerek daldı.
Gözüm kapıda. Kaç dakika olmuştu, ne gelen vardı ne giden. Pastaneci, elini çenesinin altına koymuş bizi dinliyor. İntihar etmeye çalışanın ve onu kurtaranın kim olduğunu anlamaya çabalıyor. Bu derin sohbete arada bir kulak vermek için “Abi bir şey ister misin?” diyerek kalıyor yanımızda. Şimdi agresif olan bendim. Bir yaşamı kurtarmanın değil ama polisin geç kalışınaydı tüm aksiliklerim.
Mehmet, bir dokun bin ah işit gibiydi. Zaten ona bir şey sormama gerek kalmadan kendisi, anlatacak birisini bulmanın kederiyle içindekileri yarına da bir şey kalsın demeden döküyordu.
“Bu dilsiz ayaklarımı tutmasaydınız orada, şimdi yolculuğum başka bir evrede olacaktı. Sen, benim düşmanımsın aslında. Biliyorum sen bir insanın ‘canını’ kurtarmanın verdiği erinç ve iç huzurla evine döneceksin. Ya ben? İnsanın dönecek bir evinin olmaması ne demek bilir misin? Bu izsiz ayaklarım kaç kapı araladı şimdiye kadar… Bildik ama tanımadık dipsiz kuyular gibidir gitmek istediğim yerler. Sen, sessiz bir sözcük söylersin bana, ben ise rüzgâra hep ıssız çığlığımı bıraktım bu zamana kadar. Ne değişti? Her gün artık nereye kadar gidebilirsem. Çamların dikenleri dökülürken üstüme bir ok gibi vururken bedenime; uyandım uykularımdan, yatak bellediğim yerlerden. Camlara baktım; örümcek, tüm ağlarını örmüştü. Kurtulmak için ne çok zaman akıttım saatin kadranından…”
“Mehmet, bir şey yemek ister misin?” dediğimde tekrar; cam kesiği bir acı dolanıyor bedenimde. Söyleyeceği şeylerde sızlan¬manın değil de bir gerçeğin yüzüme yüzüme vurulması acıtıyor beni.
“Bak, bay kurtarıcı. Yukarı bak, gecenin teni kararıyor iyice; yıldızlar işte orada. Birazdan kayacak yıldız, ben olacaktım ama sen haddin olmayacak şekilde kurtardın beni. Biliyorum! Sen bu¬nun mutluluğunu yaşayacak ve onu anlatacaksın belki koltuk alt¬ların kabararak. Ya! Merak edecek misin? Bundan sonraki benim yaşamı mı? Nasıl olacak? Nasıl yaşayacağım? Hapsedilen bir ya¬şam… Gönlüm, mahkûm şimdi bütün olanlara; kurşun geçirmez tenim. Dilimin ucunda buz tutmuş bütün sözcükler. Kesintisiz söyleyeceğim şeyler, bu dünyadan gitmektir. Çocuklarına doku¬namamanın ne demek olduğunu bilir misin? Onlarsız hayatın, ölüm olduğunu. Onlar hayatın coşkusu ve sevincidir. Eğer onları yaşamıyorsan tüm sözcükler bil ki anlamsız kalır. Sığınmıyorum şimdi bu dibe vurmaların karanlık dehlizlerinin içinde var olma¬nın dayanılmaz hafifliğine. Anlayabiliyor musun?”
Bense, “Bak Sevgili Mehmet, her şey senin dışında gelişmiş de sen mağdurmuşsun gibi anlatıyorsun. Tamam. Ama ben, seni bu hâlinde tanıdım. Sayfaları gönülden koparılan buruşuk yüzlü kâğıtlara karalanmış sözler gibi ıssız bir saatin kadranında, ibrelerin sırtında zamanı ileriye taşıyan dönüşlerin ucundan fırlayacak gibi duruyorsun burada. Akrep misin? Yelkovan mı? Ömrünü dolduran saniyeler mi yoksa bocalayıp duran ruhunun, aşklarının kıskacından geçmek bilmeyen yaya kalmış gerçekliğin mi? Düşlerin mi? Bilemiyorum? Ama inan, anlamaya çalışıyorum. Evet, zor! Kolay olduğunu söylemiyorum,” dediğimde; Mehmet, “Sırayla yer değiştiren ve her defasında kendi ekseninde dönen olamadım yaşadığım sürece. Hep o su beygiri gibi kendi eksenimde dönemediğimdendir, bu acılı kadranın içinden kan kırmızı dışarı çıkmak istemem. Benimki özgür bulutlar gibi dolaşmak maviliklerde. Ama hep bir düş olarak kaldı belleğimde.
Böyle karanlık bakmalarım, kararlılığımın bir sonucu değil; ka¬rartılmış hayatların bir dışa vurumu. Hep önümde durdu. Sevgi, sadece dillerde bir sözcük olarak kalmışken benim hayata tutu¬nuş nedenlerim başka ne olabilir ki?” dedi.
Bu yüksek ökçeli, damıtılmış yaşanmışlıklar karşısında kris¬talize olurken sözcükler, hızlı bir tempoyla baş edilmez bir dil fırtınasına tutuldum, akşamın dinlenilecek bu saatinde. Gözüm halen kapıda. Mehmet’i emanet edip bir ele, gitmek istiyordum kendi evime. Bir bir sönüyor bütün sokak lambaları. Karabayır daha koyu şimdi. Bir can kurtarmak isterken şimdi bedenimi bu¬radan kurtarmanın düşünceleri içinde bekliyorum. Ayaklarıma takılı bir zincir sanki Mehmet.
