- 733 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sokak Köpekleri
Mart ayının ortalarında, oldukça ılık ve çok sıcak bir gün… Saat akşam sekize doğru, genç bir adam, Yüzüncü yıl bulvarından karşı kaldırımdaki dar bir sokağa yöneldi.
Daracık bir yerde toplanmış onlarca kişi, üzerinde sıkışık bir halde durdukları toprağı boşuna kısırlaştırmaya uğraşıyorlardı; hiç bir tohum yeşermesin diye taşlarla boşuna kaplıyorlardı orayı; bitmeye başlayan her otu sökmeleri; havayı kömür dumanına, petrol dumanına boğmaları, ağaçları budamaları, kuşları avlamaları da boşunaydı… Bahar şehirde bile yine bahardı…
Genç adam dört yol ağzında kaldırımların ortasında durup sanki birinin son sözü söylemesini bekliyormuş gibi etrafına bakınarak: ”Gitmeli mi, gitmemeli mi?” diye düşünmeye başladı. Ama hiçbir yerden hiçbir cevap alamadı. Her şey, ayaklarının altındaki taşlar gibi dilsiz ve ölüydü. Onun için ölüydü, yalnız onun için…
Ansızın yüz metre kadar ileride, sokağın bitiminde, karanlığın ortasında bir insan sürüsünü gördü. İnsanlar bağırıyor, kavga eder gibi sesler çıkarıyorlardı. Caddenin ışığının altında, bir araba duruyordu. Neler olup bittiği ilgisini çekmişti. Hiç beklemeden kalabalığa doğru yol almaya başladı. Bir şeylerle oyalanmak, düşünmek için vakit geçirmek istiyordu. Bunu düşününce soğuk soğuk güldü. Çünkü herhalde gitme işinde kesin kararını vermiş olacaktı.
Ağır ve kararsız adımlarla insanlara yaklaştıktan sonra iri elleriyle ve kurumuş kollarıyla çevresini iteleyerek kalabalığı yardı. Genç adam sonunda bu telaş ve meraka sebep olan şeyin ne olduğunu gördü: Beş altı zabıta iki zenci ile tartışıyorlardı. Tartışma öyle büyüdü ki zabıtalar hep bir elden ağız dolusu küfürler ederek iki zenciye tekme tokat girişmeye başladılar. Çevrede toplanmış onlarca insan ise hiç istiflerini bozmadan zabıtaların zencileri tartaklamalarını büyük bir keyif alarak izlemeye koyuldu. Genç adam ise çakmak çakmak parlayan iri kara gözleriyle olan biteni anlamaya çalışırcasına etrafına bakıyordu. Her yerden bir ses yükseliyordu; olanca güçleri ile bağrışmalar, uğultular, didişmeler olan biteni anlamayı zorlaştırıyordu.
Genç adam sadece kalabalık arasından çıkan sesleri büyük bir merakla güçlü bir iştahla dinliyordu.
-Bu iki pis zenci! Moskova sokaklarını varlıklarıyla kirletiyorlar! ! !
-İyi bir dayağı hak etmişlerdi zaten!
-Bu ve bunun gibi lanet zencilerin topunu Sibirya’ya sürmeli! ! !
Bir başka ses ise-Lanet herifler! Piç kuruları! Topunuzun canı cehenneme!
Zabıtalar ise halkın konvoy oluştururcasına onlara eşlik etmeleri üzerine daha da büyük hınç ve tiksinti duyarak yerde acı ile kıvranan zencilere tekmeler savuruyorlardı. Halk ise buna mukabil her tekmeye büyük bir hırsla ve sevinç duyarak, küfürler savurarak büyük bir tören havası için de sanki kilisede ayin yaparcasına coşkuyla alkış tutarak eşlik ediyorlardı.
Hatta tekmeler arasında; kanlar içinde acıyla kıvranan, yaklaşık on altı-yirmi yaşları arasındaki zencilerden birinin siyah eli, beyaz adamın ayakucuna doğru düşüverdi. Beyaz adam, bunu içindeki nefret adına kaçırılmaz bir fırsat bilerek, dişlerini sıkarak ve tiksinti içeren bir ifade ile yüzünü buruşturarak, yerde boylu boyunca kıvranan zencinin küçük kurumuş ellerini, bağcıkları sıkıca bağlanmış büyük Rus botlarıyla büyük bir iştahla çiğnemeye başladı. Zenci acıdan inliyordu ve beyaz adam genç zenciyi bu halde gördükçe botlarını daha baskın vuruyordu.
