- 1246 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'bir devrim vardı'
‘Hasan Tahsin Öğretir, sizin için efendim, birebir, konuşarak İngilizce öğrenmek sizin elinizde. Buyurun, kartımı buyurun. Efendim, yirmi altı senelik dil tecrübemi sizinle paylaşmak istiyorum. Buyurun kartımı. Artık korkmadan siz de İngilizce konuşabileceksiniz.’
Adamın uzattığı kartı aldım. Yüzüne baktım. Dokuz numaralı apartmanın kapısı önünde bana kartını uzatırken, az önce minibüse binmiş güzelliğin biraz daha beklemesi için dua etmiştim ama nafile bir çabaydı.
‘Benimle beraber İngilizce konuşmak ister misiniz?
We the Engilish lovers.
26 yıllık tecrübeyle beraber, Hasan Tahsin Öğretir’
Dokuz numaralı apartmanı lanetleyip büfeye doğru yürümeye devam ettim. Yolun karşısında sarı renkte kaplama yapılmış araçlar güneşin yardımıyla iyice parıldıyorlardı. Taksi durağının ismi hoşuma gitmişti:’ Günaydın taksi.’ Ne hoş bir isimdi! Belki de bu his, içimde güzelliğe karşı duyduğum sevincin anlık basıncından başka bir şey değildi. Güzel bir şeyler görmek, dinlemek, konuşmak… Aslında ne basit arzularım olduğuna dair iyimser olmalıyım. Hayat kısa. Kuşlar ne güzel şarkı söylüyorlar! İnsanlar aslında iyiler. Yüzlerinde o tılsımlı gülümsemeyi gördüğüm an ben de mutlu oluyorum. Gülün, haydi gülsünler, gülelim!
Sanırım simitçi pis pis etrafa sırıttığımı düşünüyordu. Oysa ben simitçileri severim. Aşağılık komünist milisleri etrafta dolanıp seni ve senin gibileri tutuklamak isterken, ben senin simitlerinden almak için can atacağım. Simit işte, basit, ne kadar da basit bir şey! Üzerindeki o siyah susamları simitle beraber verdiğin küçücük kâğıdın içinde biriktirip, simit bitince o kağıdı katlayacak tahterevalliden kayar gibi susamlar ağzıma dolacaktı. Bir an korkunç bir hayal gördüğümü sandım. Deri ceketli Sovyet komiserlerinden biri karşıma çıkmış, yanında da yine onun gibi ancak daha kısa siyah renkte bir deri ceket giymiş işçi sendika başkanı bana bir şeyler söylüyorlar. Elleri durmadan kalkıp iniyor. ‘Ne anlatıyorsunuz, anlamıyorum’ diyorum. ‘Sen ve senin gibi işportacıların canı cehenneme! Sizin gibi spekülasyoncuların burada işi yok. Sizi mahvedeceğiz’ diyorlardı. Uyandığımda İstanbul’a, Terazidere’ye gideceğim günün gelmiş olduğunu anlamıştım. Her seferinde aynı tarz olmasa da, benim inancımı kıracak rüyalar görüyordum. Ufak tefek, külüstür de olsa bir arabam olsa Sefaköy’e kadar giderdim ancak böylesi de tam olarak istediğim malları alamasam da, bir nebze de olsa beni tatmin edebiliyordu. Son gidişimde ‘pazarda iş kalmadı, sokakta zaten satmak yasak, evin bir odası mallarla dolup taşacak, çürüyecek diye korkuyorum’ demiştim. Karabüklü ‘korkma, Allah işini gücünü açar inşallah’ diyordu. En son gitme sebebim mevsimine uygun yeni mallardan almaktı. Zam geldiyse diye çekiniyordum. Kazandığım paranın yarısını tekrardan mala vermek aptalca geliyordu. Hâlbuki üçte birini ya da dörtte birini verebilseydim daha iyi hissedecektim.
