İTLE YATAN ADAM
-Merhaba sevgili dostum! Bugün güzel bir gün... Niye mi? Bak! bugün de karnımız doyacak. Hey Allah’ım sana şükürler olsun, öldürmezsen başka bir şeyden dolayı açlıktan ölmeyeceğini bilmek çoooook güzel bir duygu...
Elindeki şeffaf poşeti bankın üzerine bıraktı. Kendini atarcasına oturdu.
-Senin payına köfte burger düştü. Hem seversin de zaten eti. Ben tavukla idare edeceğim.
Elini poşete sokup kırış kırış bir kağıt çıkardı. Özenle kağıdını açtı. Köfte burgeri hayattaki tek dost dediği benim önüme bankın üzerine koydu. "Afiyet olsun." derken kendi payını kağıdı yarım açarak ısırmaya başladı.
-İyi yere kapaklandık ha! Valla burada en azından dostum, açlıktan ölmeyeceğimizi biliyoruz.
Ağzımdaki kocaman lokmayı zorlukla yuttum. Etrafa bakındım. Ayak bileklerine kadar uzanan siyah eteğiyle genç bir kadın önümüzden geçti. Bir an kafasını bizden yana çevirdi ve göz ucuyla bizi seyretti. Yüzünde küçümseme, üstünde göğüslerini ortaya seren dekolteli ve dar bir bluz, altında rüzgarla neredeyse kalçasına kadar açılan yırtmacı vardı.
-Ben böyle biriyle evliydim. Bakma suratıma öyle. Valla evliydim. İnançlıydı. Beni zorlayacak kadar hem de. Ama teşhiri ve dikizlenmeyi de severdi haaa.
Anlamayan insanların boş yüzleri gibi ona baktım.
-Yaa, kılınmayan namazın, tutulmayan orucun kavgasını ederdik. Efendim neymiş, Bize bunca nimeti veren Allah’a şükretmek için bile olsa ibadet etmek gerekirmiş. Kıçın başın niye açık o zaman dediğimde de o başkaymış, bu başkaymış.
Bana dönerek -bu arada bütün bu cümleleri kadına ve uzaklara bakarak söylemişti-
-Dostum! yarım akıl candan, yarım bilgi de dinden eder dedikleri doğru... hem de çok doğru dedi. Ve devam etti:
-Bizim yarımlık da on üç yıllık evliliğimizin içine etti. (Gülümseyerek) Beni benden etti. başlarda kızıyordum, lanetler ediyordum, sokaklarda yaşamayı beceremiyordum ama zamanla iyi ki de tüm o kavgaları etmişiz, diyorum.
Ben de onun yüzüne alık alık bakıyordum. Ne demek istediğini anlıyordum... da anladığımı ona anlatamıyordum. Ne de olsa kullandığımız iletişim dili farklıydı. Neyse adamcağızın fastfoodcuları ağına, sokaklara ve nihayetinde benim yanıma nasıl düştüğünü sizlere, siz insanların yaptığını yapayım ve sevgili ve tek dostuma masal gibi gelen geçmişini bir masal gibi başlayarak anlatayım:
Bir varmış, bir yokmuş... bu arada ne aptalca bir laf bu ya! "Bir" vardır, ya da yoktur, aynı anda nasıl varken yok da olabiliyor... oooof insanlar işte! Sizi anlamak imkansız zaten. Yedi sekiz yıllık ömrümü sizin için harcamaya çalışamam doğrusu. Neyse, sevgili dostum (gerçekten sevdiğim için sevgili diyorum) bundan on üç yıl önce evlenmiş. Ama ne kadın canım evlendiği kadın. Saçını tarif etmeye çalışmayacağım, çünkü bana gösterilen her fotoğrafta farklı bir model ve renkte saçları. Boyu uzun, bir kadın için epey uzun. Orta kalınlıkta. Ne yalan söyleyeyim bu haliyle beni bile etkiledi. Ela gözler. Elalık özel bir şeydir gözler için, sonsuz sayıda lens takmış gibisindir ışığın farklı ortamlarında. Üniversite mezunu, varlıklı bir ailenin üç şımarık çocuğunun ortancası. Babasının sayesinde ve kolejlerde öğrendiği iki yabancı dilin etkisiyle büyük sayılacak bir şirkette iyi bir pozisyonda çalışmaktaymış. Dostum Avrupa’dan doktoradan dönen zehir gibi, üstelik yakışıklı bir tip. Kader bu ya o da aynı şirkette teknik yönetici olarak işe başlar. İş ortamında tanışıklığın dışında bir etkileşim ve iletişim yokken, dostumun yaşının otuz ikiye çıkması münasebetiyle düzenlenen yaş günü kutlamasında, içkinin de verdiği etkiyle bizimkini gaza getirirler evlenmesi konusunda. Uygun adayda bellidir. Ama önce kızın kafalanması gerekmektedir ve bu sanıldığı kdar da kolay değildir. Bir kadın hem zeki, hem güzel, hem zengin, hem de çalışıyorsa uzak durmam gerektiğini dostum bana ısrarla ve defalarca söyleyip durdu. (Allah’tan bizim türlerde çalışan bir dişi olmadığı gibi erkek de yok.)
