- 518 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÂVUR KÖYÜ
Yarım saat eşek yokuşunu tırmandıktan sonra otobüsün motor gürültüsü durdu. Muavin “Abiler geldik, çantalarınız var mıydı?” diye sordu.
Ümit gülümseyerek “Bizim her şeyimiz kaplumbağa misali üzerimizde.” dedi.
Muavin “Abi, o dediğiniz köy tam şu beli çıktıktan sonra. Tahtadan tabelayı göreceksiniz. Tabii kış yıkıp dökmediyse! Yolunuz açık olsun. Rastgele.” dedi. Otobüs kara dumanlarını etrafa saçarak, arkasında bizleri bırakıp gitti.
Toprak nemli ve buram buram kokusunu yayıyordu. Baharı doğada üç arkadaşla karşılayacağız. Muavin, belin hemen ötesinde derken köylüler de bir sigara içimi kadar yol olduğunu söylemişti. Etrafı kolaçan ettik. Çevrede kuş seslerinden başka bir şey duymuyorduk. Uzaktan bir guguk kuşu sevgilisine serenat yapıyor, birlikte nefes alıyoruz. Şimdi ise sadece kabaran göğüslerimizin hareketi ve ağzımızdan çıkan hırıltılar var.
Toprak uyanmış, dereler doludizgin akmakta. Konukları küçük serçeler bizi gördüklerinde panikleyerek serseri heyecanlarıyla kalktılar. Yeterince ışık yok. Işığı gördüğümdeyse objektifimi o tarafa doğrultuyorum. Işık huzmeleri meşe ağacının hayata yeniden tutunmaya çalışan dallarına vurarak doğuşunu selamlıyor. Çok yakınımızdan gelen tüfek sesiyle irkildik birden hepimiz.
Doğan “Av mevsimi de değil ki bu silah sesleri ne iştir!” diye söylendi? Kuşlar panik içinde ağaçların dallarından havalandılar.
Sonunda “Derinkuyu Köyü” yazılı tabelanın yanına geldik. Başkada işaret yok. Ümit “Biz Derinkuyu köyüne mi gidecektik?” diye sordu.
Doğan “Ne fark eder? Ha derin kuyu olmuş ha çukur! Sonuçta gideceğimiz yer aynı değil mi?” dedi. Yol topraktı. Köy mübadele sürecinde boşalmış ya da boşaltılmış. Şimdilerde birkaç çevreci ve mimarın katkılarıyla ekolojik tarım ve turizm temelinde cazibe merkezi haline getirilmeye çalışılıyor. Ümit’in mimari merakı, Doğan’ın doğa sevgisi ve benim fotoğraf tutkum birleşince işte vurmuşuz kendimizi dağlara, taşlara.
Ümit, merakla sağa sola bakıyor ama doğa ve toprak onu çokta ilgilendirmiyor gibi. Ortam şimdi daha sessiz. Arkadaşların karın gurultularını duyuyorum. Ancak Doğan bir avuç toprağı eline almış bir değirmenden buğdayın akışı hızında yeniden döküyor. Sonra suya durmuş ağaçları yeni çıkmış menekşeleri koklayarak ve ağaçlara yaslanarak unutmaya çalışıyor. Ümit ise ayrı bir âlemde! Yürümeye devam ediyoruz.
Bir süre sonra Doğan yoldan çıkarak ileride kocaman bir ağaca dayandı. Havayı ağız dolusu içine çekti ve “Hımmm mis gibi bir hava! Ağaçların serinliği üşütüyor beni.” dedi ve gözlerini uzak bir noktaya dikti. Tabii ben durur muyum? Basıyorum deklanşöre. Ses ile dönen Doğan bu kez işi mankenlik boyutuna vardırarak “Bak dostum! Şu açıdan da çek, ışık ters de değil.” diye söylenmeye başladı. Sonra bir ağacı kadına sarılır gibi kucakladı. Arada ağacı öpmeye koklamaya başlayınca da bense tabii deklanşöre basmaya devam ettim.
Doğan ortamı eğlenceli bir mekâna çevirdi. Ardından ağaçların içinde dolaşmaya başladık. Ümit göz ucu uzaklığımızda. Arada, ‘Haydin arkadaşlar!’ diye sesleniyor.