“İçine ölüm sinen yorgun sessizlik var parlement mavisi ak¬şamda. Susmayayım, konuşayım istiyorum. Şimdiyse acıların aynasında can çekişen deliyim. O sessizlik, bak, nasıl götürüyor beni kendi karanlığımın içine. Bu konuşmalarım, senin karanlık yüzünü aydınlığa çıkarmaktan başka bir şey değildi. Senin aydın¬lığın, benim ışığa çıkış çabalarımın sonucunda ortaya çıkacak bir şey sadece.” dedi.
“Şimdi sen, içimde isyanların çılgın acısısın bu uğursuz kent¬te. Işık ve ekmek getirir derken herkese rüzgâr ekip ekmek top¬lamak istersin elbette. Her akşamüstü karanlık düşer yoksulun üstüne. İzini sürerken benim gibi akşam avcısı birisi. Sancılı bir bekleyişten bu akşam düşen önüme bir yok oluşa giden yolun an¬latıcısı çıktın.” dediğimde ortak bir dil yakaladığımızı fark ettim.
Pastacı, mizah dergilerinden fırlayan karakterler gibiydi. Şiş¬man, başında pastanesinin simgelerini taşıyan o şapkasını eline aldığında; altında saçları olmayan derin bir bozkıra benzeyen kafasını bu mesafeden fark edebiliyorum. Ensesine yakın yerde yoğunluk kazanan saçlarını tarar gibi parmaklarını attı, taradı. Sı¬kıntılıydı, belli. Kulaklarını bir an olsun bizim masadan ayırma¬dığı da açık. Şapkayı hijyenik koşulları oluşturmak için değil de o bozkırın kapanmasına yardımcı olmak için kullandığı anlaşılıyor.
Gözlerim, kapıya yakın bir yerde ve haliyle pastacıyla ilgiliyken bedenim, sandalyede. Ya ruhum? Başka fırtınaların içinde… Bu dalgın halim, Mehmet’in sır(lı) gözleri değil ama sözleriyle dağıldı ve masaya döndüm.
“Bu yaşadığımız dünyada, sırlı kalın camların arkasından bakarken tüm rezilliği görüp de hiç bir şey olmamış gibi arkana bakmadan gitmesi insanın, insanlık mı sence? Yaşamın içine girdiğinde ecel terleriyle ölüm çığlıkları yükselirken kulaklarımızın sağırlaşmaması, onun şuh bir kahkahanın geçiş hızında penceremizi yalamasını gök gürültüsüne dayandırmamızı izah edişlerimiz; sahteliklerimiz değil mi?” dediğinde elinin tersiyle yüzünde çoğalan gözyaşlarını sildi. Hangi kâğıt bu gözyaşlarını kurutabilirdi?
Hepsi, bir hasretin yapışık sabır taşlarıydı. Her zaman umut besleyerek yaşamak sıkmıştı. Ölüm daha ağır basıyordu. Suskunluk, şimdi coşkusuz bir sensizliğin, sessizliğiydi. Bu kadar ıssız bakışların derinliklerinde, yok oluşun hikâyesinin sıralı hâli vardı.
Ne zorlu bir bekleyişti benimkisi. Gözlerimin her defasında kapıya çevrilişi, aldığım sorumluluğun yükü altında ezilişim, bundan bir an önce kurtulma isteğim, tüm duygularım, düşüncelerim birbirine karıştı artık. Söylemeli miydim? Aslında “Sahteliğin” her yerimizden fışkırdığını. Ve evet, benim bir insanı çekip çıkarmam düz yolların üstüne, yeterli miydi? Bundan sonraki sürdürülebilir yaşamının, onun kurtuluşunun asıl anahtarı olduğunu bilmeme rağmen “Teslim etmek ve gitmek” fikrindeki sahteliğim, insanın riyakârlığındaki yansımanın kendisi miydi? Huzursuzum.
“Söylediklerini can kulağıyla dinleyemediğim anlar, zamanın başka bir hâline geçmek için. Ama sözcükler o kadar acıtıcıydı ki bazıları beni on ikiden vurdu. Diğerlerinin karavana olmasının bir anlamı da yoktu. Bir sözcük gelir, vurur seni. Bir atlayışın sonucundan daha acı verici. Ölüm, yedi türkü boyu uzaklardan işmar eder o günlere. Kanatsız ve nalsız bir Pegasus olur, kıyamet masallarına.” dedikten sonra saatime baktım, hâlen o sahte kurtarıcı olmanın heybetli oturuşuyla.
Mehmet, yüzünü iki elinin arasına aldı. Dikkatini dağıtmak için “Çay içeriz, değil mi?” dedim yeniden. Sessiz kalışını onay olarak düşündüm. Garsona döndüğümde elinde iki çayla geldiğini gördüm. Akşam akşam bekledikleri tek şey böyle iki davetsiz misafir olmalıydı?
“Karanlıktayım, dudaklarım kilitli. Benden önce gidenlerin söylemedikleri bir ölüm melodisiyle kördüğümüm şimdi.” deyip, cebini karıştırdı. Anladım, sigara içecek. Yasaklar, bu akşam rafa kalktı. Cebimden uzattım yeni harmanı, bir de ben aldım o dil döken dudaklarımın arasına. Önce onunkini yaktım sonra kendiminkini. Garsonun gözü bizde; uyaracaktı, biliyordum. Başımla “Farkındayız.” işareti verdim. Gözüm Mehmet’in sigarayı nasıl da derin bir acıyla içine çekişinde. Camdaki mavi kırmızı ışık huzmelerinin yansımaları arasında yavaşça ayağa kalktım, hafifçe omzuna dokundum…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.