…
Remzi kapıda durmuş ‘hadi dostum, başladı konferans’ diyordu. İki konuşmacı konferansa davet edilmişti. Salonun yarısı boştu. Büyük bir salondu. Sahnenin sağ tarafında kırmızı bir bez üzerine ‘Sen boşuna ölmedin, ektiğin her şey büyüyecektir’ yazıyordu. Kızıl bayraklar ve flamalar içime değişik bir güç katıyordu. Bu gücü anlamlandırmakta zorlanıyordum. ‘Ne yani, şimdi biz devrim mi yapacağız?’ diye kendi kendime soruyordum. Ankara soğuktu. Olması gerektiği gibi ve aslında insanların yürekleriyle, elleriyle ısıtabildiği kadar da sıcaktı. Tanrı bu şehri unutmuş olmalıydı. Güneş yoktu. Çok geçmeden salon içerisinde çakmak sesleri duymaya başladım. Remzi’ye dönüp ‘sigara içmek serbest mi’ diye sordum. ‘Of’ dedi bana, ‘serbest oğlum her şey burada, baksana şuraya adam birasıyla gelmiş.’ Sanırım bu tür konferansı yeni görüyordum. Art niyetli birinin orada durup, boş şişeyi sahneye fırlatmasının önüne kim geçebilirdi ki? Tabi, bunlar yeni bir sosyalist devrim peşinde koşmayı arzulayan gençlerdi. Onlara göre biraz daha yaşı geçkin bizler daha olgun olmalıydık. Sanırım abartıyordum. Genç dediklerim bizden iki üç sınıf altta olan öğrencilerdi. Çoğumuz öğrenciydik. Aslında devrim filan da yapmıyorduk. Devrim filanda olacağı yoktu. Halkın böylesi saçma istekleri olduğunu düşünmüyorum. Her ay fatura sıralarında heba olmaya, taze çıksa da lezzetsiz ekmek için fırınlara gitmeye, pirincin dahi artık organik olmadığı bir dünyada devrimi ancak arada sırada meydandaki eylemlerden duyabilirlerdi. Tabi, Vali Efendi izin vermediği için eylem yapmak yasaktı. Hâlbuki Vali akıllı olsa eylem yapmak için bizlere izin verirdi. En azından gazımız alınmış olurdu. Saatlerce kafa ütülediğimiz mevzuların en azından gazı alınmış yanı olurdu. Sonraları internetin yaygınlaşmasıyla beraber bu tür hadiseler de farklılaştı ama yine de meydanın tadı farklıdır. Fabrikanın birinde dahi genel bir greve gitmem mümkün değilken, ülkece düşünülen bir devrimin de hayal olduğunun farkındaydım. Remzi’de bu konu da benimle hemfikirdi ama tek bir kişiyi dahi en azından devrimin onların düşündüğü gibi tehlikeli bir şey olmadığını anlatabilseydik, kendimizi Sokrates’ten üstün görebilecektik. Böyle değişik, saçma fikirlerle geçen günlerden biriydi. Konuşanlardan biri bıyıklıydı. Diğerinin yüzü tertemizdi, çünkü kadındı. İkisi de Bolşevik mitlere dair konular açtılar. Bayan olanı kendisinden beklenmeyecek şekilde ‘Lenin’i nasıl doğru anlarız’ girişli, iki sayfa bir metin de okudu. Kendi tezi olduğu konusunda direttiğini düşünüyordum. Kaç kere söyledi sahi? Dört müydü, beş miydi; sanırım altıydı. Altı kez ‘ben bunları tarihsel süzgeçten edindiğim normlar…’ şeklinde konuşuyor, bizi her saniye daha sıkıcı bir çukurun içerisinde doğru sürüklüyordu. Sürüklenen gençliğin arzuladığı bu değildi.
Gençlerden birinin ayağa kalkıp, bir şeyler söylediğini duydum. O ara ben de sigaramı yakmıştım. Konferans salonunun yerleri küllerle dolup taşacak ve burayı işleten her kimse bize ağır küfredecek diye düşünüyordum ama Remzi bu konuda içimi ferahlatmıştı. Parmağıyla gösterdiği, ön tarafta oturan uzun boylu adam burayı özel olarak işleten adamdı. Sıkıntı yoktu. Kül ve izmarit konusunda sıkıntı yoksa sigaralar ardı ardına yakılabilirdi. Gerçekten canım çok çekmişti. Nikotinin arzulanış boyutundaki dalgakıranı ilk nefesti. O ilk nefes her şeyi güzelleştiriyordu. İşte ilk nefes, işte bakış, işte tanışıklık ve onu ilk görüşüm; yani Şule’yi.