Doğan açlığını tamamen unutmuş doğanın ritmine ayak uydurmuş börtü böcek ve çiçeklerle olmanın mutluluğunu yaşıyor. Gözüm, çalıların arasındaki menekşelere ilişti birden. Bir top halinde orada öylece duruyorlardı. Tabi ki benim de parmağım anında deklanşörde. Bir kaç kez koparmak için uzanmıştım ki Doğan:
“Sen ne yapıyorsun!” diye müdahale etti.
“Ya şunun şurasında bir menekşe koklamak istiyorum!” dediğimde o da “Eğil kokla. Küçük şeylerin büyük etkileri olabileceğini düşündün mü? Küçük bir damlayı, bu ağacın dibinde biten mor menekşeyi, bir susam tanesini hafife almayalım. Küçük dediklerimizin aslında ne kadar büyük olabileceklerini bilelim ve onların yok olmasına müsaade etmeyelim. Şu an bizim için bir çiçek gibi görünen varlığın doğada bir denge unsuru olduğunu, bilmediğimiz bir derdin ilacı olduğunu unutmayalım dostum.” dedi.
Bir tutam menekşe üzerinden bir dönüşümü boca etti. Tadım kaçtı. Ümit’in yanına geri döndüm. Yere yıkılmış bir kütüğünün üzerine oturmuştu. Ben de ışığı arkama alarak yakın ve uzak plan birkaç fotoğrafını çektim. Hiç oralı olmadı. Elindeki çalıyla toprağa bazı şekiller yapıyordu. “Ofiste çizimleri bitirdin şimdi toprak mı kaldı?” dedim. Başını sesimle birlikte bana çevirdi: “Dostum şu doğa faslını bıraksanız da köye bir an önce varsak, ne dersin? Şaka maka iyice acıktım; bir dilim ekmek için neler vermezdim.” dedi.
Ben de çantamdan çıkarttığım kaymak kremalı bisküviyi uzattım. Yüzünde çocuksu bir gülümseme ile “Ya sen ne adamsın!” dedi.
“Ben böyle bir adamım Ümit’im. Şimdi enerjin de var. Şu Doğan’ı kaybetmeden çağır da gidelim istersen.” Benim istekli oluşum onu mutlu etmişti. Doğan elinde birkaç çalı çarpıyla geldi.“Hayırdır!” dediğimde; “Bunlara kötek derler. İşimize çok yarar. Çoban köpekleri ve yırtıcı hayvanlardan korunmak için önemli bir işlevselliği var. Hayli düzgün ve üzerinde yer yer çıban izleri gibi yerler olsa da işimize yarayacak cinsten.” Onları yürüyüşümüzde baston gibi de kullanacağımızı anladım. “Doğa bize yine yardım elini uzattı.” dediğimde Doğan “Doğa çok cömerttir, kendine bir şey yapılmadığı takdirde her şeyini sunar. Hem de bir karşılık beklemeksizin.” dedi.
Doğan “Biraz dinlensek mi? Nasıl olsa az bir yolumuz kalmış.”
“Tamam, tamam şu ilerde bir yerde eğleşiriz,” dedim. Yola paralel küçük bir dere vardı. Akışını az da olsa duyuyordum. Hemen ileride bir hayvanın suyun başında bir alageyik olduğunu gördüm. Başka da var mı diye etrafı kolaçan ettim.
Doğan, “Hayvanı bırak, rahat su içsin. -Su içene yılan bile dokunmaz-” dedi.
“Ben de zaten dokunmayacağım ki. Onu ölümsüzleştireceğim fotoğraf karemle.” dedim ve sessiz bir şekilde ilerleyerek en iyi görüntüyü alma çabasına girdim. İnsanın başına böyle fırsat kaç defa çıkabilirdi? Büyük bir çam ağacının dibine ulaştığımda fotoğrafını çekebileceğim görüş açısını yakaladım. Geyik etrafına bakınmaktaydı. Kokumuzu almış ya da ayak seslerimi duymuş olmalı diye düşünürken başka bir tedirginlik içinde olduğunu fark ettim. Başını kaldırmış bana 45 derece açıyla bakıyordu. Birden gözlerim o tarafa kaydı. Asker kamuflajlı birisinin olduğunu o anda zorlukla fark ettim. O ise avına odaklanmış, farkımda bile değildi. Küçük bir hamle ile hafifçe olduğum yerden ileriye emekleyerek süründüm. Çatır çutur sesleri üzerine geyik önce kulaklarını dikti sonra gövdesiyle geriye fırladı. Tam o esnada avcı tüfeğini ateşledi. Kurşunun toprağa ve taşa değerek sektiğini çıkardığı tozdan ve sesten anladım. Avcının, ayak seslerinin olduğu yere yani bana doğru sinirli sinirli baktığını gördüm. Azgın bir boğa gibi burnundan soluyordu. Onda avını vuramamanın kızgınlığı bende ise “av”ın fotoğrafını çekememenin çılgınlığı vardı. Avcıya doğru yürümeye başladım. Onu yerde sırtını ağaca dayamış, kolları arasında tüfekle buldum. Doğan ve Ümit koşarak yanımıza geldi. İlk cümleyi kim söyleyecek diye bekleşirken Doğan avcıya dönerek sert bir bakışla;
“Beyefendi, bu yaptığınız nedir anlatır mısınız?” dedi.
