- 1233 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'yalnız yerdir insan'
Onu beklerken bir yere gireyim de vakit geçireyim düşüncesi ağır basıyor. Yine o basınçlardan biri ve geçen günü hatırladım. Dünya yansa ne fark eder şimdi! Haram olmuş fizik ve kırık dökük bir matematikle aynı yerdeyim. Her neyse, bunların şimdi önemi olmamalı. İçeri giriyorum. Bu kapı kuşlar için değil. Köpekler ve kedilerde aynı yolu takip ediyor. Az ötede sakallı bir adam hararetli bir şekilde yanındakine anlatıyor:’ Geçen yine geldi. Gelme diyorum mübarek, girme şuraya. Hayır, anlamıyor. Yine giriyor. O kadar da güzel bakıyor ki mübarek, kıyamıyorum tekme atmaya, kovalamaya. Gelmiş yine pislemiş şadırvanın arkasına. Bizim imam efendi de korkut dedi. Yahu alıp elime sopayı, sokak köpeğini mi kovalayacağım? Çok istiyorsa kendi yapsın ama bana günah geliyor kardeş.’ Diğeri öylece durmuş, köpeğin pislettiğini anlatan sakallı adamı dinliyor. Sakallı anlatmaya devam ediyor:’ Eldiven aldım onun yüzünden. Yüzlü şu marketlerde satılan eldivenlerden. İki dakika takmıyorum zaten, pisliği aldıktan sonra orayı yıkamadan elimden çıkarıyorum eldiveni ama inanır mısın, bak şu elime, alerji yaptı. Cildiyeye gittim, doktor ‘ahırda mı çalışıyorsun birader’ dedi. ‘Ne ahırı mübarek’ dedim, ‘camide tuvalete bakıyorum ben.’ Çamaşır suyu dedi, yok daha bir sürü şey saydı ama hayır dedim, şimdiye kadar hiç etki etmedi ki onlar. En son eldivenden bahsettim. ‘Başta desene be birader’ dedi, kremle hap verdi gönderdi. Şu köpekten nasıl kurtuluruz bilmiyorum mübarek.’
Bankta cereyan yemiş gibi oturdum. İtin birinin bok muhabbetini duyabiliyordum. Niyeyse diğer adamın konuşmasını da bekliyordum ama ağzını hiç açmıyordu. Başım da anlamsız bir ağrı dolanıp duruyordu. Avuç içlerimle kafamın etrafına baskı yaptım. Çocukken bir taksiye beş kadınla beraber bindiğimiz günü anımsadım. Nereden geldi ki bu taksi anısı derken, taksiye binmeden önce köpeğin biri kadınları kovalıyordu, evet, anı bundan ibaretti. O kadınlardan biri annemdi ama diğerlerini bir türlü çıkaramıyorum. Çocuktum ama sonradan hatırladığım kadarıyla kardeşim de vardı ve başka bir kadının kucağındaydı. Hayır, kardeşim annemin kucağında arkadaydı ve ben önde başka bir kadının kucağındaydım. Kadınlardan birinin kucağındaydım. Taksiden inmiştik ve dönüşte belediye otobüsüne binmiştik. Sanırım otobüste kardeşim annemin üzerine işemişti. Hayır, o başka gündü. Ben başıma taş yemiştim. Sınıfın duvarlarını berbat etmiştik. Ortaokulda sınıfın içerisine girerken öğretmenler önce bir bismillah diyerek sınıfa girmeliler. Sınıfı gerçekten mahvetmiştik. Duvarları anlamsız bir şekilde kirletiyorduk. O zamanlar bir kız vardı. Bizden bir sınıf üsttü. Kızın adı ya Tülin ya da Tülay gibi bir şeydi, tam olarak hatırlamıyorum ama t ile başlıyordu ismi. T ile ismi başlayan kızlar güzel olmalı diye bir şey uydurmuştum. Çünkü güzeldi Tülay. İbrahim Sadri’den şiirler okurdu. Şiir kitapları vardı. Bir gün hışımla sınıfa girmiş, oturduğu sıraya gelmişti. Onlar sabahçıydı. Oturduğu sıra pencere kenarıydı. ‘Buradaydı, nereye gitmiş, burada, göreniniz yok mu’ diyen sesini duydum. Şiir kitaplarından birini okula getirmiş ve onu kaybetmişti. Sanırım çaldırmış olmalıydı. O aralar bizim sınıfta hırsızlık olayları da oluyordu. Taylan isimli bir arkadaş vardı ve hırsızlık yapmaya bayılıyordu. Yumruk sıkışını hiç unutmam. Bir gün sırada oturmuş, yumruğunu sıkmış şekilde bir ders saati boyunca öylece bekledi. Kendisine ‘neyin var’ demiştim. Benim de bir şeylerimi çalmıştı. Çok geçmeden hakkında disiplin kurulunca karar verilmiş ve okuldan atılmıştı. Hiç unutur muyum sınıfça beraber diktiğimiz çam ağaçlarının önünde bizi toplayıp, Japon harikası saatini gösterirken nasıl da caka satıyordu. Sahi, kaç milyondu o saat? Yine de Taylan’ın günahını almış olmayayım. Biz öğlenci olduğumuz için Tülay’ın kitabını çalmış olamazdı. Tülay sonradan kitabı çantasında unuttuğunu fark etmiş şekilde bir gün özür dilemek için tekrar sınıfa geleceği günü hayal edip durmuştum. Gelmedi.