Bir gün sonra konuşulanlar uygulanmaya koyulmuş. Öğle yemeğine bizimki biraz gecikerek katılmış plan gereği. Kadının etrafında tek kişilik yer başkalarının kullanamayacağı biçimde boş bırakılmış, ve dostumun o zamanki dostları oturmuş. Bizimki de gidip "afiyet olsun" diyerek kadının yanına oturmuş. Bir iki basit ve sıradan sohbet cümlesi sarf edildikten sonra, birer bahane uydurarak kalkmışlar. Dostum:
-Eda Hanım, size bir şey teklif edeceğim ama lütfen yanlış anlamayın.
Eda Hanım, sağ eliyle o gün dümdüz taranmış sarı saçlarının bir tutamını omzuna atarken "Estafurullah" demiş. Kıpkırmızı ruj sürülmüş dudaklarını hafif aralayıp, dilinin ucunu da hafifçe bir anlığına dudaklarına değdirmiş. Kitaptan başka bir şeyle ilgilenme şansı olmayan dostum, o an, ışınlanmayla tropik bir adaya gitmiş, otantik içkisini içmiş, yerel seksini dansını yapmış, akşam güneş batarken altın kumlarıyla okyanus plajına varmış ve kadınla çırılçıplak ve dahi sarmaş dolaş kumların üzerinde yuvarlanmaya başlamış. Bir yandan da avokado aromalı ruj sürülmüş dudakları öpmekte ve cennet papağanları tahrik olmuş ötmekteymiş.
-Mert Bey?.. Mert Bey de ses seda yok. Mert Bey!.. bu son seslenme esnasında dürtmek ve kendine getirip cümlenin devamını öğrenmek adına yeşil ojeli ve manikürlü ince parmaklarıyla Mert Bey’in omzuna dokunmuş. Dostum, gittiğin yerden hiç gitmemiş gibi geriye, yemekhaneye dönmüş. Dönmüş dönmesine de, bu yolculuk yüzünden jetlag etkisi görülüyormuş yüzünde.
Eda Hanım, "evet neyi teklif edecektiniz?" der gibi sessiz ama cümle dolu bakışlarıyla yüzünü ona dönmüş kıpırtısız durmaktaydı.
-Özür dilerim. Bir an daldım galiba. Haa... şey... bu akşam Andromeda’da bir pop konseri var. Bana da iki bilet verdi bir arkadaşım. Düşündüm de kabul ederseniz sizinle gitmek istiyordum.
-Kimin konseriymiş peki?
-Serdar Ortaç’ın... cümle bitmeden sakin ve ağır tavırlı kadın ergenliği yaşayan bir kız işvesi ve ses tonuyla:
-Heeeey! Bu harika... ben de bilet bulamamıştım. Tabiii ki geliriiiiiimmmm!
