- 811 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ulu Çınar
“Baba çınar ağacı gibidir.
Meyve vermese de gölgesi yeter”
Yaz mevsimiydi ve akşamüzeriydi. Öğle güneşinin etkisi hala geçmemişti, devam ediyordu, inatla ve ısrarla... Sıcak, kâbus gibi çöküyordu üzerime. Güneş, hala aynı istek ve arzu ile yakıyordu, kavuruyordu beni. Ne kadar acımasızdı öyle. Cehennem sıcağı gibiydi işte. İnsanın yüzüne alev alev ateş saçıyordu.
Lefoşa ile Mağusa arası, yaklaşık kırk dakika sürüyordu araba ile. “Şimdi çıkarsam günbatımı orada olurum” diyordum. Akşam yemeğini birlikte yeriz diye düşünüyordum. Eşim, fırın makarnası yapmıştı. Ben çok severdim. Babam da severdi. Ve O’na gidiyordum...
Yol uzundu. Nedense hiç bitmiyordu. Kırk dakika, bana, çok uzun saatler gibi gelmişti.
Yüzüm gülmüyordu. Her zaman olduğu gibi şimdi şen, şakrak, mutlu değildim. Etrafımda gördüğüm her şey ve hiç kimse, pek hoş, pek güzel gelmiyordu bu sefer bana. Bir umutsuzluk, bir acı bekleyiş vardı yüreğimde. Sanki önümü göremiyordum. Bir saat sonrasının neler getireceğini bilemiyordum. Önsezi yetimi kaybetmiştim sanki. Sadece bekliyordum.
Umut, her zaman dört elle sarıldığım tek dostum değil miydi? Ne olursa olsun terk etmez beni dediğim. Hep yanımda olan gölgem değil miydi? Oysa şimdi yoktu. Veya vardı da ben mi göremiyordum? Hareketsiz ve hiç bir şey yapmadan öylece sessiz sedasız duruyor muydu yanımda? Neydi umut? Bu kadar uzak mıydı bana?
Yolu adım adım kat ediyordum sanki. Araba ile değil de kaplumbağa misali ilerliyordum. Hiç bitmeyecek gibi duruyordu yol. Sanki Ferhat gibi aşılmayacak dağlar aşıyordum.
Düşüncelerdeydim. Beynim hep geriye gidiyordu. Çok değil daha yirmi gün önceydi. Durumu gayet iyiydi babamın. Kendine olan sonsuz güveni hala devam ediyordu.
Babam yaşlıydı. Saçları iyice seyrekti. Ve bembeyaz idi. 103 yaşını devirmişti. Ama nedense son altı yıldır “Hep 97 yaşındayım.” diyordu. Ve bu rakam hiç artmıyordu, azalmıyordu ve değişmiyordu. Öylece sabit kalmıştı. Bizler, gerçek yaşını bulmak için hesaplar yapıyorduk. Kimimiz “98” buluyor, kimimiz “100” diyor, kimimiz de “110 var” diyorduk. En son 103 olduğunda karar kılınmıştı yapılan hesaplara göre...
Tatilimizi Türkiye’de geçirme düşüncemiz vardı. Fakat babamın hastalığı için bunu gerçekleştiremiyorduk. Babam “Ben iyiyim oğlum. Beni merak etme. Çocuklarını al-git, tatilini yap.” demişti. Kendi ihtiyaçlarını çok rahatlıkla giderebiliyordu. “Kale gibiyim” diyordu hep. Banyosunu yapıyor, tuvalet ihtiyacını karşılayabiliyor ve hatta kahvehaneye gidip insanlarla sohbet dahi edebiliyordu.
Kız kardeşim de emin bir şekilde “Hiç merak etmeyin. Ben buradayım. Babamı bir an bile yalnız bırakmam. Siz, gidin. Çocuklar, tatilin tadını çıkarsın. En küçük bir şeyde sizi ararım.” demişti. Bunun üzerine çocuklarla birlikte Silifke’ye gitmiştik. Fakat bu tatilimiz çok sürmemişti… Birkaç gün sonra tatili yarıda kesip hemen geri dönmüştük.