Sakallı anlatıp duruyor ama karşındaki adamdan çıt çıkmıyor. Sonunda kanaat getirdim ki, susan adam lâl olmalı. İsmi t ile başlayan insanlara o günden beri neden mesafeli davrandığımı anladım. Tülay ulaşılması güç sevgiliyken, Taylan hırsız bir arkadaştı. Tüh, ne suçu var oysa diğerlerinin! Tülay gözümün önüne öyle canlı geliyor ki; bir o, bir de Taylan’ın taşı andıran yumrukları.
İnsan tek başına olduğunda her zaman kendini düşünmez. Yalnızlıktan bahsederiz ama tek başına olduğumuzda bile yalnız kalamayız. Başka insanlar bizi yorar. İnsanlar bitince maddi meseleler aklımızı yormaya başlar. Niyeyse ‘bu ay içe gireceksin dostum’ dedim kendime. Sahi, ne gereksiz şeylere harcama yapmıştım bu ay! Oysa çaydan, şekere, en sevdiğim çikolatadan, kafama geçireceğim kaliteli iple dokunmuş bereye kadar her şeye zam gelmişti. Bereyi almadığımı itiraf ediyorum. Seksen liraya bere alınır mı? Niye alınmasın, alınır elbette. Şu yukarıdaki olmasa ne işe yarıyor ki koca bedenim? Hoş, çoğu zaman yukarıdaki yüzünden rezil oluyorum. Aşağısı sessiz, sütliman, cenneti izleyen sabiler; gariban sakinler ve yorgun ayaklar… Yukarıdaki ıslak, üzeri kirlenmiş et parçası yüzünden geçen nasıl da rezil oldum! Kozmetik ürünler satan bir mağazadan içeri girmiştim. Kapıda ‘tıraş makinelerinde büyük indirim’ yazıyordu. Raflar arasında dolanırken karşıma bir elli boyunda kızın biri çıktı. Beyaz gömleği üzerindeydi. Yüzü bol makyajlı, saçları belinden daha uzun gibiydi. Bir şeyler söyledi ama onu dinlemiyordum. En son söylediği cümleyi ikinci kez söylediğini yüzündeki ‘aman be aptal’ ifadesinden anladım. Hâlbuki başta da sadece aynı cümleyi söylemişti. ‘Size nasıl yardımcı olabilirim’ diye soruyordu. ‘Şey’ dedim ve durdum. ‘Şey’ dedim tekrardan. ‘Şey, tıraş makineleri indirime girmiş yazısını gördüm de içeri girdim. Nerede acaba tıraş makineleri?’ Kız önce saçına dokundu. Sonra başını kaşıdı. ‘Saçları mı yağlanmış’ diye düşündüm. Bu sefer ‘şey’ deme sırası ondaydı. ‘Şey, tıraş makineleri indirimdeydi fakat elimizde sanırım son bir ürün kaldı.’ ‘Bakabilir miyiz’ dedikten sonra kızı takip etmeye başladım. ‘Ne küçük bir şey bu, Palamut’un ağzındaki hamsi gibi’ diye düşünürken, kızın aslında başka bir yerine baktığımı anladım. Yine de topuktan başına kadar da aynı söylemi yineleyebilirdim. Mentollü bir krem kokusu alıyordum. Aslında envai çeşit koku mağazanın içerisindeydi. Ruj bölümünü geçerken, iki genç kızın denenmek için bırakılan rujlardan sürdüklerini gördüm. İçimde kalacağına şu kıza sorayım dedim. ‘Pardon, şu rujları sürüyorlar ya, o rujlara herkes dudağını sürüyor mu yoksa herkes için ayrı bir deneme ruj ürünü mü var?’ Kız oralı bile olmadan ‘buyurun, sadece şu ürün var elimizde ama bu da burun kılları ve favori içinmiş’ dedi. ‘Tamam’ dedim. Sesimin derecesi yüksek perdeden çıkmış olmalıydı, ‘tamam, zaten ben de burun kılları için makine arıyordum.’ Kız iğrenç bir şeye bakıyor gibiydi. Bu bakışı canımı sıkmıştı. Kendi kaşınıyordu. ‘Cımbızla alırken canımdan can gidiyor, aynı şu ağda misali düşünün. Fakat şimdi şu epilasyon mudur, epiktraktör müdür nedir o çıktı da sizler için de kolaylık oldu değil mi?’ Kız alçak perdeden saydırıyordu ama kulağım duymakta mahirdi. ‘Ay, salak, bana ne senin burun kılından. İğrenç şey!’ Kasadan biraz uzakta olduğumuz için rahat hissediyordum. En azından kızı daha fazla kızdırmak için elime koz da geçmişti. ‘Siz rahatça görebilirsiniz aşağıdan, acaba sizce çok rahatsız edici görüntüsü var mı burun kıllarımın’ diye söylememle kızın ‘çıkın mağazadan, lütfen, güvenlik çağırmadan çıkınız lütfen’ demesi bir olmuştu. Burun ve favori kıllarını almak için bir makineye yüz elli lira vermek istemiyordum ama kızın yüz ifadesinden aşırı zevk almaya başlamıştım. Resmen tüyleri canlanmış, ayağa kalkmış gibiydiler. ‘Bıyıklarınız da güzelmiş’ dememle koşturmam bir olmuştu. Alışveriş merkezinden çıkmadan tuvalete sığınmıştım. Herhalde yarım saatten fazla tuvalette zaman geçirmiş olmalıyım. Klozetin kapağını kapatıp, üzerini bolca kağıt mendille örtüp oturmuştum. İki kez kapıya vuran oldu ama rol yapmam gerekiyordu. Ikınıyormuş gibi ‘doluuuu’ diye seslenince, ayakkabı seslerinden kapıya vuranların az ötedeki pisuarlara yöneldiklerini anladım. Çok beklemeye meyilli olmayan tipler için pisuarlar öncelik ama tam bir kerhane işi! Her neyse, tuvaletten çıkıp, uzaktan mağazaya bakındım. Sinirlendirdiğim kızın yaka kartında adı yazıyordu. Biraz araştırma yapsam, kendisinin sosyal medyada hesabı olup olmadığını bulacağıma inanıyordum ama ne yazabilirdim ki? Onu delirttiğim için üzgün olduğumu söyleseydim eğer kendime ihanet etmiş olacaktım. İnanılmaz eğlenceli gelmişti. Cidden uzun süredir böyle bir heyecan yaşamamıştım. O kız gelip ‘sizi bir kez öpebilir miyim’ dese ‘hayır’ diyebilecektim. Tüm bunları yaşamadan yine karşıma çıkıp, yine aynı soruyu sorsa ona yine ‘hayır’ cevabı verirdim. Kendimi sorguladım, bir süre bu konu üzerine de dertlendim diyebilirim ama öncelikle neden böyle bir soru sorsun? İkincisi herkesle öpüşülmez. Üçüncüsü o haz öyle alınmaz. Dördüncüsü kız çok çirkindi. Sonunda itiraf ettim. Hayır, çirkin almayız efendim, biz mağazalarımıza güzel kızları özellikle seçiyoruz dese de personel müdürü, bu kızın yalnızca makyaj güzeli olduğunu bir ben mi biliyordum? Gece gündüz tasarruflu bembeyaz ışıklar altında parıldayan yüzüne acıyordum. Ruju taşkın bir kevaşenin sakızına yapışacak cinstendi. E tabi, ben haksızım. Şimdi artık o kapçık ağızlı eskortlar bile en kaliteli makyaj ürünlerini alıyorlar. On sekizinde, yaylan gülüm de yalan, burası yalancı cennetin çıngıraklı yılanlarıyla kaplı sokak. Pardon, cadde. Parasıyla değil mi canım?