Avcı silahını dayanak yaparak ayağa kalktı. Biraz önceki öfkesinden eser kalmamıştı. Üç kişi karşısında bu kez yüzünde bir tedirginlik vardı. Bizle göz göze gelmemek için çevreyi yeniden bir avcı edasıyla kolaçan etti.
Elindeki tüfeğini sırtına çapraz şekilde astı. Bu kez eline yerden kırılmış dal parçalarından bir tanesini alıp ucundan küçük parçalara bölmeye başladı. Nereden başlayacağını bilmiyordu. Haklılığını ortaya koyacak hiçbir makul nedeni yoktu. Sanırım avcımız avcılığı spor olarak görüyordu sadece. Anlamıştık. Bu suskunluk yaptığı şeyden suçluluk duymuş olmasındandı. Bu dağlarda son geyik türünü yok ettiğinim farkındaydı.
Doğan avcıya dönerek “Biliyor musunuz? Bu geyiğin popülasyonundan bu dağlarda toplam iki elin parmakları kadar kaldı. Erkek geyikler öncüdür. İlk tehlikeyi de hisseden onlardır. Büyük bir olasılıkla dişiler yakın bir yerde olmalı.” dedi.
Ümit, Doğan’ın anlatımlarını başıyla onaylıyor onu tasdik/takdir eden mimikler yapıyordu. Konuşmanın tamamı bitmeden ana yola tekrar dönmüştük.
Yol boyu yaşadıklarımızdan sonra avcının mahcubiyetini biraz hafifletmek istedim. Bu arada Ümit “Az ilerde yol üstü bir çeşme var. Orada bir mola verelim arkadaşlar.” dedi. Ardından ben avcıya dönerek; “Biliyor musunuz? Sizinle birçok ortak yanımız var,” dediğimde adam şaşırdı. Ortak özellik onu biraz daha dinamik ve yürüyüşe kararlı katılımını sağladı. Bunları Doğan anlatırken bir iç sesle yol alıyorduk. Gideceğimiz çeşmenin suyu güzeldir. Burada ‘Sarıkız Çeşmesi’ olarak bilinir. Bir de hikâyesi vardır” dedi.
Çok geçmeden çeşmeye ulaştık. Baharın başlangıcı olmasına rağmen çok az su akıyordu. Doğan “Bu ayda bu suyun az akması şaşırtıcı,” dedi. Ümit ise çeşmenin bulunduğu kaideyi inceliyordu. Onun da elinde kompakt makine vardı. Çeşmenin sağını solunu çekiyor arada birde “Böyle çekince daha mı iyi olur?” diye bana sorular soruyordu. Avcıyı hepten unutmuştuk. Kimimiz çeşmenin, kimimiz suyunun peşinde; kimimiz de çeşmenin mimarisi ile uğraşırken avcı sanki çeşmenin hikâyesinin içindeydi.
Bir vakit sonra oturduk. Ümit “Söyler misin azizim, bu avcıyla ne ortak yönün var? Adama bakar mısın? Sadece aynı dili konuşmaktan başka ne olabilir ki ortak yönünüz?” dedi.