‘Efendim’ dedi genç son derece saygın bir ses tonuyla. ‘Biz burada devrimin tarihinden ve de olgulara karşı bakış açısı geliştirmekten bahsediyoruz. Sizi dinliyoruz ve söylediklerinize gerçekten değer veriyoruz.’ Salona doğru dönüp ‘değil mi arkadaşlar’ diye sordu. ‘Bu kim’ diye sordum Remzi’ye. ‘Bunu tanımıyor musun, Mahir, İBF fakültesinin en gözde devrimcisi’ dedikten sonra Remzi’nin gözlerine baktım. Parıldıyordu. Gülümsedim. Sanırım biraz da küfür ettim ama ağzıma yakıştıramadım. Temiz biri olduğum için değil, o an atmosfere uygun bir tarz da kendi kendime konuşabilirdim. ‘Ancak’ dedi Mahir, ‘sizin de bildiğiniz üzere devrim sonrası dediğimiz bazı sorunları hiç konuşmuyoruz.’ Kadın konuşmacı dikkatliydi, ‘nasıl sorunlarmış onlar genç arkadaşım’ diye sordu. Mahir böyle bir karşılık verileceğini biliyormuşçasına hazırlıklıydı. ‘Bir an olsun geriye doğru dönelim’ dedi. ‘Brest-Litovsk imzalandıktan sonra Rusya’da devrimin kendi yurttaşlarını yediğini biliyoruz. Diğer siyasi partilerin ve hareketlerin şu ya da bu şekilde tamamen keyifli bir düşünce metoduyla ve tehditle, zorbalıkla kapatıldıklarını biliyoruz. Kapatılmasalar bile ölmekten beter hale getirildikleri de aşikârdır. Muhalifler susturulduktan sonra Bolşevik hareket öncüleri ne yapmıştı?’ Kadın gerçek anlamda Mahir’i ciddiye almıştı. ‘Ne yapmıştı genç arkadaşım’ diye sordu. Mahir’in ses tonu keyifli geliyordu. ‘Ne mi yapmıştı? Sol bünyedeki devrimcilerin, anarşistlerin ve de tarafsız, siyasi amacı olmayan devrimcilerin susturulduğunu bilmiyor muyuz? Köylüler zaten ağır vergilerden bıkmış bir haldeydi. Çar’ı lanetleyen köylüler, yeni gelen yönetimle beraber ağırlaştırılan vergilerden dolayı yaka silkiyorlardı. Hem de öyle böyle değil. Artık ürünlerini saklamak için her köy ya kendi evlerinde ya da ortak bir yeraltı deposu hazırlayıp, ürünlerini orada saklıyorlardı. Sol Sosyalist devrimcilerin sindirilmesi demek, köylülerin de bir nevi seslerinin susturulması demek oldu. Ya peki anarşistler için ne demeli? Şehirdeki proletarya sınıfının dertlerini komiserler sıcak içkileriyle beraber çözüm getirmek için mi uğraşıyorlardı? Bizim şu anda yakındığımız rejimin öğelerinin aynısı o zamanda da uygulanmıyor muydu? Anarşistler şehrin zavallı proletaryası için bir güç kaynağı demekti. Her türlü memnuniyetsizlik görebileceğiniz koca bir Rusya’dan bahsediyorum. Madem Lenin’i doğru anlamak üzere bir okuma gerçekleştirdiniz, bu konuyu açmamız gerekiyordu. Eleştirinin boğulduğu, bağımsız görüşlerin ezilip, mahvedildiği bir durumda devrimin kendisine ihanet etmiş olmuyor muyuz? Şu anda hangi partiden çıkarsa çıksın, zorba bir yönetim uygulayacak insana diktatör diye eleştiriliyorsak, neden Lenin’i kutsuyoruz? Ben burada Lenin gibi üst figürü küçümsemiyorum efendim. Bir devrimcinin, gerçek bir devrimcinin biat etmekten uzak olduğunu benimsediğim için, böyle düşündüğüm için açık açık fikrimi söylüyorum. Burada başka bir arkadaşımız çıkıp da, benim sözlerimi yalanlamaya kalksa, ki bu konu da siz de yalanlayamazsınız, ben ona saygı duyarım. Ancak yaptığı yalanlama benim gerçekten yalan şeyler konuştuğum ortaya çıkarsa bir olumlama yetisi kazanabilir.’
Gözümü kısa saçlı kızdan ayıramıyordum. Mahir, eşek herif güzel konuşuyordu. Kızın duruşu beni alaşağı etmişti. Mahir’in perspektifindeki mükemmelliğin yanı sıra, o kız beni mahvediyordu. Ah Tanrım, ne kadar da uzağız hâlbuki! Aramızda kaç kişi oturuyor ki? On, on dört; hayır on beş. Çok, gerçekten çok. Ama onu rahatça görebiliyorum. Biri benim için Tanrı’ya şükredebilir.