‘Yüz bin liradan fazla harcadılar. Düşünebiliyor musun bir evlilik için bu ve gelinliğe yalnızca altı binden fazla vermişler.’ Arkadaşım sonuna kadar haklıydı. Dibinden cümleyi çıkarıp, yağlandırıp kendime sokmaya başlayınca dudaklarımda cümle kalakaldı. Köpeğin bokundan değersiz onlarca şeye bu kadar parayı bir de bilinçli edalarla yapan bizden başkası değildi. ‘Ne, sen köpek boku mu görüyorsun bunları?’ İnsanlar içtikleri suya kadar metalaşırken, metanın değersizliğini veyahut bize yabancı oluşunu varsaymak kötü bir şey midir? Bunu söyleyince kıskanç diyorlar. Bu arada Tülay’la başlayan t isimli kızların güzel ve uzun boylu oluşunu, mağazadaki Tuğba isimli kızla bozulduğunu itiraf edebilirim. Oh, rahatladım. Kıraathanedeki osuruk partileri ve iş yerindeki erkeğe taciz vakalarından sonra bu itiraf iyi geldi. Kıraathanede eski bir mit ajanını andıran yüz ifadesiyle duran ve gözleri hafif kısık bakan adam için de normaldi bu osuruk partileri. Ocağın kenarında oda parfümü hazır ve nazır bekliyordu: Fıs. Sonra iş yerindeki erkeğe taciz olayına geleyim derken bir kaza çıktı ve erkeğin pantolonun ağı yırtıldı. Azgın mecmua şefi bunu anladı ve gelip ‘ben dikeyim’ dedi. Adam sessizce ‘neyi’ dedi. Kız ‘ay, duydum ve gördüm, dur kimseye şey etmeden dikerim ben’ dedi. Kız dediğime kimse bakmasın, kırk beşinde azgın bekârdan bahsediyorum. Ayıptır, yazıktır, etmeyin yapmayın dese de kimse Tekin’i dinlemedi. Kadının tüm azgınlığı ağzındaymış. Müdür muavini bile bunu biliyor ama yine de herkes susuyor. Yine de kalorifer odasında, kalorifercinin sonbaharın ortalarında gelip kaldığı oda var, oraya gidip, pantolonunu diktiğinden bahsetmem gerekiyor. Tekin’de ne yapsın garibim, kirli kaloriferci önlüğünü takmış pantolonun ağı dikiline kadar. Sonra pantolonunu giymeden kız demesin mi ‘ay utanma giy işte karşımda’ diye. Tekin de içinden ‘utanmıyorum lan senden azgın deli’ diyerek bir çıkarmış önlüğü, bizim delinin aklı gitmiş o günden sonra. Tekin’e ikide bir sormuşlar, ne gösterdin diye bu kıza. Orada ne olup bittiğinden elbette kimsenin haberi olmamış ama Tekin o günden sonra işten bolca izin almış. İş arkadaşları arasında Tekin efsane olmuş. Sırf tekinle deli kızın arasında ne olmuş olabilir diye pek çok efsane ortaya çıkmış. Biri işi abartıp ‘Tekin erkek değilmiş’ dediği güne kadar bu dedikodular sürüp gitmiş. Tekin garibim ne yapsın, deli şefi kolundan tuttuğu gibi bir gün iş çıkışı arkadaşlarının önüne getirtip ‘söyle şef’ demiş, ‘söyle ne gördüğünü.’ Deli kız, yani şef önce yutkunmuş ve sonra da tek tek anlatmaya başlamış:’ Vallahi çocuklar ben zorladım arkadaşınızı. Biliyorsunuz konu pantolonun ağıydı. Ben ağını bir güzel diktikten sonra önlüğünü çıkar, karşımda rahatça giy dedim Tekin’e. Tekin önlüğü çıkardı, bir de ne göreyim. Tekin’in bacaklar orman gibi. Yahu ayı mısın sen dedim ona. Ha, tamam, şu erkeklik konusu var. İnanın, o konuda da yalan söylemiş olmayayım, hah; şu kadardı!’ Şef eliyle gösterdiği mesafe karşısında Tekin’de içten içe memnun olmuştu. Biliyordu o kadar büyük bir şey olmadığını ama yine de deli meli, hemcinsi olmayan biri tarafından övülmek gururunu okşamıştı. O günden sonra Tekin’e kimler yaklaşmaya çalışmadı ki! Yeni gelen stajyerler bile ‘Tekin bey çok güzel anlatıyor muhasebe işlerini’ diyerek Tekin’in başını ağrıtıyorlardı. Bu arada Tekin’e biz ‘ne şanslı adamsın’ desek bile, hepsi şakadan ibaretti. Tekin’in kimse umurunda değildi.
