ÜSTADLARIN ZAMANINDA YAŞAMAK VARDI
Neden kurtaramıyorum yakamı bu hüzünbaz gecelerden? Odam benim gibi darmadağın; bir tarafta şiirler, bir tarafta öyküler, siyah beyaz fotoğraflar asılı çocukluğumdan kalma ve odamın köşelerini tutmuş yazdığım öykülerden çıkan en baskın karakterlerin hayali, odamın ortasında bir çocuk, yüzünü buruşturmuş, ağladı ağlayacakmış gibi… Büyümüşüm; bi haber geçmiş yirmi beş koca sene, bir mısralıkmış gibi geliyor ömrüm: küçüktüm, gençmişim ve büyümüşüm.
Mevsimin sonbaharın olması mı etkiliyor beni bilmiyorum. Geçmiş zaman içinde şimdilere bakarsan di’li geçmiş zaman içinde yaşamak istiyorum. Şiirin şiir, muhabbetlerin dostane, sözün söz ve özün öz olduğu zamanlar çekip alıyor beni büyülü dünyasının içine… Yakup Kadri’yi kıskanıyorum bir an; Ahmet Haşim ile gençlik yıllarında oturup “müşterek hayat geçirecekleri bir ev” hayalini kurdukları anları yaşayabilmişliğinden dolayı.öyle bir ev ki; odası çok mu çok ve belki günlerce karşılaşmayacakları kadar genişliğiyle akıllara durgunluk verecek bu hayale ortak olmak istiyorum. Çok isterdim onlar gibi edebi meşguliyetin dışında Haşim’in etkilendiği Henri de Regnier’den şiirler okumayı Yakup Kadri’ye ve sonrasında bir muhabbet sararı ki bizi çepeçevre muhabbeti ayrı bir meşguliyet ve öğrenilenler derin bir deryadan daha öte olurdu. Bazen hepten vazgeçiyorum yersiz yurtsuz bir yaşamı düşününce bu ev hayalinden, Ziya Osman gibi mısralara taşıyıp hayalimi, onun gibi hayalime sahip olamadan bu dünyadan göçmekten korkuyorum. Geçmişin kapıların aralanmış gibicesine dalıveriyorum yinede o geçmiş zamana ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in Akıntı burnu sırtında Boğaza nazır köşkünde buluyorum kendimi. “Ne kadar zor elde edildi kim bilir bu köşk” demekten alamıyorum kendimi. Sonrasında şairin yaşamı boyunca peşinden gelen borçlu yılları görmemi engelliyor köşkün ihtişamı. Behçet Necatigil gibi ne bir köşk ne de bir villaya sahip olamamak korkutsa da beni, yine de onun zamanında yaşamak isteğimden alamıyorum ruhumu. Öyle ki evi dar olsa da üstadın, dünyası genişliğinde bir dünyam olsun isterdim.
Şiirin şiir olduğu zamanlardır ki o zamanlar; zamanın genç şairlerinin şiirlerini bastırmak için para döktüğü, kitaplaştırdığı emeğini tozlu raflara mahkum etmek zorunda kaldığı kat kat daha güzel olduğuna inandığım ve mısraların değerinin olduğu yıllarda o üstadların bilgi denizinde ıslanmak ne muntazam olurdu. Yusuf Ziya Ortaç gibi, Abdülhak Hamid, Cenap Şahabettin, Ziya Gökalp gibi değerli şahşiyetlerin bulunduğu mecliste naçizane bedenimle bulunup, Ortaç’ın on sekiz yaşında aldığı telifi ballandırarak anlatışına şahit olmak isterdim. Düşünün bir kere; ne büyük bir gururdur “Serenad” şiirinin şairi Ahmet Muhip Dranas’ın çıkardığı dergide şiirlerin yayınlanmaya değer görülmesi ve ne güzel adalettir Dıranas’ta ki adalet anlayışı… Halil Soyuer o dönemde şiir başına aldığı 7,5 lira ile ev kirasının yarısını ödemekteymiş. O zamanlar öyleymiş demek kolay şimdi. Zamanımızda şiirin yeri nerde, şairin yeri ne? Sizde telif ödemeye değer en son ürün olarak mı görüyorsunuz şiiri?
Ne olursa olsun, duygulara kelimelerle anlam yükleyen, ruhun çalkantılı zamanlarında köşebaşlarında kalmış aşka rengarenk elbiselerle giydiren, doyasıya hayatı yaşayan, sefaletine bile şükredip, küçük mutluluklarını büyük sayan nice şairin yaşadığı dönemlerde yaşamak vardı. Dostun menfaatsiz dost, şiirin şiir, sözün söz olduğu dönemlerde…
Baki EVKARALI