Lefkoşa yolu aynı değildi bu sefer. Farklıydı sanki. Her zamanki gibi görünmüyordu gözüme. Bir dosttan ziyade yabancı, bilmedik, tanımadık bir insan gibiydi. Sanki hiç konuşmuyor, hep susuyordu. Beni düşünmeye sevk ediyordu adeta. Yalnızlık içindeydim. Elimden sadece düşünmek geliyordu. Geriye dönüyor, geçmişi tek tek ayrıntılarına kadar hayal ediyordum:
Bir gün tuvalete gittiğinde üzülerek gelmişti yanıma babam. “Oğlum beni bir doktora götür istersen” dedi. “Ne oldu?” diye sorduğumda “İdrarımdan kan geliyor.” diye cevap verince endişelenmiştim. Ama onu da korkutmak istememiştim. “Hemen seni doktora götüreyim” dedim. İtiraz etmedi. Beklemeden arabaya atlayıp doktora gittik.
Doktor, “Tahlil sonucunu bekleyeceğiz” demişti. Endişesi yüzünden okunuyordu. “Kötü mü?” diye sorduğumda “Şu an bir şey demek doğru değil. Bekleyelim.” demişti.
Ve bekleyiş o günden itibaren başlamıştı. Ben, yine içimdeki- beni hiç bırakmayan- umuda sarılmıştım. Allah’tan umut kesilmezdi. Derdi veren O idi; ve çareyi de O verecekti. İnanmak, insana güç veriyordu. Çünkü inandığın sürece vardın. İnançtı insana güç veren, onu ayakta tutan…
Ben de babamın iyi olacağına inanıyordum. Yıllarca kendine çok iyi bakmıştı. Güçlüydü. Sağlığı konusunda çok titizdi. Fazla yemez, içmezdi. Gereksiz bir şey almazdı. Zararlı her şeyden uzak dururdu. Bu adam, sağlıklı olmayacaktı da kim olacaktı?
Eve dönerken “Ne dedi doktor? Neyim varmış” diye sordu. “Bir şeyin yokmuş baba. Önemli değilmiş. Korkulacak bir şey yok.” demiştim. Güldü. Sanki “Benimle alay etme. Ben ne olduğunu çok iyi biliyorum” diyordu.
Bir kaç hafta sonra tahlil sonuçları gelmişti. Ve kontrol için gittiğimizde Doktor “Korktuğum başıma geldi” dedi. “Maalesef idrar yollarında durmadan çoğalan bir ur var.” dedi . Yani onmaz hastalık...
O an soğuk duş etkisi yaşadım. Bir şey diyemedim. “Çok mu kötü?” sözleri çıktı ağzımdan. “Şu an o kadar kötü değil. Ameliyat edelim. Alalım o kısımları. Amca rahatlasın. Sonra Allah ne ömür verirse yaşar” demişti. Ama ameliyat riskliydi. Karar vermek gerekiyordu…
Bu kararı tek başıma alamazdım. Anneme, kardeşlerime başvurup düşüncelerini almam gerekti. Eve geldim. Babamı odasına götürüp yatağına yatırdım. Evdekilere durumu anlattım. Eve bir matem havası çöktü. Ve hepsi “Ameliyat” dedi. “Allah’tan umut kesilmez.”
Sakınca şuydu: Narkozu kaldırabilecek miydi? Çünkü çok yaşlıydı. Ve bu yaşta ameliyatı kaldıramayabilirdi. Masada kalma ihtimali çok yüksekti.
Ertesi gün kendisine “Ameliyat gerekiyormuş” dediğimizde “Hemen olayım” dedi. Kendisine sonsuz bir güveni verdi. Cesurdu. Korkusuzdu: “Kaç sefer ameliyat oldum ben. Bana bir şey olmaz. Merak etmeyin.” diyordu.