Klasik cümleler sayesinde hayatı yaşanabilir kıldığımızı bilmekten dolayı aptalsı bir gurur duymuyor, tersine rahatsızlık içerisinde aynı cümleleri benim de kurduğumu hatırlayınca kendime kızmaya başlıyorum. Bu meselenin aslında birine hayran olmak ya da birine âşık olup, onu idealize etmekten pek farkı yok. Arkadaş kendisine hastalıklı bir şekilde âşık olan birinden bahsetmişti. Kızcağız aşırı sevgisiyle beraber arkadaşı hayal dünyasında idealize etmişti. Böyle bir cümle anlatamıyordu elbette kendisini; ‘seni çok ama çok seviyorum’ tarzı cümleler ya da ‘sana aşığım hayatım’ cümlesi yeterli olabiliyordu. Bu idealize probleminin en çok yaşandığı durum aşk olduğu için arkadaşı anıyorum yoksa hayatın çeşitli kısımlarda hep aynı problemle karşılaşılabiliyor. İnsan birine sevgi beslediği zaman kişilik olarak bölündüğünü çoğu zaman anlayamaz. Genelde ikili bölünmeler yaşanması muhtemel oluyor. Arkadaşın bahsettiği hikâye için de aynı ikili bölünme gerçekleşiyor. Kızcağız babasına karşı aşırı sevgi besleyenlerden değil; üstelik babasından nefrette etmiyor. Aslında yansız kalabileceği durumları çok ve sahiplenilme arzusundan ziyade anlaşılmaya karşı inanılmaz tutkusu onu çok farklı insanların yanında bulundurmuş. Bunları ondan duymamak rahatsız edici olabilir. Geceleyin mekânlardan çıkarken hep aynı ağacın altına kusmuş. Sonra da tek hareketiyle güzelliğinin hala ne kadar canlı olduğunu gözler önüne sürmüş. Karanlıkta en çirkin kadın ya da adam bile çekici gözükebilir ama bu kızcağız gündüz gözüyle de güzel olanlardan. Arkadaş itiraf ediyor:’Ben de onun o tek hareketine tutulanlardan biriyim. O aralar arabam vardı. İyi kötü gidiyordu. Kızı o gün evine kadar bırakmak için arabama davet ettim. ‘Yok’ diyeceğini bekliyordum. Yok demedi. Evinin adresini sordum. Güldü. Cevap vermeyince tekrar sordum. ‘Sen’ dedi, ‘şu ticari olmayan taksilerden misin yoksa?’ Bu söylediğinin üzerine bir de kahkaha attı. Şaşkındım. Benim tek amacım onun gibi bir güzel kızla az da olsa zaman geçirmekti. Mekân da bunun için ne vakit ne de çevresindeki kalabalıktan imkân bulabilirdim. Kokusu arabanın koltuğuna sinsin tarzı fantezilerim yok, hayır, o kadar abartmayalım. Ne yapacağım onun terli parfüm kokusunu? Üstelik kustuktan sonra ağzını herhangi bir suyla da çalkalamadı ya da su içmedi. Ağzının nasıl koktuğunu hayal dahi edemem. ‘Kimsin sen’ dedi. ‘Açıkçası’ dedim ona, ‘sizi uzun süredir görüyorum ama yanınıza yaklaşacak cesaret bulamadım. Bu gece en azından evinize kadar sizi bırakmak arzum vardı. Sizin başka biriyle gideceğinizi düşünerek canım sıkkın bir şekilde mekândan çıkmanızı bekliyordum ama şu an benim yanımdasınız.’ Kız bir süre saçlarıyla uğraşıp durdu ve en son çantasından yuvarlak ip tokasını çıkarıp yapış yapış olmuş saçlarını arkadan bağladı. Arabayı henüz çalıştırmamıştım. Yüzüme bakmadan konuşmaya başladı: ‘Evet, baştan anlaşalım. Evde olmaz, hayır. Amacın herhangi bir ormana gitmekse, orada bana tecavüz etmek istiyorsan durma bas gaza gidelim. Tek isteğim senden biraz nazik olman. Sana direnmeyeceğim.’ Ne diyeceğimi bilemedim. Şaşkındım. Onun gibi bir kızla yatmak için can atmadığımı söylersem yalan söylemiş olurum ama ormana çekip arabayı, tecavüz etmek ne demek? Bunu önceden defalarca yaşadığını düşünüyordum. Bu düşüncem beynimi kemiriyordu. Önüne gelenle bu kızcağız yatıyor muydu? Sapkınlığım hayretimin üzerinde bir düğmeyi andırıyordu. O düğme açıldığında herkes hayretimin ne kadar güzel olduğundan bahsedebilirdi. Bir insan böyle bir şeye nasıl dayanabilir? Para mıydı, yani para mı veriyorlardı ona bu tecavüz karşılığında. Hayır, para aldığını düşünmüyorum fakat kendinde olmadığı için onu rahatça kullanabiliyorlar mıydı? Eğer içki içmese, yürürken sendelemese, nasıl biri olurdu ki? Az