Genç adam bu mide bulandırıcı duruma daha fazla katlanamadı. Kalabalığı yarıp çıkmak üzere iken beyaz adamın ekşimiş suratına olanca gücü ile büyük bir yumruk indirdi. Beyaz adam yere kalabalığın arasına yığıldı. Genç adam yarılan kalabalığın şaşkın bakışları arasından biran önce sıvıştı, hızlı adımlarla yol boyunca yürümeye başladı. Beyaz adam sendeleyerek ne olduğunu anlamadan ayağa kalkmak için doğrulana kadar genç adam çoktan sokak arasına dalmıştı bile. Yürürken ağzından bir şeyler mırıldanıyordu, sanırım lanet okuyordu. Midesi öyle bulanmıştı ki öyle tiksinti duymuştu ki sokağın az bitişiğindeki çöp yığınına çömelip dayanarak ağız dolusu kusmaya başladı…
Çömelmiş bir vaziyette iken, gözleri, hafif aralayarak, çöp yığınının az ilerisindeki; duvarları bakımsızlık, boyasızlıkdan iyice aşınmış, kireç, yosun tutmuş, küçükçe bir evin eşiğine ilişti. Bir süre öylece kalakaldı, boş boş ne düşündüğünü bilmeden, ne yaptığını anımsayamadan boş boş baktı, bakımsız evin biçimsiz eşiğine… Günlerdir geçmek bilmeyen sara nöbetleri daha dün gece baş göstermişti. Üstüne, aylardır onu bırakmayan ruhi sıkıntılar, vesveseler kuruntular, maddi sıkıntılar, sinir krizlerini de beraberinde getirmişti. Öylesine kendi içine kapanmış, öylesine herkesten kopmuştu ki, çevresindeki tüm insanlardan karşılaşmaktan kaçıyordu. Ezen bir yoksulluk içindeydi ama şu son günlerde buna bile aldırdığı yoktu. Üzerinde çok kötü bir kıyafet vardı. Normal zamanlarda böyle pejmürde giyindiği hiç olmamıştı. Onun için fakir giyinmek değil fakat kötü giyinmek utanılması gereken bir şeydi. Yaşamın ona verdiği acılardan olsa gerek basık alınlı idi. Uzunca, kalem gibi bir boyu, kırmızıya çalan fakat kireç gibi bir tene sahipti. Oldukça zayıftı, öyle zayıftı ki uzunca boyuyla uzaktan gülünç bir izlenim veriyordu. Petersburg’un bu merkez semtinin cadde ve sokaklarına fazlaca doluşmuş olan işçi ve esnaf tabakası, bazen genel görünüşe öyle tiplerle renk katardı ki, yabancı yüzlü birine rastladığı zaman şaşırmak bile gerçekten tuhaf kaçardı. Ama delikanlının ruhunda öylesine haince bir küçümseme duygusu birikmişti ki, bazen çocukluk derecesine varan bütün alınganlığına rağmen, şu anda en az utandığı şey sırtındaki paçavralardı. Üstü delik deşik, rengi solmuş, kahve tonlarda bir gömlek, paçalarının uçları dizlerine kadar aşınmış dar bir pantolon ve üç yıl önce ölen babasından kalma deriliğini artık yitirmiş, cepleri yuvalarından çıkmış bir Alman ceketi…
Delikanlı doğrulduğu yerden usulca kalkıp sokağın dar yolu boyunca ilerlemeye başladı. Gideceği yeri daha önce kafasına bellemişti yalnız karar verme konusunda sıkıntı çekmişti. Öyle uzak bir yere gitmiyordu. Hatta eviyle topu topu iki km kadardı arası.
Delikanlıyı korkuya benzer bambaşka bir duygu kapladı. Heyecanla:
-Ya işler düşündüğüm gibi gitmezse, ya bu adımlarımın, beni ölümün eşiğine getirdiğinin farkında bile değilsem, diye mırıldandı. Bu hepsinden kötüsü! … Aman Allah’ım ben şimdi ne yapacağım kafayı yemek üzereyim.
İki eliyle kafasını tutmadan edemedi, yüreği heyecan ve korkuya benzer bir duyguyla titriyordu. Böyle olunca, adımlarını farkında olmadan hızlandırıyordu. Buna kendisi de şaşıyordu ama aldırdığı dahi yoktu. Eliyle sokak ortasında tuhaf hareketler yaparak:
-Her ne olacaksa hepsi bugün şimdi biran önce olmalı. Bu sıkıntıya daha fazla dayanamıyorum artık. Ah hayır! Kahrolası dünya! … diye acıyla haykırdı.