“Riskli, tehlikesi var” dememize rağmen bizi dinlememiş ve ameliyat olmayı kabul etmişti.
Ameliyat işi çok gecikmedi. Haftasına olay gerçekleşmişti. Beklediğimiz gibi ayılması kolay olmadı. Bünyesi o kadar sağlamdı ki zor da olsa bu durumu atlatmıştı.
O günü hiç unutmuyorum. Mağusa’da saatlerce hastanede beklemiştik. Kalabalık bir aile olduğumuz için kan sorunu da yaşamadık. Oracıkta birkaç kişi, hemen, beş ünite kan verdik. Ve arkası bekleyiş...
Bir kaç saat sürmüştü ameliyat. Nihayet doktor çıktı dışarı. Fakat yüzünde bir endişe vardı. “Biz, elimizden geleni yaptık. Ameliyat çok başarılı geçti. Amca çok yaşlı. Narkozdan tam olarak çıkması gerek. Şu an durumu iyi. Fakat solunum almada zorluk çekiyor. Bu nedenle Lefkoşa’ya sevk edeceğim. Solunum cihazına bağlanacak.” dedi.
Biraz sonra sedye ile babamı ambulansa taşıdılar. O an, sanki bir daha O’nu hiç göremeyecekmiş hissine kapılmıştım. Doktor “Korkmayın. Şu an iyi. Tedbir amaçlı bunu yapıyorum. İlk üç gün çok önemli. Atlatırsa bir şey olmaz” demişti.
“ Biz de onunla gidelim” dememe onay vermemiş ve “Yoğun bakıma alınacağı için sizleri almazlar. Evinize gidip beklemeniz en iyisi” diye cevap vermişti Doktor.
Ambulansın arkasından bakakalmıştım. Gözlerim dolmuştu. Ağlamak hissi vardı içimde; ama bir türlü ağlayamıyordum.
Üç gün demişti ya doktor, bu üç gün bizler için asırlar olmuştu. Belki de üç asır gibi geldi bize. Dördüncü gün Lefkoşa’dan gelen telefonla sevinmiştik. “Babanızı servise alıyoruz. Yanına bir refakatçi gönderin”.
İşte bu haber, evde bayram havasına yol açmıştı. Herkes sevinmiş ve mutlu olmuştu. Kız kardeşimi hemen o akşamdan hastaneye refakat için götürmüştüm.
O günden bu yana bir-iki yıl geçmişti. Şimdi yine hastanede yatıyordu babam. Ama bu sefer durum daha ciddi ve daha kötü idi. Kız kardeşim yine başındaydı.
Ben, hala yoldaydım. Yol bitmek nedir bilmiyordu. Kafamdaki düşünceler de olmasa bu yolu çekemeyecektim. Yine geçmişe gittim:
Bu sefer on beş yaşlarında bıyıkları yeni terleyen bir gençtim. O zamanlar ne kadar çok kızardım babama. Beni her gördüğünde mutlaka aklına bir şey gelir ve bir şey isterdi. “Oğlum git koyunların suyuna bak.”, “Oğlum, bahçeye git su motorunu söndür.”, “Oğlum, koyunların yemini ver .”, “Oğlum şunu bana getir.”, “Oğlum, şunları götür...” Bir gün yine bahçedeyiz. Bahçedeki sebzeleri yağmurlama sistemi ile suluyoruz. Benden bahçeye gelip kendisine yardım etmemi istemişti babam. “Su borularını taşımada ve birbirine takmada yardım et” demişti.
Su boruları 4 metre uzunluğunda, saçtan yapılmış borulardı. Ucunda bulunan kancalarla birbirlerine bağlanıyor ve metrelerce uzak mesafeye su taşınabiliyordu. Yorucu bir işti doğrusu. Çünkü tüm boruları ikişer, dörder sırtımda taşımak zorundaydım.