önce bana söylediği şeyler hiçte sarhoş birinin kurabileceği cümlelere de benzemiyordu. Aklı yerindeydi. Hafızası ona geçmişte yaşadığı kötü anılarını tekrarlatıyordu. Sorgulamaya başladım. Bir kadının feminist, hatta radikal düzeyde feminist olmasına sebep biz, erkekler miydik? Düşüncelerim kaos içerisindeydi. Arabanın içerisindeydik. Yavaşça debriyajdan ayağımı çekiyordum. ‘Sigaran var mı’ diye sordu. İdamlık mahkûmun darağacında asılmadan önce içtiği son sigarasını anımsatıyordu dikiz aynasından gördüğüm kadarı. Parmakları, ağzından dumanı çıkarışı, karanlıkta kalan güzel gözleri…
Arkadaşa devamını anlatmasını istedim. Bana ‘bak’ dedi. ‘Onda idealize ettiğim her şeyi sana göstereceğim. Şu parmağımın ucuyla nereye dokunursam anla!’ Kendimi zorla alıştırdığım çayların tadını damağımda hissettim. Kavanozda her çay bitmeye yakın farklı bir çay alıyorum. Kimi ‘ilk hasat’, kimi ‘çok iyi dem’, kimi ‘acayip tiryakiyim ben’, kimi de ‘çayında, adamında dibi benim’ diyor. Önceleri rahatsız oluyor, ilk beş demlikte kendime eziyet ederek yeni aldığım çaya alışmaya çalışıyorum. Sonra alışıyorum. Alıştığım için bir süre sonra kendime sinirleniyor, ‘zamanı geldi, başka bir çay denemelisin’ diyorum. İşte şimdi kadınlara ve de çaylara aynı şeyi söyleyebiliriz:’ Masum rolü kesme orospu. Bizi tahrik etmek için böyle yapıyorsun!’ Garip olan ikisinin de şu an suçu yok.
‘Amacımı anlayamamıştı. Evet, bir amacım yoktu. Haklısın. Hala benim arabayı sapa bir yere çekip, ona çullanacağımı sanıyordu. Bak, itiraf ediyorum, ben de onunla yatmak istiyordum ama normal bir yatakta, gerekirse konuşarak, yüzünde bana karşı gülümsediğini görerek. Tecavüz etmek mi? Hayır, o kadar şaşırmış olamam. Boylu poslu, kollarında acayip dövmeleri olan, hepsinde beş karış sakal olan bir metal grubunun ortasında kalmış gibi hissediyordum. Aynı değildik. Onlarla aynı olmamakla beraber, ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum. Şehir merkezine gelmiştik ve ben ona tekrar ‘evinin adresini söylemeyecek misin’ diye sordum. Paketten ikinci sigarayı çıkarmış ve dudakları arasına koymuştu. ‘Sen’ dedi, ‘beni sikmek istemiyor musun?’ Yola, önüme bakmaya gayret ediyordum. ‘Bak’ dedi sessizce, ‘elimin nerede olduğuna bak.’ Elini en son sigara paketine atarken görmüştüm. Dikiz aynasından elini tam olarak göremiyordum. Işıklara yaklaşıyorduk. Elini pantolonun içine sokmuştu. Pantolonun düğmesini açmış olduğunu fark ettim. Sırtını koltukta gererek pantolonun önünün açılmasını sağladı. Külotunun altından elinin kabarıklığı belli oluyordu. ‘Sen’ dedi bana, ‘istemiyor musun bunu?’ Dudakları arasındaki sigaranın külleri nereye dökülüyordu? Elini külotundan çıkarıp, bana doğru uzatınca ‘ne yapıyorsun’ dedim. ‘Koklamak istemiyor musun?’ dedi. ‘Hayır’ dedim. ‘Bu elimi öpmek, yalamak isteyen ne kadar insan var farkında mısın’ dedi. Onun bu sözlerini ve hareketlerini çok içmiş olmasına bağlıyordum. ‘Ne için beni arabana bindirdin o zaman’ dedi. Sesi de, yüzü ve vücudu gibi güzeldi. ‘Kimsin sen’ dedi ve ‘beni ne zannediyorsun’ demeye başladı. Sözleri otomatik bir tüfekten çıkmış gibiydi:’ Kimsin sen, beni ne zannediyorsun? Benden ne istiyorsun? Söylesene, kime diyorum? Beni sikmek mi istiyorsun? Durdur arabayı, gel yanıma sik hadi, ne duruyorsun, siksene beni. Göğüslerimi mi merak ediyorsun yoksa? Mıncıklamak mı istiyorsun bunları? Yoksa arkadan mı sikeceksin beni? Sahi, öylesin sen, göt sikmek istiyorsun değil mi? Tamam, ona da razıyım ama tükürüğünle bolca yumuşat önce kıçımın deliğini. Hey, kime diyorum? Eğer katilin biriysen, sırf zevk için beni öldüreceksen, buna da razıyım. Hadi, öldür beni, ne duruyorsun? Yoksa evine mi götürüyorsun? Durmasana, haydi ne duruyorsun, bas gaza, daha hızlı gidelim. Acele et. Çabuk ol.’