Mahir devam etmekte ısrarcıydı:’Elbette devrim hükümetinin kaygılarını iyi anlıyorum. Bir tarafta çok uzakta bir devin gelişim gösterdiği, yani Amerika’da kapitalist bir rejimin yükseldiğini, diğer taraftan İngiltere’nin dünyaya hâkim olduğu yıllardan bahsediyoruz. Böyle bir dönemde halkı bastırmak için her zaman güç gerekebilir. Ancak benim buradaki eleştirim, devrimin gelişigüzel herkesin söylediği tarzda diyeyim, kendi elemanlarını yemesi karşısında hazımsızlık duyuyorum. Sanırım arkadaşlar da bu konu da bana hak vereceklerdir.’
Tanrı’m, sen gerçekten varsın. Kimsenin sana dua etmesine gerek kalmadı ve o kız ayağa kalkıp, söz aldı. Evet, sesini duyuyorum. Ne hoş bir ses bu! Konuş güzelim, sen konuş. Sen konuştukça devrim gelecek. ‘Söz alabilir miyim’ diyor. Ne hoş! Alabilirsin tabi ki, konuşabilirsin. ‘Evet. Elbette!’
Remzi’nin beni dürttüğünü hissediyorum. ‘Ne oldu’ diye soruyorum kendisine. ‘Ne yapıyorsun’ diyor. ‘Ne yaptım ki’ diye cevaplıyorum. ‘Oğlum kız söz alabilir miyim dedi, sen de evet diye bağırdın az önce.’ Salondaki gülme seslerinin kaynağı ben miyim? Ah güzel Tanrı’m, seninle bir gün uzun bir süre oturup konuşmalıyım. Kozmos için de varım yoğum harcanabilir. İşte ben bunları söylüyorum, ne kadar saçma, hayır, ayağa kalkıp bunu söylüyorum ve insanlar eşlik ediyor.
‘Sen boşuna ölmedin, ektiğin her şey büyüyecek
Bu devrimle beraber, tüm dünya barış ekecek,
Sen boşuna ölmedin, durmadan bizler yürüyecek
El ele yarınla beraber, devrimin hiç bitmeyecek’
Dalıp gittiğimi fark ettim. Gülme sesleri kesilmiş, ayağa kalkan kızın ne diyeceğini herkes merak edip, beklerken, ben ayağa kalkan kıza reverans yaptığımı düşünürken kendimi buldum.
‘Yoldaşımızın eleştirileri hususunda ben de hemfikirim. Bu kaygılarımızı artık daha hür bir şekilde dile getirebildiğimiz için memnun olmalıyız ancak sanırım devrimin hayalinden başka elimizde mevcut bir şeyin olmaması bizlerin var olan umutlarını yitirmesine neden oluyor. Burjuva dağılma sürecinde yaşanan hadiseleri incelediğimizde, Lenin’in ihtilal konusunda aslında birer sükûnet temin ettirici yoldaş olarak Rusya’ya döndüğünü hepimiz biliyoruz. Biz genç arkadaşların, yoldaşların kaygısını, daha doğrusu çözümünü merak ettiği soruyu sorma konusunda heyecanlıyız. Demek istediğimizi anlamış olduğunuzu umuyoruz. Tutuklamalar hiç ara vermeden sürerken, zassada konusunda devrimin öz evlatlarının mahrumiyeti çiğnenirken, Moskova’dan Petrograd’a, oradan Pravda’ya kadar her bir yerden komünizm için duygulu hisler besleyen insanların, köylülerin, çocukların nasıl bir tükenmişlik içinde olduğunu unutamayız. On yaşlarında yüzlerce çocuk nasıl olur da karşı devrimci diye hapishanelere atılıp, açlıkla baş başa bırakabilir? Mahir arkadaşımızın dediği gibi, şu an herhangi bir şekilde devrimi yapan bizler olsak, bizim gibi düşünmediğini bildiğimiz insanların çocuklarına nasıl ve neden zalimce davranabiliriz ki? Devrim bize böyle gerektirdiğini hangi sebeplerle açıklayabilir? 1920’lere kadar Çekizm’den korkmayan bir Rus köylüsü söyleyebilir misiniz? Devrim derken, kurulmuş olan yeni hükümetle beraber oluşan bürokratların karnı doyarken, halkın sefil bir durumda olmasını hangi mitler üzerine inşa ettiğimiz gereksinimler aracılığıyla açıklayabiliriz? Lenin olsun, Zinovyev olsun söylevlerinde durmaksızın komünizm üzerine konuşurlarken, halkın kendi özgücünü yitirmesi karşısında doğan yeni burjuva akımına karşı nasıl bir karşı durma potansiyeli bekleyebiliriz ki? Burada olup konuşmak hepimiz için kolay. Biz bunları yaşamadık. Meydanlarda yediğimiz birkaç copun etkisiyle kalbimiz devrim için atmaya yine de devam ederken, kanlarını Çar’dan