Sevinerek kabul etmiştim bu isteği. Çünkü bahçemiz sevdiğim kızın evlerinin hemen arkasındaydı. “Onu da görürüm” demiştim kendi kendime.
Bu düşüncemde de yanılmamıştım. Benden iki yaş küçüktü. Ortaokula gidiyordu. Uzun boylu, güzel bir kızdı. Sarışındı. Yuvarlak bir çenesi vardı. Güleç yüzlü biriydi…
Ben, bahçede su borularını taşırken O da beni görmüş ve dışarıya çıkmıştı. Sonra pencereye geçti. Pencereden bize bakıyordu. Onu çok iyi görüyordum buradan.
Babam bana seslendi: “Oğlum şu fıskiye bozulmuş, tut da onaralım” Ben, cevap vermeden yanına gittim. Fıskiyeden su fışkırıyordu. Su, fıskiyeye çarptıkça kendi ekseni etrafında dönüyor ve yağmur gibi etrafa su saçıyordu.
Islanmamak için fıskiyeyi yan tuttum. Gözlerim hep karşı penceredeydi. Ve o an içimden bir türkü tutturmak geldi. Sesimi Ona duyurmalıydım:
Uzun uzun kamışlar uy amman
Ucunu boyamışlar ley amman
Benim güzel yarimi uy amman
Antebe yollamışlar ley amman!
Gözlerim hep karşı evde olduğu için sağımı solumu göremiyordum. Biraz sonra, babamın hiç seslenmeden sinirli sinirli yüzüme baktığını gördüm. Gördüğüm manzara çok komikti. Tuttuğum fıskiye ters dönmüştü. Sular babamı iyice ıslatmıştı. Babam suya girip çıkmış gibiydi. Deyim yerindeyse sudan çıkmış balık gibiydi. Hiç konuşmuyordu. Sadece bana sinirle bakıyordu…
Öyle görünce babamı güldüm. Vay sen misin gülen? Eline bir kamış geçirip başladı bana vurmaya “Uzun uzun gamışlar ha! Al sana uzun uzun gamışlar!” Kaçmaya çalışsam da beni kovalamış ve bir güzel dövmüştü. Yediğim o dayak, asla belleğimden çıkmadı.
Yol hala bitmedi. Ama Lefkoşa’ya da iyice yaklaştım. Bir hafta öncesi gözlerimin önüne geldi.
Türkiye’deydik. Kız kardeşim telefonla aramıştı “Babam çok kötü” demişti. Bunun üzerine ilk uçakla geri döndük. Arabaya binmiş ve hiç beklemeden köye gitmiştik.
Babam, çok zayıflamıştı. Erimiş bitmişti adeta. Oysa daha geçen hafta bu adam, yürüyebiliyor ve konuşabiliyordu. Kızım, babamı görünce şaşırmış “Aaa! Baba, büyükbabam Somalili insanlara dönmüş” demişti.
Öylece yatıyordu. Yemeden içmeden kesilmişti. Konuşamıyordu. Yanına yaklaştım. “Baba, seni hastaneye götüreceğim” dedim. Eliyle “Yok” işareti yaptı. Gitmek istemiyordu. “Burada kalayım” diyordu.
Ben, dinlememiştim. Hemen ambulans çağırdım. Kısa bir süre sonra ambulans evin önündeydi. Babamı alıp hastaneye götürmüştü. Annem, iki gözü, iki çeşme ağlıyordu. “Ağlama” dememe rağmen gözyaşlarına hâkim olamıyordu: “Oğlum, bu babanın evden son çıkışı” diyordu. Bu sefer ben de kendimi tutamamıştım. Gözlerim yaşlar içinde hastanenin yolunu tuttum. “Her şeyin hayırlısı” diyebilmiştim anneme…
Doktor muayene etti. “Tahlilleri alalım, ona göre hareket edelim” dedi. Çok geçmedi tahliller geldi. Doktor endişeliydi. Bana döndü: “Açık olmam gerekiyor. Değerler çok yüksek. İki şıkkımız var. Birincisi alıp eve götürmek; ikincisi hemen Lefkoşa’ya sevk etmek” diyordu.