Arkadaşım başından geçen hadiseyi anlatırken o geceyi yaşıyor gibiydi. ‘Bir süre sigarayı dudağında tutmayı başardı. Gözlüğünü çıkardı. Oval hareketlerle gözünü kaşımaya başladı. Sonunu merak ediyordum. ‘Ne yaptın sonra’ dedim. ‘Son bir defa dedim içimden, son defa soracaktım ona. ‘Evin nerede’ diye yavaşça sordum. Yüzünü iki elinin arasına koymuştu. Adresi söylerken yumruk yemiş gibi konuşuyordu. Dudağı kanıyor ya da gözleri pörtlemiş olmalıydı. ‘Burası mı’ diye sorduğumda sokağına kadar söylediği adresine geldiğimizi fark etti. ‘Şu apartman’ dedi. ‘Gelir misin yukarıya’ diye de ekledi. ‘Hayır’ dedim. ‘Çık dairene, dinlen.’ Arabadan inmeden önce camdan dışarıya baktı. Sicim gibi yağmur yağıyordu. Çantasının fermuar sesini duydum. Küçük bir kâğıt parçasını çıkardığını gördüm. Kalemle üzerine bir şey yazıyordu. Kâğıdı bana doğru uzatarak ‘numaram’ dedi. ‘Beni ne zaman aramak istersen ara.’ Susuyordum. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Kendisi elini uzatarak elime kâğıdı tutuşturmuştu. ‘Bir şey demeyecek misin’ dedi. Bir saat önce beni bu dünyada hiç fark etmeyecek biriyken, şimdi benimle ilgileniyor, susuyor oluşum onu rahatsız ediyordu. ‘Kendine iyi bak’ dedim. Az sonra ‘peki’ dedi ve kapıyı açarak arabadan çıktı.
Klasik cümleler kurmayıp da ne yapacağız. ‘Kendine iyi bak’, ‘sen bana göre değilsin, benden daha iyilerine layıksın’, ‘ölenle ölünmez’, ‘herkes bir gün şu topraktan içeri girecek’, ‘hiçbir şey yapamayız, böyle boş boş konuşmaktan başka’, ‘onun gibileri bilirim’, ‘isteseydim onunla mutlu olurdum’, ‘şu yılı bir atlatayım, daha güzel olacak her şey’, ‘her şeyin başı sağlık’, ‘mahvettiler ülkeyi’, ‘beni hiç tanımamışsın’, ‘birazcık olsun beni sevseydin’, ‘bizim sistemde sorun var’, ‘okumakla değişmez bu işler’, ‘yolun sonu hep aynı karanlık’, ‘merhaba’, ‘nasılsın’, ‘uzun zamandır sesin soluğun çıkmıyor’, ‘idare eder’, ‘iyi günler’…
Bankta belimin rahatsız olduğu saniyeler başlıyordu. Bu saniyelerin başladığını uzanma arzusuyla anlıyorum. Mutfaktaki çamaşır makinesinin sonlanmaya yakın nasıl bir hızla döndüğünü, çıkardığı sesin tüm apartmana yayıldığını hayal ediyorum. Sona yakın insanlar daha hızlı hareket etmek isterler. Sonlandırmak için başta yapmayacakları hataları yapmaya başlarlar. Telefonu titreşime almakla iyi etmiştim. Belim az da olsa bu titreşimi hissedince kendine gelebilir. Doğruldum. Gelen çağrıyı açtım. Gelen çağrı ne demekse!
-Neredesin?
-Savaştayım.
-Ne savaşı, ne diyorsun canım? Geliyorum ben, yakınım.
-Savaş sonlandığında, o zamana kadar tüm mesaisini kazanmak ve plan yapmak için tüketenlerin adı anılmaz. İlk kim konuşursa, kazanan da, kaybeden de o’dur.
-Ne diyorsun sen Allah aşkına?
-Hep sen konuşuyorsun. Bunun bir savaş olmadığından bahsediyorum.
-İyi misin canım? Bir şey mi oldu? Geliyorum, az kaldı. Geldiğimde anlat oldu mu?
