- 607 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-BİR TARİHSEL GELİŞİM ÇİZGİSİNİN ELEKTROKARDİYOGRAFİK OKUNMASI MI?-
Fransa’da 1988 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda en çok dikkat çeken husus Ulusal Cephe lideri Jean Marie Lepen’in ikinci tura kalması olur. Siyasi yorumlar Fransız toplumunda ırkçı bir yönelimin olup olmadığı yönünde gelişmektedir. Genellikle Fransızların, Lepen’i artan bir ivmeyle Cumhurbaşkanlığına layık görmediği, yalnızca merkez partilere yabancı ve azınlıklar alanındaki sorunlara kalıcı çözüm üretilmesi noktasında uyarı atışı yaptıkları dairesinde açıklanır.
Kendi kendime düşünürüm; aynı durum Almanya’da yaşansaydı, radikal milliyetçi bir eğilim oy patlaması yaşasaydı hani, iktidara gelmese bile dünya genelinde nasıl yankılanırdı acaba?
Yoo! Bilinçli demokratik bir ülkede toplumsal bir mesaj olarak normal karşılanırdı demeyin hemen canıımm! Bir ihtimal daha var açıkçası. Demem o ki, söz konusu oluşum gerek Almanya gerekse Avrupa üzerinde travmatik sonuçlar doğurabilecek bir siyasi okumadan mı geçirilirdi? Ben ikinci ihtimal üzerinde dururum oldum olası. Öyle ki, Nazi Almanya’sı düşünüldüğünde başka türlüsü mümkün müdür? Batı dünyası, bir deli gömleğine bir kez daha talip olur muydu? Ne dersiniz?
Peki, Almanya’nın tarihindeki tüm entelektüel ögelere rağmen sabıkalı olmasının nedenleri neler olabilir? Şu kadar ki, bir klasik Alman felsefesi evresi akla gelebilir derhal. Yine sanatsal kulvarlarda bizleri karşılayacak Alman şöhretler anımsanabilir, değil mi?
Oysa tam ters istikameti gösteren bir damar da karşımıza çıkabilir. Ortaçağ’ın ilk demlerinde kavimler göçü meşhurlardandır açıkçası. Gotlar, Germenler, Hunlar, Vandallar, vs. Avrupa’nın bazı eğilimleri, refleksleri üzerinde o sürecin etkileri olduğunu düşünürüm hep. Genel bir kavramla bir tür Vandalizm eğilimi vardır. Kaba saba emperyal, kolonyal ve ırkçı uygulamalarda hep kavimler göçü çağının ayak izleri görülebilir. Fransız ve İngiliz, olayı biraz daha estetize ediyor olabilir mi? Fransız duruşu sanatsallık katabilir sözgelimi. İngiliz ise diplomat bir duruşla bazı sert ve keskin motifleri törpüler, rötuş yapar ve sevdirebilir de. Öyle ya, Anglosakson liberalizminden methüsena ile söz edilmesi sebepsiz midir? Yahut saf gerçekliğin hükmü müdür?
Tam tersi olarak, Almanya’nın düşünce ve sanat-edebiyat tarihindeki saygın yerine karşın Nazi Almanya’sı karanlığına gömülmesinde ekonomik-siyasi tarihinden gelen bazı ögelerde etkendir kanımca. İngiliz, ticari kapitalist ya da Merkantilist dönemin kaymağını yer. Hatta İspanya ve Portekiz’in bayraktar yönünü kendi gelişimine kanalize edecektir. Bir Latin yazarın "inek İspanya’nın ama sütü başkaları sağıyordu" demesi bu duruma esaslı vurgu yapabilir. Demem odur ki, sanayi devrimini neden İngiliz yaptı sorusu önemlidir. Yanı sıra bunun sonuçları nelerdir?
Fransızlarında Merkantilist dönemden nemalandığı söylenebilir. "Colbertizm" Fransız Merkantilizm’inin göbek adıdır. Merkantilist dönemde böyle bir Fransız vurgusu ya da aksanından söz edilir. 18’inci asrın sonlarında Fransa’nın Kuzey Amerika coğrafyasında İngiliz’le egemenlik kavgası yapabilmesi elbette yüzyıl savaşlarının ruhunu da taşır. Ne var ki, iktisadi evrelerin getirdiği bir realite olmalı aynı zamanda.