“Eve götürsek ne olur, hastanede kalsa ne olur?” sorusuna: “Eve götürürseniz iki gün, hastanede kalırsa en çok bir hafta yaşar” cevabını verdi. Ben de hiç ses çıkarmadım. Kelimeler çıkmadı ağzımdan. Kilitlendi ve öylece kaldı. Ağlamak hissi uyanıyordu hep içimde ama ağlayamıyordum.
Ve yine Lefkoşa yolları... Bir haftadır Lefkoşa yolunu, adeta suyolu ettim. Her gün gidip geliyorum.
Dün, beni görünce doğrulmuştu. Aldığı serum ve ilaçlar sayesinde olacak, cana gelmişti. Konuşuyordu. “Gel, otur yanıma” dedi. Oturdum. Gülüyordu. Umut veriyordu hareketleriyle bize. “Oğlum, beni buradan çıkart. Evime götür. Dayanamıyorum. Biliyorum. Yolun sonuna geldim. Ömrüm bu kadarmış. Beni evime götür. Evimde huzur içinde öleyim. Allah’ın taktirinden kaçılmaz” dedi. “Tamam” dedim. “Söz. Biraz sonra doktorla konuşur, yarın, seni çıkarırım.”
Bu gün tam bir hafta oldu hastaneye yatalı. Dünkü hali umutlandırmıştı beni. Sevindirmişti. Dipdiriydi çünkü. Öyle ölecek biri gibi değildi. “Sen, yırtarsın” dedim, kendi kendime. “Sen, neler atlattın. Bunu mu atlatamayacaksın?” diyordum.
Ve nihayet yol bitti. Hastaneye geldim. Yavaş yavaş babama doğru yürümeye başladım. Merdivenler, asansör ve koridor, derken yattığı koğuşa geldim.
Kız kardeşim dışarıda oturuyordu. Beni görünce sevindi. Yanına geldim. “Nasıl oldu?” dedim. “Çok iyi” dedi. “Uyuyor. Seni sordu. Biraz sonra gelecek dedim”
Elimdeki eşyaları aldı. “Fırın makarna var, sever” dedim. Kız kardeşim, “Biraz sonra uyanınca veririz” dedi. Odaya geçtik. Uyuyordu. O kadar rahattı ki sanki yüzünden nur akıyordu.
Karşısına geçip oturduk. Baktım ince ince nefes alıyordu. Bir hemşire geldi. Nabızlarını yokladı. Ateşini ölçtü. “Nasıl?” diye sordum. “İyi, rahatladı biraz. Bırakalım uyusun” dedi.
Dışarı, koridora çıktık. Sohbet etmeye başladık. Aradan belki bir yarım saat geçti. Yemek vakti gelmişti. “Kalktıysa yemeğini verelim” dedi kız kardeşim. Tekrar içeri geçtik.
Uyuyordu hala. Benim gözüm babamın yüzüne gitti. Bir farklılık vardı yüzünde. Her zamankinden değişikti. Huzur hissediliyordu yüzünde. Ağzı hafiften açıktı. Kız kardeşime “Farklı duruyor. Ağzı açık” dedim. Babama baktı “Ağzı hep açık uyur” dedi. “Uyusun” dedim.
Belki bir on dakika sonra gözlerim yine babama gitti. Bu sefer ağzı iyice açılmıştı. Yüzü bembeyaz idi. Çok rahat, çok huzurlu görünüyordu. Ama bir değişiklik, bir farklılık seziyordum. Tekrar kız kardeşime döndüm “Bu normal uyuma değil” dedim. “Doktor çağıralım” Kız kardeşim babama yürüdü. Elini yüzüne dokundurdu. Endişe ile bana baktı. “Babam buz gibi olmuş” dedi. Başımdan soğuk sular döküldü. Yavaş yavaş olayı çözmeye başlamıştım. Babamı ya kaybettik; ya da kaybediyorduk. Hemen dışarı çıkıp hemşireleri çağırdım.