-Korkarım mutluluk ikimizden sonra daha iyi anlaşılacak.
-Ne diyorsun? Lütfen, beni korkutuyorsun.
-Birisi geldi aklıma. Yaşamı boyunca en yakınına hep sıkıntı verdi. Onu en çok koruyan, ona en çok sahip çıkan öldükten sonra değişecek olan ne diye düşündüm. Ne yaptı biliyor musun? Yaşamaya devam etti. Hatta birkaç yıl sonra iş buldu, şu an çalışmaya da devam ediyor. Herkes ona söverken, ben yine de iyimser bir taraf aradım.
-Ne diyorsun anlamıyorum. Kimden bahsediyorsun?
-Bir şey yok. Boşuna konuşuyoruz. Sessizlik şu an o kadar hoş ki!
-Gelmemi mi istemiyorsun? Ne diyorsun, bak geldim sayılır. Yüz yüze konuşalım. İşimizi bitirir, bir şeyler de yeriz. Çok açım. Tansiyonun mu düştü senin yoksa?
-Kişiselleştirmeye gerek yok. Biz asırların çözümleyemediği ideolojilerin, makine devriminin, lekeli aydınlanmanın, ekmek yiyenlerin çocuklarıyız.
-Aşkım, ne oluyor?
-Köpek geldi canım. Sakallı adamın bahsettiği köpek. Sanırım yine sıçacak.
-Köpek mi? Hangi köpek? Sakallı adam kim? Bizim Sacit’ten mi bahsediyorsun?
-Neredesin canım sen?
-Terzinin dükkânını şu an görebiliyorum. Sen neredesin?
-Geliyorum.
-Gel, gel de sana ne oldu anlayayım. Ne oluyor hiçbir şey anlamıy…
Yanlış sevmelerin çağındayım. Modern olmayan bir sızı ve sıvı beliriyor. Türeyiş destanı şu sızı ve sıvıdan gayret buluyor. Endülüs çocuklarının ağıtlarında yeterli kavga yok. Diyor ki ‘ilminle yoruyorsun sevincimi.’ Ya ne olacaktı; herkesten önce Ay’a mı çıkacaktık? Peki, çıktık diyelim, onlar gibi bayrak mı dikecektik? Eğer dünya düz olsaydı, bu Roma’nın işine gelirdi. Düz olmadığı halde işine geldi ama Amerika’da biliyor artık yuvarlak bir dünyada Roma gibi yaşamayı. Nasılsa düz ve yuvarlak ayrımını yapmak için herkesin bilgisi var. Erdemin tüm kederini yitirebilecek kadar dirisin. Erdemin kendisi bu his; kimine göre mutluluk ya da bana göre ‘sen’ diyorum. Her şey bir kaşınmayla başlıyor. Ölüm içinde ruhun kaşınması aranıyor. Bir mazlumun kaşıntısı zalimin eliyle ve o kalıyor geriye. Geriye sadece bir ‘o’ kalıyor. Bana ya da sana göre; kısaca bize göre ‘o’ kalıyor. Her birimiz bir başkası için ‘o’ sadece.
Tanrı’nın içten bir duayı kabul görmemesine sebep olabilirim. Terzi dükkânın önünde soğuk ellerini tutarken ‘şaka yaptım’ diyorum. ‘Ne kadar sinirsin, ben de ne diyor dedim’ diyorsun ve kumaş tozlarıyla kaplı dükkânın içine giriyoruz. Üzerimize dikilecek elbiseler var. Söküklerimiz ve astarımız; arzunun arzulanışındaki arzulanmalardan bahsedeyim. Üzerine tam oturacak şu bordo kumaş. İhtiyatla yaklaşıyorum yine de.
‘Pizza yiyelim mi’ dediğin an, ‘evinde ye ne yiyeceksen, para kalmadı, yok para’ diyeceğim de, o an aklıma köpek geliyor. Acaba yine sıçtı mı şadırvanın önüne diye merak ediyorum. Pizzacının kapısından içeri giriyoruz. İlk defa bir pizzacının kapısından içeri girdiğimi itiraf edebilirim.
YORUMLAR
bizim bir öykümüz sende bir paragraftan ibaret. kafa bir milyon dedikleri adam kesin sensin. şu kızı evine götüren arkadaşın, hani şu piyasada ahlak timsali, namuslu geçinip fırsat buldu mu en adi mahluğa dönüşebilen namussuzlardan bin kat daha erdemli gözümde. ve kadına gelince, peşin peşin yargılaması çok kolay, ne yaşadı bu denli kim bilir...