- 598 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
7Suskunluklarımız benlik direncimizi aştı 7.
Bu sevginin ardında kalan son izler, son tren, en son vagondaki nefes almalarda kim vardı vagona binen ile hareketinin ardından bakan kimdi?
Kim vagonun ardından bakıp, geçmişe doğru düşlerle var güçle anı girdabında kalacaktı?
Gerçek şu ki, her ikisi de birbirleri için yazdıklarında bir girdapta dönüşleri anlatırken, tüm geçmiş özlemini yaşadılar… Ama asla göz göze gelemediler, gelemezlerdi de çünkü bir afatla tüm köprüleri yıkılmıştı. Her ikisi de geçmişe dair sevgi selinde boğuldukların yazdılar… Onlar birbirleri için belli bir zamana kadar saygı çemberinde idiler. Ama bir gün ihanet girdabında buluştular… Sevgi, doğrudan başka zamanlarda nefes alamazdı…
Yaşam imkânsızlıkların ve de kâbusların içindeki bir yolculuktu tek başınalıkla var olmaya çalışmaya yönelmişti…
Kıymet bilinmez sevgi zamanları tercihlere feda edilemezdi…
Yaşadığımız nefesler vardı…
Şimdilerde kısık seslere dönüşmüş çaresizliklerle parçalanılan ve de dağılan bir yolculuktu bu bedensel güce dayanan...
Eskitiyoruz bedenimize kilitlenen tüm yaşantımıza ait eski nefes almalarımızı…
Şehrimizde eskiyoruz, gittiğimiz her yerde kendimizi eskimiş hissediyoruz. Bedeller ödüyoruz düşüncelerimizde, yılların yenilendiğini gördükçe, kendimizin artık yetiksiz
olduğumuzu görüyoruz, araç kullanırken…
Yabancılaşmış o kadar çok belde ve o kadar çok kuytuluğumuz vardı ki onları yenilenmiş düşlerimizle tekrar gördüğümüzde eskimiş anılardaki düşlerimizle hüzünleniyoruz…
Kaçıncı yol ayrımı bu, şehrimizin dışa açılan kuytularında, kaç kez kaybolmuştuk bu şehrin kulvarlarında, mutluluk düşlerinde el tutuşma zamanlarını sığdırdığımız tenhalık sokaklarında, ayrılık hüznü çöken kavşaklarında tek lambası yanan aydınlatma direklerine yaslanıp, sevgiliye sevgi sözcükleri sıraladığımız zamanların huşu duruşlarımızla mutluluğun tarifini işlerken yüreklerimize veda zamanlarının hüznü ile, kasılan bedenlerimizle, akmaya çalışan gözyaşlarımızla kasılıp kalma gibi bedensel tükenişlerine eskidik artık son dönemin son zamanlarında ki şehrimiz de eskidi bizle beraber bu kasvet yılları ile…
Bir bedel ödentisi bu zamanları yaşamak…
Kaç mevsim sonu ve kaç yılın başı zamanlar bunlar?
Deniz mevsimlerini düşleyerek eskimek ve şehrini, beldeni eskitmek, hüznünün tüm beden kaplayışı…
Özel bir tarif bu olsa gerek, sevmeyi özlemenin…
Sevdiğini özlediğim… Nefes alana söylenen sözler…
İşte, kendini yarınsızlık içinde tarif etmenin de eskimiş şekli bu olsa gerek. Tüm eskittiğim yılların arkasına sevgi özgüveni ile bakmak…
Ne kadar içe yakın, iç içe olma cümlesiymiş bu, sevgiyi özledim demek…
Sanki kristal bir kürenin içine bakarken görülen insan ömrünü uzatan ışık kırılganlıkları…
Aniden ürpermeyi öğrenmiştim, vazgeçemem dediğimden, an gelip unutma çabalarımla uzaklaşman, ona ait her şeyi sanki hiç elde etmemişim gibi
Gizlimde saklamam, bir türlü değerini bozup yakamadığım her şeyi, beni seviyor musun diye yazdığı tek cümlelik ama hayatıma dokunan bu olguyu sorgulayan o küçük yazma kâğıt hâlâ unutmayı hiç istemediğim ama gizlimde saklanmış yerde…
Yaşamın içindeki kadere bağlı yazgılarla bu günlere saklılarımla beraberce tüketiyoruz zamanı…
Her şey sevginin içinde var kalma düşüncesine bağlanmış belki de çileli bir yaşamdı son yıllarıma kadar…
Oysa sevgi, bitmemiş sadece tiksinti düşünceleri içinde nefes almalar devam etmiş duramamıştı…
Ben de kalan son fotoğrafındı senin gülümsediğin…