Kararsız bir şekilde titrek adımlarla yürüyordu, oysaki daha bir önceki akşam her şeye kesinkes karar vermişti, gidecekti. Peki neden evden kıçınca kafasında her şey değişmiş, allak bullak olmuştu. Bir şeylerin yolunda gitmediği kesindi. Fakat önemli olan şu an ne yapması gerektiğiydi fazla zamanı yoktu biran önce bir karara varmalıydı.
Delikanlı, sonunda onu korku içinde titreten binanın tam karşısında soluğu aldı. Birbirlerine yatay bir şekilde üst üste sıralanmış belli belirsiz, uzunlu genişli tarihi evlerin arasına boylu boyunca sıkışmış bu binanın girişinde; özenle büyük harflerle yazılmış koca tabelaya baktı, okudu: PETERSBURG KARAKOLU…
Yüreğinde aynı türde çarpıntıları hissederek ardına kadar açık olan kapıdan içeri girdi. Gözlerini etrafına iliştirdi; içerisi oldukça kalabalık olmakla beraber aynı şiddetle sesler ve kargaşa ile doluydu. Yaklaşık on on beş adet polis memuru karakolun dar odasına sıkışmış bir vaziyette uğultuyla çalışıyorlardı. Karakolun diğer küçük odasında ise bir sekreter evrak işleri ile uğraşıyorlardı. Delikanlı cesaretini toplayıp, derin bir nefes çekerek polis memurlarının onu fark edecekleri şekilde ileriye atıldı. Karakolun cam paravanından genç adamı gözleyen bir polis hemen yanı başındaki yazıcıyı ona doğru gönderdi. Yazıcı genç adama doğru usulca yürüdü yaklaşınca şüpheli gözlerle genç adamı süzerek sordu;
-Ne istiyorsun?
Genç adam nemli cebinden katlanmış bir kağıt çıkardı ve yazıcıya uzattı. Bu karakolun çağrı kağıdı idi. Yazıcı kadın çağrı kağıdına bakarak:
-Siz ne işle meşgulsünüz yoksa öğrenci misiniz, diye sordu.
-Hayır efendim, hiçbir işle meşgul değilim ve öğrenci de değilim. Yani okulu bırakalı üç yıl oldu.
Yazıcı onu tepeden tırnağa kadar süzdü. Bu bakışlarda küçümseyici bir ifade ile şüpheli bir bakış vardı. Bu, orta boylu kahve tonda uzun dalgalı saçları ile oldukça süslü bir kadındı. Genç adam:” Bu kadın polis olmakla yanlış seçim yapmış olsa olsa Moskova partilerinde defileye çıkmalı, ancak karakoldaki abazalar için büyük şans olmalı diye düşünüp suratını alaylı bir ifade ile buruşturturdu.
Yazıcı:
Şuraya, sekretere bir başvurun, dedi ve eliyle koridorun son odasını gösterdi.
Genç adam odaya girdi. Burası da dar ve tıklım tıklım doluydu. Yalnız odanın havası felaket sıcak idi. Ter kokusu girer girmez insanı sarıyor ve odada kalınan süre boyunca şiddetini artırıyor, stresle beraber katlanılmaz bir hale bürünüyordu. Oda, sade ahşap kahve tonlarının ve çizgili pratik mobilyalarla düzenlenmişti. Duvarları boğuk renkte bir yeşil ile örülü idi. Genç adam” Sorgu için en uygun renk, hiç yoktan zihni bulandırmaz, diye düşündü. Ziyaretçiler arasında iki kadın ve bir de erkek vardı. Kadınlardan biri fakirce giyinmişti, gençti ve genç adama oldukça güzel görünüyordu. Yüzünde masumca bir ifade vardı ve sekreterin karşısında bir sandalyeye oturmuş, onun yardımı ile bir yazıyı yazmakla uğraşıyordu. Diğer kadın ise oldukça gösterişli giyimli, yüzü sivilceli iri yarı şişman bir kadındı. Ayaklarında Soyvet Ruslarına özel bir bot giyinmişti. Masanın hemen yanı başında ayakta sırasını bekliyordu.
Genç adam, çağrı kağıdını sekretere uzattı. Sekreter kağıda şöyle bir göz attıktan sonra: “Bekleyiniz bayım” dedi ve genç kadınla ilgilenmeye devam etti.