kurtulma adına devrime adayan, devrim için savaşmış, acı çekmiş işçilerin, köylülerin, proletaryanın çektiği açlıktan hangimiz şu an acı duyabiliyoruz? Lenin ortaya Marksist-Leninist doktrinini sunarken iyi olarak bakabiliriz. Elbette teorik de hakların iyileştirildiğini düşünebiliriz ama bizim en büyük yanlışımız, liderlerin yaptığı yanlışları dahi yanlış olarak saymamak. Lenin’in oluşturduğu bu kuram belki ondan sonra Stalin’e de güç verip, gerçekten güçlü bir Rusya doğmasına sebep olmuş olabilir ama bir devletin güçlü olması karşısında, halkının yine de sefil bir hayat yaşaması devrimin önceliği olabilir mi? Biz ne için devrim yapmak istiyoruz? İnsanların daha özgür, daha mutlu bir dünyada yaşaması için değil mi? Kuramların mekanikleşmesinin lanetlenmesi gerekmiyor muydu? Sonuçta üstü üstüne çıkan kararnameler Sosyalist bir ülkeyi terörizm eşiğine getirmedi mi? İnsanın doğasına ne kadar aykırı şey varsa, devrimin gereklilikleri altında yapılmadı mı? Lenin’i sahiplenirken, onu eleştirmek yine en çok bizim hakkımızdır. Size, arkadaşlar, yoldaşlar, size Lenin’in yakınlarına çoğu sefer söylediği bir sözü hatırlatmak istiyorum. Özgürlüğün bir burjuva önyargısı olduğunu söylemek sizce de haksızlık değil mi? Merkezi bir hükümette toplanan birkaç insanın bilge meclisi olduğuna nasıl inanabiliriz? Böyle bir şeye hakkımız olabilir mi? İtaat etmek için mi devrim yapacağız? Yoldaş olmanın en temel şartını yok sayan bu itaat kültürü asıl burjuva sistemin dayattığı bir yol değil midir? Buradaki erkek yoldaşlarımızın aynı zamanda vicdanı ret arkadaşlar olduğunu da biliyoruz. Nasıl olur da burjuva tarafından dayatılan zorunlu askerlik gibi saçmalıklar, devrim sonrası bir ülkenin söylemi, zorunluluğu olabilir ki? En iyi şekilde pazarlığı yapanın en iyi komünist olduğunu söyleyen Lenin bence pragmatik davranan bir liderdi. Bu yüzden taparcasına Lenin’i yüceltenlerden, devrimin öz evlatlarını öldürenlerden ölesiye nefret duyuyorum. Sanırım siz de bizim bu duygularımızı tercüman olacak, devrim sonrası gelecek bir yönetici sınıfın dikta yönetim olmaması için nasıl çözümlerimiz olabileceğine dair bizi aydın…’
Bir anda herkes olduğu yer de donakaldı. Arka taraftaki boş koltukların arasından gelen patlamanın sesle salondaki herkes büyük korkuya kapıldı. Koşarak birinin uzaklaştığını fark ettim. Atılan ses bombasıydı. Salondakiler büyük bir şok geçiriyordu. Ayağa kalkan kızın anlatımına hayran kalmıştım ama Remzi’yle beraber ne yapacağımızı şaşırmış bir şekilde birbirimize bakıyorduk. ‘Arkadaşlar, sakin olalım, lütfen arkadaşlar.’ Mikrofonu eline alan, Remzi’nin işaret ettiği salonun işletmeniydi. Olayın şokunu atlatmak için birkaç dakikaya daha ihtiyacımız vardı. Yapılan bu sabotaj, devrimin söylemine bile karşı duyulan kindi. Aslında bu tür sabotajlara karşı hazırlıklı olmamız gerekiyordu. En azından kapıda birkaç arkadaşın beklemesi gerektiğini düşünmüşlerdi ama bu salonda kimsenin kolay kolay bize böyle sabotaj yapması mümkün değildi. Birkaç ses duydum. Biri ‘sivil polisti, kaçışından anladım’ diyordu. Diğeri ‘ajandı, bunlar hep korkak olur, bizi korkutmak isterler, öldürmek isterler’ diyordu. Büyük olasılıkla konferans burada noktalanacaktı. Konuşmacılardan kadın olanın eli kalbindeydi. ‘Kalbim sıkışıyor, çıkalım salondan’ sesini bütün salon duyuyordu. Konuşmaları duyuluyordu, evet, ne Mahir’in kaygıları, ne hayran olduğum kızın soruları cevaplanmayacaktı. Zaten ikisinin de kaygılarını anlatış tarzlarındaki keskinlik, iki konuşmacının canını sıkacak cinsten bir güzellik taşıyordu. İki konuşmacının da böylesi bir kaygıya adamakıllı karşılık verebileceklerini zannetmiyordum.