Benimse ona bakarken öfke limitini aştığım son fotoğrafın…
Koskoca bir yaşamı içine dahil ettiğim bakışlarımdaki öfke çoğu zaman tutku üstü kin ve çılgın düşler ifade eden…
Sadece sonuçta tiksindiğim bir yaşamın bu kısmı ile sadece acı çekmiş tüm intikam ve nefret duygularını içine hapsetmiş yürümelerime şimdilerde öfke ve pişmanlıkla düşlemem yaşamıma girmiş şimdilerdeki iç huzursuzlukları ve işkenceli ruhların çaresizliği ile yaşamda var olmak da oldukça zormuş…
Diplerden, kuytulardan ve de derinlerden uğuldayarak üstümüze ve yüreğimize doğru ne kadar etken varsa, önce ruhumuz, daha sonra bedenimiz ve sevgi adına içimizde ne kadar sevinç varsa, parçalanır durdurulamayasıya ki biz buna ruhsal yıkım derken, sebeplerini asla kendimiz onaramayız…
Sevgi kahredici darbeleri ile tek başına ezer geçer benliğimizi, ihanet ve riya etkenleri ile birleşirse ki biz savunmasız bir bedenle kendi ruhsal onarılmamızı yıllara böler, yıllarca çarpışır dururuz kendi benliğimizle…
Aslında yok sayılmış gökyüzü parlaklığının ardından düşen sis ve kararmış bulutlarla kendi ruhumuzu besleyecek gün ışığına çıkmamız çok uzun ve hırpalanışlarla biter…
Tüm bu örselenmeler ve yıpranıp parçalanmalardır ki yaşamımızın içinde karanlıklarda nefes almalarımızın etkisi…
Ve yarınsızlık korkularıdır aslolan beden yıpranmalarına sebep…
Belki bir bakış, belki düş,, belki de bir anlık tek cümlelik umut ile bir şans daha gerekliydi, sarsılıp düşünüp yeniden doğuşa güvenip, bir ömre bir umut yeter gibi düşünüp, geçmişin gizemlerini çözmeye uğraşmaktansa, bir bakışa umut bağlayıp, gelecekten nefes, geçmişten vaz geçişle kendine ait bir düş dünyasından umut koparıp, eski beklentileri yok sayıp, yeni düşler kurma peşindeki heyecanlara tutunup kendine eksilmiş yaşam kesitlerinin ardından kendi gücünü kullanarak, yarın için, bir bardak süt içme umuduyla yeni doğmuşçasına, kendime tutunmam gerekti…
Kaybettiklerim elde kalanlardan çok olmasına rağmen, bir düş yorgunu olarak zamana tutunmak gerekti…
Sevgi adına kıyılmış umutların ardındaki bakışla daha güçlenmiş olarak ağlamalardan vaz geçerek basmak gerekti üzerinde yıllarca ağladığım yolların çakıllarına ki artık acıtamayacak artık acıtmayacaktı içimizde bir yerleri…
Yarın sevgili, dünlerden daha güçlü olacaktım, umut artık avuçlarımda tuttuğum olmalıydı…
Ruhumun dağınıklığı ile, uzaklara bakarak dalgınlığı üzerinde tutan kıpırtısız göz kapaklarım ile uzaklara, uzaktaki beklentilere, uzun uzun sabit bakışlarda kalan gözlerimin bebeklerime mümkün olsa da onların derinliklerine bakabilsem ve o göz diplerindeki görüntünün fotoğraflarını elde ederek o andan itibaren bakıp dursam diplerine doğru ki düşüncemdeki hayâl oraya yapışmış mıdır ki beklenenle beklenmeyen arasındaki farkı görsem de belki biraz kendime acılanırım kendim için…
Kaç vakitsiz vuslat düşünceleriydi bu zamansız nefes almalar.
Haz edilemez bir kopuş vakitlerinde ömrün zamandan kopuş düşünceleri…
Vaat edilmiş huzur zamanları vardı beklemekle geçmeyen…
Hâlâ yolcuyum koşuya ilk başladığım andan bu yana, öksüzleşmiş düşlerimle hâlâ
arayış halindeyim bu yolculukla…
Zaman gecenin kaçı ki gözkapaklarımdaki ağırlık senin görüntünü örtmek üzere duvarın köşesine diktiğim işaretli yere bakarak düşmekte…
Unutulmuş tek olguydu ışığa hasretlik ve yarınlar karanlığa alışma zamanlarıydı...
Su ateşe teslim olacaktı zamana bakmazsızın, yürek nefese ve yaşam nefes almalara teslim olacaktı süresiz..
Bir de haykırarak sordu nefes nefese adam... Su ateşi söndürebilecek miydi?