Hemşire gelip baktı. Elindeki bir cihazı yüzüne tuttu. Diğer hemşireye “Nabız sıfır. Hemen doktoru çağır” dedi. Bize dönüp “ Lütfen sizi dışarı alayım” dedi. “Ne oldu?” dedim. “Doktor Bey geliyor, o size söyler” dedi.
Doktor geldi. Biz dışardaydık. Sessizce endişe içinde bekliyorduk. Kız kardeşim hiç konuşmuyordu. Yüzü adeta simsiyah olmuştu. Ona bakıp “Galiba kaybettik” dedim. “Ağzını hayırlı aç. Uyuyor. Şimdi doktor, iğne falan bir şeyler yapar, kendine gelir” dedi. O anda hemşirelerden biri dışarı çıktı. Hiçbir şey demeden aceleyle yanımızdan geçti. Diğeri odanın perdelerini kapattı. Biz, hala şaşkınlık içinde bekliyorduk. Ama benim içimde gittikçe artan bir sıkıntı vardı. Patlama derecesine geliyordu neredeyse...
Diğer hemşire az bir süre sonra ellerinde çarşaflarla geri geldi. İçeri girdi. Ben, o anda acı gerçeği anladım. Gözlerim sulandı. Ağlamak, haykırmak geliyordu içimden, ama ağlayamıyordum. Belki ağlasam içimdeki o sıkıntı gidecekti. Ama nafile, ağlayamıyordum işte. Ağlayamadıkça da doluyordu içim...
Ve nihayet doktor çıktı dışarı. İkimiz de ona koştuk. Bakışlarından her şey anlaşılıyordu. “Maalesef, amcayı kaybettik. Başınız sağ olsun” dedi.
Ve dünya karardı o an... Aydınlık adına, ışık adına hiç bir şey yoktu yeryüzünde. Gözlerim görme yetisini kaybetmişti. Kulaklarım işitmiyordu. Bedenim tel tel dökülüyordu. Ben, ben değildim...
Her şey değişmişti. Hastane koridoru, şimdi cehennemi andırıyordu bana. Az önce kurtarıcı bir melek gibi görünen Doktor, şimdi karşımda bir zebani gibi duruyordu sanki... Oysa o kadar dostça, o kadar içten ve o kadar samimi davranmıştı ki, neredeyse kendisi de ağlayacaktı...
“Yapacak bir şey yok” dedi. “İki saat burada kalacak. Ve sonra onu morga kaldıracağız. Yarın gelip alırsınız. Ölüm işlemlerini yapmanız gerekecek” dedi. Bazı kâğıtlara imza atıp onu elimize verdi...
Koridorda öylece kalakaldık. Kız kardeşimin gözlerinden yaşlar, aşağıya doğru süzülüyordu. Ama sanki hiç ağlamıyordu. Hıçkırık bile çıkmıyordu ağzından. Ben robot gibi kaldım. Adeta bitkisel hayatta olan bir hasta gibiydim. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyordum. Sadece gözlerim doluyordu. Ağlamak istiyordum, ama ağlayamıyordum.
Orda ne kadar kaldık bilemiyorum. Belki bir saat, belki on saat, belki bir ay, belki bir asır... Kalktım. Kız kardeşime yürüyüp onu oturduğu yerden kaldırdım. Birbirimize sarıldık. Konuşmuyorduk. Konuşamıyorduk. Sanki duygularımızı kaybetmiştik. Ama birbirimizi çok iyi anlıyorduk.
Son bir kez görmek için odasına gittik. Bembeyaz örtüler içinde saklı kalmıştı. Kız kardeşim babamı alnından öptü. Ben, öylece kalakaldım orada. Eşyalarını toplayıp sessizce çıktık odadan.