“Evet, kısmen doğru söylemekle birlikte biz fotoğrafçılarla avcılar arasında şöyle bir ilişki kurarım. Dikkat ettiniz mi biraz önce ben geyiği ölümsüzleştirmek, bu avcı ise öldürmek için oradaydı. İkimiz de avımıza usulca yaklaşırken sessiz, temkinli ne istediğini bilen insanlardık. Uygun anı yakalamak için şekilden şekille girdik. Ve istediğimiz sonuca ulaşacağımız vakit birimiz tetiğe birimiz deklanşöre basacaktık. Ben yok olmakta olan geyikleri fotoğrafım ile geleceğe taşıyacakken; avcı biraz et ve belki biraz da postundan faydalanmak için onu yok edecekti.” Sonra yana dönerek “Değer miydi avcı arkadaş?” dedim. Avcı mahcup bir şekilde yer yarılsa da dibine girsem der gibi önüne baktı. Avcının yanında bir çanta vardı. İçinde azıkları olmalı diye düşündüm. Zira hayli şişkindi.
Ümit içimizde en dayanıksız olanıydı. Avcıya dönerek; “Derinkuyu köyüne ne kadar uzağız?” diye sordu.
Avcı, “Şu gördüğün yamacın öte yanı. Ben de o tarafa gidiyorum. Daha yukarıda da bizim köyümüz var.” Arkasından da eklemeyi unutmadı. “Ama o köyde kimse yoktur ki? Gâvurlardan kalmadır. Orada eski taş binalar var. Kuru bir köy. Biz oraya Gâvur köyü diyoruz. Ama bıldır o köye yurt dışından birisi gelip turizm murizm gibi şeyler yapacağını söyleyerek tadilat yapmıştı. Birkaç binayı da oturacak hale getirip sonbaharda da gitti.” dedi.
Dinlendikten sonra oturduğumuz yerden kalktık ve yeniden yola koyulduk. Dere bu kez önümüze düştü. Üstünde tarihi eskilere dayanan kemer köprüye geldiğimizde havada hayli sertleşti. Sonunda yamacı aşarak köyün ilk evlerini gördük. Gölgeler boyumuzdan daha küçük yere düşmeye başladı bile. Evin önü çevriliydi. Sanki bir hayat var gibi. Doğan, avcıya “Burada duranlar mı var?” dedi.
Avcı, “Bu fırahtular bizim köyden çobanın yığmalarıdır. Küçük davarları var yazın öğleleri burayı ‘hayat’ gibi kullanır,” dedi.
Biz birimize baktık. Avcı sanki bir başka dilden konuşuyordu. “Fırahtu, bıldır, yığma, davar, hayat ” gibi sözcükler şaftımızı kaydırdı. Biraz önce Doğan’ın kullandığı dil de avcının şaftını kaydırmıştı. Popülasyon vs.
Artık sözcüklerin bir tercümesini isteyeceklerdi uygun bir yerde durduklarında bunları yeniden konuşacaktık.
Meydan gibi bir yere ulaştığımızda keser, hızar ve taş seslerinden Derinkuyu’daki çalışmaların devam ettiğini anladık. Ümit, kompakt makinesiyle binaların yakın ve uzak plan çekimlerini yaparken; Doğan yanıma gelerek çantanın içindeki azıklarımdan ne bulduysa tamamını aldı. Orada bir büyük taşın üstüne çantasını koyup oturdu ve açlığını yatıştırdı.
Bense Ümit’i takip ediyorum. Onun yakın çekimlerini Ümit’i içine alacak şekilde yer yer uzak, bazen de yakın plan çekiyordum. Benim onu çektiğimin farkına bile varmıyordu. Sanki bir şeyler kaçacakmış gibi her ayrıntıyı görüntülemeye çalışıyordu.
Ustaların çalıştığı binalara vardığımızda kendiliğinden bir sohbet başladı. Sit alanı kapsamına alınmasa da binaları aslına uygun restore etmeye çalıştıklarını anlattılar. Zira Gâvur Köyü’nün eski sahipleri tadilatın aslına uygun olmasını istemişler. Burada yeni bir yaşam kurmak ve ekolojik turizmle bölge halkına katkı sunmak istiyorlarmış. Yakın köylülerden üretilen doğal ürünleri buraya turistlik amaçla gelecek insanlara tanıtırken hem tattırmak hem de organik beslenmelerine yardımcı olmayı amaçlıyorlarmış. Doğan buradaki çalışmaların her aşamasından haberdar olduğu için ve bizi de önceden bilgi verdiğinden ustabaşının anlatımları ile amaçlananlar belleğimize yer etti.
Ancak bizi bırakmayan avcı aval aval anlatılanları dinlemekte iken birden şaşkın bir şekilde “İyi de bizim oralarda bu ürünleri yetiştiren insan kalmadı ki!” dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.