Sana vereceğim nem kaldı, kaybettiklerimin içinde olmadığın nem vardı, ne kadar koyu bir bakış bu, bir arayış ve sadece umutsuz düşlerle geçecek zamandı belki de en son kaybettiklerim…
Günün karmaşasında, gecenin ayazında, bölünmüş uykunun gizeminde, nem kalmış hiç düşündün mü, alamadığın nem kalmış, karanlıkta kalmamış kaç bakışım var görülebilen…
Ayazın omuzlarımda bıraktığı rüzgâr yanıkları eşlik etti yüreğimdeki girdaplarla yarınların korkularında ve sen hâlâ bakınmalarda tek nefes kalmış yüreğimin üstüne ayak basmalarla, acıtan, kanatan bir duruş bu yarınlara çaresizlikle sarkacak ki bu nefesten başka alacak nem kaldı?
Ürkek yaşıyorum, ürkeklikle yürüyorum, gecenin içine…
En çok kendimi özgür hissettiğim zamanlar bunlar. Gece yarılarına doğru uzayan zamanın içinde, denizin karanlık sesine, kendi topuklarımdan, beton zemine vuruşlarım ile çıkan tok lastik sesleri gibi kendime güç katmaya çalışıyorum…
Son günlerde bedenimde var olan kesikler ve öksürük bulantıları ile yavaş yavaş kendimi koruma altına alma mecburiyetim doğuyordu…
Yorgun düşler ve soluk zaman kavramı ile kendimi ihmal etmiştim…
Artık kendime karşı olan korkusuzluğum zora giriyordu içtiğim ilaçlar oldukça ağır ağır zamanlarla yaşamımdaki değişiklik zorlukları bırakmıştı…
Yalnızlığın koyu tarifi galiba bedensel düşüşlerdi. Kendime uzun zaman sonrasında gecenin seslerini hediye ediyordum, sahilin dalga sesleri arasında…
Artık zaman yalnızlaşma ve öksüzleşme hisleri ile bedensel savaşlarda var olma zamanlarıydı sadece öfkemin şiddeti, ayakta tutuyordu beni…
Senin düşüş zamanlarındaki yakarış seslerini duyar gibi oluyordum…
“Yalnızlıkla en zor kendi sırtıma parmaklarını dokunduramadığı anlardı en zor olan yaşam zamanları”, derdin… Ve eklerdin, “sen hiç yalnız bırakmıyordun beni ki” teselli edici cümlelerin aklıma geldi, gülümsedim ve garip bir dudak bükme ile sen sevgili sen, benim bu zamanlarımda hayatın hangi köşesindesin, ben yalnızlık haykırışlarımı kendi kendime feryada dönüştürürken, denizin dalgasının serpintilerini yüzümde hissettikçe, haykırışlarımda sen neredesin?
Unutmak insanların aynı şartları yaşadıkça, aynı sıkıntılar peydahlanınca, yalnız olduğunu hissettikçe, unutmak olgusu ortadan kalkınca geçmişin şartlarına uyan yaşam olayları kare kare tekrarlanır gözlerde…
Zaten acı olan bu nankörlük düşünceleri ömrün boyunca uzattığın eller gün gelir boşlukta kalır…
Seninle son zamanlarda oturduğumuz sahildeyim. Aynı masada ve aynı sandalyedeyim ve elimde aynı renk çay ile içimde inanılmaz öfkeler ve bedendeki titremelerle kendime konuşuyorum. “Zaman hiçbir yaşanmışını geri vermez ve de sahipsiz bırakmaz” diyorum…
Geceye ve sana küskünüm tüm umutlarımla yüzümdeki gülüşlerimi aldınız, sadece bencil bir davranıştı bu içimde nankörce hisler ve doyumsuz isteklere karşı öfkeye sarılmış düşlerle haykırmak istiyorum…
Gece benim sessizliğime karışarak zamanın tüm tortularını yutuyordu…
Sessizliğim gecenin içinde kargaşaya dönüşüyordu. Tüm eskimiş düşlerim ve yaşam boyutlarım gecede yavaş yavaş eriyordu, gece sanki içimdeki çok şeyi yutuyordu…
Geceye eksildikçe kendi gücüm beni ayakta tutuyor, garip bir sakinlik hüküm sürüyordu içimde her adım atışımla kendime eksiliyordum…
Yaşam, çoğu zaman verdiklerini geri alırdı ve kendine sahiplik duygusu oluşturuyordu…
Bazen insan tüm kalabalıklarına rağmen kendini yalnızlığının çerçevesinde bulur…
Ve bir fotoğrafa bakar ki bir anda baktığı gözlerde kendin bunaltıcı bir kalabalıkta bulur ve ekler, sen benim yalnızlığımdaki kalabalıklarımsın…
Tüm kalanlarımla, kırık dökük neyim varsa, benden neler kalmışsa berabersin sanırım artık...
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.