Eda Hanım, Mert Bey’i yok sayıp kendi kendine "harika! gökte ara, iş arkadaşında yanıbaşında bul... çok iyi yaaa" mırıldanmalarıyla meşguldü. Bu işin bu kadar kolay olmasına şaşıran dostum da belki kızın aradığı son bileti alan kişi olarak gururla yemeğinden bir parçayı ağzına attı. Akşam için gerekli planlama ve sözleşmeler yapıldı. Buluşuldu. Konsere gidildi. Bir rockçı olan dostum sıkılrken, popüler kültürün bir ürünü olan kızımız çılgınca eğlendi. Dostum saatlerce eğlenen ve dans eden rolü yaptı. Her şarkıya hatasız eşlik eden kızın yanında Mert Bey, bilmediğin parçalara sessiz playbackler yaptı. Konser bitti. Kız evine bırakıldı. Her ikisi de her iki yanaklarını birbirine değdirerek ayrılındı. Sonraki günler bu seremoni defalarca tekrar edildi. Taa ki yanaklar boş verilip dudaklar değdirildi. Bir sonraki gün bedenler... adadaki gibi tropik olmadı bu sevişme ama olsun yine de dostumun anlattığına göre güzelmiş.
Bu konserden beş ay sonra nişan, bir yıl, bir ay sonra da evlilik gerçekleştirilmiş. (Bir yıl on iki ay, artı bir ay; eşittir on üç ay...) İlk büyük kavga da burada çıkmış. Bu arada kural sanırım siz insanların bütün düğünlerinde kavga etmek. Efendim, nikah salonunda sade ve kısa bir düğün en güzeli derken dostum, Eda Hanım en gösterişli ve en kalabalık düğünün peşindeymiş. Mert Bey bir kere bile cimrilik yapmamışken o günlerde paraya kıyamamakla suçlanmış. İnsan hayatında bir kere evlenir. (Parantez açacağım. Açtım zaten. Niye bir kere evleniyorsunuz ki anlamıyorum siz insanları. Ben her yıl başka biriyle evleniyorum ve en fazla biraz ses çıkarıyor, biraz kokular yayıyoruz. Sonra da bir sote bulup bir iki saatliğine takılıyoruz.) Fedakarlık yapan, ödün veren konserde olduğu gibi Mert Bey olmuş. Şitayiş ve alayişin fazlaca olduğu dğün merasimi boyunca mesut damat rolünü oynamış. Takım elbiseye alışık olmasına rağmen, damatlık smokininin içinde klimalı ortamda şapır şapır terlemiş, patır patır karakteri dökülmüş. Düğün bitmiş sahte gülüşler ve samimiyetten uzak öpüşlerin ardından. Balayına nereye gitmişler biliyor musunuz? Nereye mi? Bana sorduğunuzu duyar gibiyim. Hani önceki ifadelerde anlattığım adaya benzeyen bir adaya. Bir hafta. Altı gece, yedi gündüz. Tam pansiyon. Balayı süitinde balayı kavgası ederek geçirilen, üç gün küsülen bir seyahatten dönülmüş. Kimin annesine el öpmeye ve akşam yemeğine gidileceğinin kavgası çabuk bitmiş. Eda Hanım’ın ailesine gidilmiş. Yemekler yenmiş, kahveler içilmiş. O akşam Eda Hanım’ın bekarlık günlerini geçirdiği odasında yatılmış. Başlangıçta Mert Bey sırt üstü yatmış, Eda Hanım başını Mert Bey’in kolunun üstüne ve omzuna gelecek biçimde koymuş. Birkaç dakika sonra kadın uyumaya başlamış. Oysa dostumun canı karısının saçlarını koklarken, memelerini yumuşak yumuşak okşamak; dudaklarından başlayan öpüşü yavaş yavaş aşağılara kaydırmak, sonra... -çok kötüsünüz var ya! Adamcağız sadece bir çocuğu olsun istiyordu- Sonra kolunu EdaHanım’ın başının altından çekmiş. Yataktan kalkmış, çamı açıp arka arkaya hakkı olan üç sigarayı somururcasına içmiş. Yatağa yatmış, uyuyamamış tavana bakmış saatlerce. Odanın içinde bakışlarını dolaştırmış saatlerce. Gözlerini kapamış ve nedense uykuya dalmış. Uyku esnasında bir rüya görmüş. Sadece bir tane görmüş. Kırk kapısı olan büyük bir saray salonunda kırk yatak varmış. her yatak farklı