Arabaya doğru yürüdük. Dünya sessizdi şimdi. Dilini kaybetmiş bir varlık gibiydi. Sessizlik bile bizimle birlikte acılar içindeydi sanki. O da bizimle ağlıyordu…
Arabaya bindik. Mağusa’ya doğru yol aldık. Yol, yine bitmiyordu. Yine aynı, yine uzun, yine çileli bir yoldu. Ama bu sefer farklıydı yol. Siyahtı, taşlıydı, çakıllarla, dikenlerle doluydu… Acılar içindeydi.
Yol boyunca hep babamı düşündüm. Gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti yıllar.
Çocukluğumdaydım şimdi. Dört yaşlarımdaki çocukluk dönemim gözlerimin önündeydi. Bir bayram arifesiydi. Kahverengi, çizgili bir gömlek almıştı. Anneme: “Çocuklara bayramlık aldım. Bayramda giydir. Sevinsinler. Boynu bükük kalmasınlar ele güne karşı” diyordu.
Bende tarif edilemez bir mutluluk vardı. Bayramlık ne demekti bilmiyordum; ama hediye olduğunu çok iyi tahmin edebiliyordum. Bana yeni bir elbise alınmıştı. Bunun için sevinçliydim. Sevincimin sebebi, bu tür hediyelere hiç alışık olmamamdı. Öyle elbiseyi, ayakkabıyı, oyuncağı kolay kolay göremiyorduk. Ancak bayramdan bayrama görebiliyorduk.
Oyuncak mı? O da neydi ki? Tek oyuncağımız tahtadan kendimizin yaptığı basit bir tüfekti. Araba, tabanca, tren gibi oyuncaklar, çok, çok uzaktı bize. Bisiklet, zaten ömrüm boyunca hayal oldu nedense… Yokluğun gözü kör olsun işte …
O gün heyecanla bekledim bayramın ilk gününü. Çünkü yeni elbiseme kavuşacaktım. Onu giyip diğer çocuklara hava atacaktım. O elbiseleri giyip el öperek şeker ve harçlık toplayacaktım. Belki de sabaha kadar uyumayacaktım o gece…
Bayram sabahı, dünyalar güzeli, melekler meleği, iyi yürekli anam, gömleğimi giydirmişti. Siyah pantolonu ayağımdan geçirmişti. Kemerli falan değildi. Lastikli idi. “Don lastiği” derdi anam buna hep. Daha rahat, daha bol olurdu. Hareket etmesi çok daha kolaydı.
Ayağımda yine o dönemin meşhur “Kilteli patik” dediğimiz, lastikten yapılmış, basit, ucuz ama güzel ayakkabı vardı. Belki de o dönemin bizler için en güzel, en pahalı ayakkabılarından biriydi. Oysa her yerde bulunuyordu lastik olduğu için.
O gün kendimi ne kadar zengin hissetmiştim. Öyle ya; babam, bayramlık almıştı. Üstelik o günün parası ile de 25 kuruş harçlık vermişti. Büyük paraydı bu. Öyle ki bu para ile neler neler yapmıştım… Bisiklete ve atlıkarıncaya binmiştim. Kalan parayla sinemaya gitmiştim... Üstelik sinemada gazoz bile içmiştim. O zaman Ankara Gazozu meşhurdu. Nefis bir tadı vardı. Yıllardır hala özlerim o tadı. Bir de Elvan vardı. Aromalı meşrubat. Portakal ve mandalina ile yapılanı çok lezzetliydi. Unutulmaz bir tadı vardı doğrusu. O gün hiç unutamayacağım bir gün yaşamıştım…
Arabam yavaş yavaş ilerliyordu köye doğru. Hiç konuşmuyorduk. Kız kardeşimin arada bir çıkardığı hıçkırıklar sessizliği bozuyordu. İnce ince ağlıyordu.