İşte, Alman bu gelişme süreçlerinden yoksun kalacaktır. Nemalanma sorunları açıkçası mayalanmayı da etkiliyor. 19’uncu asrın sonlarına doğru Bismarck ile ulusal birliğini kuran ve Fransa’ya karşı bir askeri zaferde kazanan Almanya ben de varım demeye başlar. Hatta 1’inci Dünya harbinin ilginç bir tanımlanması vardır. Büyük devletlerin o günkü güçleri ölçüsünde dünyayı yeniden paylaşma savaşımı. Yani bir klasik paylaşım ve o paylaşımı benimsemeyenler var. Yeniden paylaşma kritik değer halini almaktadır. İşte bu süreçte Alman yüzyılların gelişim dinamiklerini on yıllar içerisinde yaşar, tamamlar. Ne çare ki, hazmetti mi acaba? Ben bu anlamda Almanya’nın iktisat tarihindeki dinamikleri idare etme ya da süreç yönetimi noktasında tıkandığını düşünürüm. Zurnanın zırt dediği ya da bir ülke tarihinin güdük kaldığı nokta burasıdır zannımca.
Diğer yandan Friedrich Engels’in 16’ıncı yüzyıl Almanya’sı ve köylü harpleri üzerine çıkarımları dikkat çekicidir. Marxizm’in tarih şablonuna koşulsuz ve muhakkak surette prim veriyor değilim. Bilakis doktriner yaklaşımlara mesafe duyarım. Ne var ki, ilgi çekici bazı ögeler bulduğumu da söylemeden geçemem.
Evet, daha önceden de arz ettiğim üzere; 16’ıncı yüzyıl Almanya’sında köylüler bir ilahiyatçı olan Thomas Münzer öncülüğünde feodalite’ye başkaldırırlar. Reformasyon’un bazı verilerinden de yararlanarak formasyonunu tamamlamak isterler. İlginçtir, birbirlerine karşı cephe almış kilise ve senyörler köylü ayaklanmasına karşı kenetlenmektedir. Bir sosyal hareket bastırılır ve teolog Münzer öldürülür. Peki, neden başarılı olamadılar? Engels’e göre tarihi birikim müsait olmamaktadır. Hani, marjinal bir hareket, dinsel bir devrim hareketi tarihsel gelişimi zorlamaktadır. Bir bakıma feodalite’den sosyalizme sıçrama yapmak isterken kapitalizmin örmekte olduğu düz duvarlara tırmanmak mümkün olmayacaktır. Kim bilir, gelişmeye karşı kuşku uyanır Alman tarihinde belki de. Kendi benliğinin karaltılarından, dehlizlerinden, labirentlerinden korkma eğilimi gelişmiş olabilir mi? Yoksa, Stefan King’in “O” romanı ve film versiyonu tarafından formatlanmış biri mi var karşınızda?
Yine Alman denildiğinde bir tür ırk temelli militarizmden de söz etmek mümkün. Bir millet düşünün hemen tüm katmanlarında mekanik bir disiplin tarafından zapturapt altna alınmış bir ruha sahip. İyi ya işte fena mı, bizde olmayan, ne güzel diyebilirsiniz elbette. Ne ki, gerçek bunun tam tersi de olabilir. Uzaktan uzağa davulun sesi hoş gelir sözünün yanılgısına düşmeden serin kanlı bakmalıyız derim. Irksal meziyetlerin totaliter bir basınçla bir toplumu, milleti sosyo kültürel eziyetin cenderesine sokmasından bahsediyorum açıkça.
Bütün bu ögelerden hareketle Alman ruhunun tüm toplumsal tezahürlerinde hiperaktif bir duruş gözlemekteyim. Tarihi gelişimi, rutini izlemiyor; önüne geçmek istiyor hani. Klasik deyişle merdiven basamakları birden aşılmak istenir. En alt basamaktan yukarıya tek hamlede çıkmak istenmektedir. Rakipler birer birer çıkarken ve neredeyse en üst noktaya yaklaşırken; hele şunları yakalayayım demektedir Alman. Sorarım, bir 100 m. koşusunda çıkışta en geride kalan atletin yarışı kazanma şansı kaçta kaçtır?
Sonuç olarak, dünya tarihinin zeyli kapsamında şu naçizane sözü söylemek mübalağa mıdır acaba? Sıçrama tahtasına doğru basmayan bir uzun atlamacı tarafından kırılan mucize kabili dünya rekoru geçersiz sayılacaktır. İşte konumuzun bam teli, tarihte geç kalmışlığın hükmü de bu noktada cereyan etmektedir.
L.T.
YORUMLAR
levent taner
Şiirleriniz zaten güzel
Varlığınız ise en güzel şiiriniz
Eleştirmek mi? Her zaman hakkınız
Arzu ettiğiniz her vakit
Saygı ve selamlarımla...
levent taner
Sürç-i lisan ettiğimi ancak fark ettim ya
Affola
Saygılarımla...