bir renkte nevresimle örtülüymüş ve farklı bir rayiha (yani koku) yaymaktaymış. Sonra kapılar kırkıncı kapıdan itibaren teker teker açılmış, her açılan kapıdan bir kadın çıkmış... ama şöyle: Kırkıncı kapı açılmış, bir kadın kırıta kırıta gelmiş yatağın yanına. Yatağa örtülen renkte şeffaf (bazıları transparan diyor) elbisesini üzerinden sıyırarak çıplak vücudu ve "gel aşkım" bakışıyla yatağa uzanmış. Mert Bey gitmiş ve kadını dudaklarından öpüp geri çekilmiş, kadın gülümseyerek yana döndürmüş çıplak vücudunu yatağın altına doğru uzanmış veeeee bir bebek çıkarmış. Geriye kalan otuz dokuz kadınla da aynı şey olmuş. Aslında hikayeyi uzatmak adına hepsini tek tek anlatmayı da düşünmedim değil. Tüm kadınlar birer bebek sahibi olunca sevgili dostum, yorgunluktan bitap vaziyette salonun ortasına gelmiş ve üzerinde hem yukarı hem aşağı turkuvaz renkli lalerin olduğu billur kadehi eline almış ve gül renkli, gül kokulu sıvıyı içmeye yeltenmiş. Bir yudum alınca canlanmış ve tekrar kadınları öpmek istemiş. Her kadın bebeğini yatağının üzerine şefkatle bırakmış. Kalkıp Mert Bey’imizin etrafında toplanmış ve beyimizi okşamaya ve öpmeye başlamış...
-Sapık herif! Uyansana lan sapıııııık!
-Ne oluyor be!
-Mert bana yapmadıklarını rüyanda mı yapıyorsun?
-Eda, Allah aşkına neden bahsediyorsun ya?
Eda Hanım, aşağılar bir edayla:
-Ne bileyim kocacığım... sabaha kadar birilerini becerip durdun da...
-Eda, aşkım! neden bahsettiğin konusunda en ufak fikrim yok.
-Olmaz tabi... beyimiz çok ama çok meşguldü. Neyse sabah sabah senle kavga edecek enerjim yok. Hadi kahvaltımızı yapalım bir an önce kaçalım buradan. Annem gene sabah sabah öğütleriyle kafamı şişirdi.
Kahvaltı yapılır. Balkonda sabah kahveleri içilir. İşler bahane edilerek evden ayrılınır. Zaten o kahvaltıdan sonra dört bin yedi yüz kırk beş defa daha kahvaltı yapacaklardır. Eda Hanım’ın annesinden aldığı bir sapkınlık derecesinde alışkanlıkmış kahvaltı alışkanlığı. Oysa Mert uykuyu ve bir poğaçayı tercih ederdi her zaman. Günler günleri kovalamış, kahvaltılar yapılmış, kavgalar edilmiş ve sevgiler gösterilmiş. Zaman ikisini iyilik ve güzellik anlamında bir yere götürmüyormuş. Mert Bey, benim sevgili dostum kısırmış, o nedenle ancak rüyalarında çocukları oluyormuş. İşte de, büyüme ve pazar payını geliştirme amacıyla başlatılan bir proje fiyaskoyla bitmiş. Kabak dostumun başına patlamış. Çünkü proje sorumlusu oymuş. Bağırışlar, hakaretler ve tehditlerle geçen bir toplantının ardından muhasebe birimine geçip tazminatı ve hakedilmiş maaşını almış ve işten ayrılış dilekçesini vermiş. Tüm parayı yolunun üstündeki Yeşilay şubesine makbuz karşılığı şaşkınlık, takdir, iltifat cümleleri karşılığı bağışlamış. Bu arada, günde iki paket sigara ve en az üç kadeh rakı içen bir adamın yapacağı en ilginç şeyi yapmış benim dostum. Gerekli formları doldururken de yasak levhasına baka baka sigarasını üfleye püfleye içiyormuş. O kadar paraya da oradakiler bir yasak çiğnenmesine ve misyonlarına bir kez ihanet edilmesine izin vermişler. Yürürken sallanacak kadar içmiş ve geç bir saatte evinin kapısını açmış, içeri girmiş. Salonda dizisini yeni aldıkları LCD televizyonda seyreden karısı göz ucuyla bakmış, umursamamış ve dizisine geri dönmüş. Bizimki yanına gidip koltuğun kol koyulan kısmına tünemiş ve:
-Bugün işten ayrıldım, demiş ruhsuz bir ses tonuyla.