Ben, hala düşüncelerdeydim. Geçmiş, bitmek nedir bilmiyordu. Meğer ne kadar çok severmişim babamı. Bunu anlamak için bu günü mü görmek gerekiyordu?
Yine o, hiç unutamadığım göç sabahı geldi aklıma. Sabah erken bir kamyon dayanmıştı kapıya. Babam herkesi uyandırdı. “Kalkın göçüyoruz” dedi. Kimse bir şey anlamamıştı. Tüm eşyaları kamyona yükleyivermiştik. Bir iki saat sonra da yoldaydık.
Nereye gidiyorduk? Ne için gidiyorduk? Bundan sonra ne olacaktı bilmiyorduk. Babam konuşmuyordu. Kimseye bir şey demiyordu. Herkes endişeli endişeli birbirine bakarken babam çok neşeli ve çok mutlu görünüyordu.
Taa ki denizi görene kadar kimseye bir şey demedi. Mersin’e gelmiştik. Kamyon limana yanaştı. Tüm eşyaları kenara yığdık. Babam bize bakıp “Kıbrıs’a gidiyoruz. Bundan sonra orada yaşayacağız” dedi.
Ben, ne kadar çok sevinmiştim. Oysa Kıbrıs neresiydi, nasıldı, ne idi hiç bilmiyordum. 8-9 yaşlarında küçük bir çocuktum. Ama farklı bir yere gitmenin sevinci ile çok mutlu olmuştum. Hem de deniz ötesi bir yere gidiyorduk…
Ve yine, acımasız gerçekle yüz yüzeydim. Hayallerimden çıkmıştım. Yol alabildiğince giderken levhalar bana “Menzile yaklaştın” diyordu. Artık köye gelmiştim. Biraz sonra eve girdik. Yaşlı, çileli anam, yaşlı gözlerle, yıkılmış, bitmiş bir halde bizi bekliyordu. Onun ne kadar çok üzüldüğünü tahmin edebiliyorum.
Kolay değil 70-80 yıllık eşini kaybetmişti...Ömrünü neredeyse bu adamla geçirmişti. Ve şimdi ömrünü verdiği bu adam, yoktu. Artık hiç olmayacaktı. Ev, sanki yıkılmıştı. Bomboş duruyordu. Oysa bütün köylü oradaydı. Acı haber tez duyulurdu çünkü. Anam ağlayarak karşıladı bizi. “Hani baban oğlum? Babasız mı geldin? Ben, sana yalnız gelme, babanı da getir dememiş miydim?” diyordu.
Onun bir haftaki sözleri geldi aklıma. Babamı evden en son çıkarırken “Bu, babanızın evden son çıkışı” demişti. Demek ki insan sezebiliyormuş. Demek ki insan yıllarca beraber olduğu eşini çok iyi tanıyormuş...
Evet. Babamın evden son çıkışı oldu bu. Evden son ayrılışı. Şimdi, son bir kez daha gelecek evine. Ama bu sefer içeriye giremeyecek. Kapının önünde bekleyecek. Hemen evin yanı başında olan camide namazı kılınacak. Son kez musalla taşına oturacak. Oradan dünyaya son kez bakacak. Tüm dostlarıyla, tüm sevdikleriyle son kez vedalaşacak... Ve affedilmesi için dualar okunacak...
103 yıl. Dile kolay. Tıpkı ulu bir çınar ağacı gibi. Bilirsiniz çınar ağacı yüzyıllar boyunca yaşar. Hiç bir hareketi olmasa da insanlar için gölgesi yeter.
İşte babalar da tıpkı Ulu çınar gibidir. Meyve vermese de gölgesi yetiyor...
Ama artık O Ulu Çınar yok. Aramızda olmayacak…
Anılarıyla, yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla, iyilikleriyle, güzellikleriyle, adıyla ve sevgisiyle gönlümüzde yaşayacak…
Çınarın gölgesi, bizi ömrümüzün sonuna kadar serinletecek.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.