-Neden? demiş Eda Hanım ona bakmadan.
-Sanırım, birazdan da senden ayrılacağım, demiş Mert Bey bulanan midesinin etki ettiği sesle.
-Cehennemin dibine kadar yolun var, demiş kadın ekrandaki kendisini üçüncü kez aldatan sevgilisini affeden kadının davranışını yadırgarken. Ne de olsa siz insanlar onurunuz için yaşarsınız değil mi? Tükürdüğünüzü de yalamazsınız. Oysa bizler yiyeceğimizi bile yerleri yalayarak yiyoruz.
Mert, sevgili dostum, beyim... paltosunu almış, üstüne giymiş. Cebindeki anahtarları, cüzdanını (içindeki kredi ve kimlik kartları dahil) portmantoya bırakmış "iyi yaşamalar Eda" diye bağırarak kapıyı açmış ve çıkıp sokaklarda dolaşmaya başlamış. Nihayet yorulup bir bankın üzerinde uyumaya başlamış. Eda Hanım ne mi yapmış? Bilemeyeceğim. Sanırım "nasılsa bana s... s..." dönecek diyerek dizisinin yansıtıldığı yeni LCD televizyonun ekranına bakmaya devam etmiştir.
Başlangıçta açlık, soğuk, yalnızlık ve alışmamazlık dostumu çok zorlamış. Bulduğu her kuytuya sığınmış. Tanıdığı bir iki kişinin evine gitmiş yardım istemek için, fakat vaz geçip geri dönmüş. Ne de olsa insan acı ve sıkıntıyla olgunlaşır, güç kazanır. Ne kadar zenginsen ego o kadar şişik, ruh o kadar kirlenmiş ve eziktir. "Derviş olmalıyım, ama tarikatsız bir derviş. Masivalarını aşmalıyım yaşamın. Kısırlığımı, karımı, açlığımı... Soğukluğuna alıştı şimdiden ruhum sokakların, ama yalnızlığına da alışmalıyım... Ruhuma vurulan sosyal prangalardan kurtulmalıyım, yaşam forsasından kurtarmalıyım kendimi. Başkalarının yanında hep bir başkasıydım. Karımın yanında başka; iş yerinde patronun yanında başka, elemanın yanında başka..."
İşte, bunları düşüne düşüne alışmış sokaklara. On üç gün önce de ben bankın yanında miskin miskin yatarken gelip bankın uzak ucuna oturdu. Biraz sonra kayarak bana yaklaştı. Size anlattığım bu hikayesini bana anlattı. O gün bu gündür beraberiz işte. Bana hep dostum diye hitap ediyor. Ama çok fazla konuşmuyoruz. aslında konuşuyoruz da tüm insanlar gibi çok fazla birbirimizi anlamıyoruz.
Bu belediye görevlileri niye bize doğru geliyor ki şimdi?
-Mert Bey! Mert Beeeeyyy! Sevgili dostum!
Dostum dostum diyorsun da aşı künyemin düşmek üzere olduğuna hiç dikkat etmedin be. Şİmdi benim aşı kartım olmadığı için kesin yakalamaya geliyorlar. Mert Bey... sevgili ve tek dostum beni vermez her halde? Dostum nerdesin? Hah oradasın! Vermezsin değil mi? Beni alıp barınağa götürmelerine izin vermezsin değil mi? Uyuyor musun sen?.. İşte şimdi...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.