Dışarı çıktığımızda ceketimin cebinden çıkardığım çakmakla bir şeyi yakmaya çalışıyordum ama bir türlü yanan bir şey olmuyordu. Remzi gülümsüyordu. ‘Ne yapıyorsun oğlum, bıyıklarını mı yakmaya çalışıyorsun’ dediği an, ben de gülümsedim. Sanırım ses bombası beni de etkilemiş olmalıydı. Ağzımda sigara olmadan boşluğu yakmaya çalışıyordum. Az sonra salonunun dış kapısı önünde bekleyen, sigara içip, ses bombasının etkisi üzerine konuşmaya başlayan arkadaşlar çoğalırken, gözüm konuşan kızı arıyordu. Arkadaşlar yine hayal dünyasına dalmış, içlerinden biri ‘ya el bombası olsaydı attıkları’ diye arkadaşlarına soruyordu. İçlerinden biri ‘yahu bize bir şey olmazdı arkadaşım, şemsiye gibi patlar el bombası, İstanbul’da geçen eylemde patlattıkları el bombası haberini duymadın mı? Polislerden biri atlamıştı bombanın üzerine. Adamcağızın elleri kopmuştu’ derken, içlerinden bir başkası ‘polise mi acıyorsun şimdi de’ diye sormuştu. ‘Arkadaşım polislerin de içlerinde devrimci bir ruh olamayacağını kim sana söylüyor’ diye cevabından sonra kapıdan dışarı çıkan kız tüm dikkatimi kendisine doğru çekmişti. Remzi kıza baktığımı fark etmişti. Remzi’nin çevresi geniş olduğu için ona sormak en akıllıca olanıydı. ‘Bu kız Remzi’ diye sordum. ‘Sen tanıyor musun?’ Remzi dudakları arasındaki sigarayı iki parmağı arasına alıp ‘Siyasal Şule, lakabı Varvara’dır, sağlam bir kızdır. Ne oldu oğlum, kızı niye sordun’ derken sırıtıyordu. ‘Beni tanıştırsana’ dedim. ‘Yahu, bir de devrimci ayakları yok mu sen de? Ne utangaç adamsın, alıp karşına konuşacaksın. Ne var yani ama kimseyle o tür işlerde ayağı olmaz yalnız. Bilesin.’ Remzi’nin söyledikleri hoşuma gitmişti. Benim de öyle dönüp bakılacak tipim yoktu ama yine de Şule denen bu kızla tanışmam gerektiğini hissediyordum.
…
Sakız çiğnemekte artık beni hasta ediyor. Bu konuda ciddiyim. Sakızı her çiğneyişimde ağzımdan giren hava bağırsaklarımı şişiriyor. Doktor ‘hem miden hem de bağırsakların için sakız çiğnememen’ gerekiyor derken haklıydı. Sabahın köründe işe giderken sakız çiğneyen şu adamı niye gördüysem! Büfeden sigarayla beraber sakız alıp, taksi durağına son kez bakıp yürümeye devam ettim. Ambalajda yazılan falı okumamak için kendimi zorluyordum. Nefret ediyordum yazılanlardan. Ambalajı düzeltip, gözlerime doğru yaklaştırdım. İşte benimle kafa bulan başka bir sakız falıyla karşı karşıyaydım:
‘Çabuk geçer sayılı gün
Değil ki bu ebedi sürgün
Peri masallarındaki gibi
Görünüyor bir düğün’
Düğün filan istemiyordum. Eğer çok gerekliyse düğün, evlendirme dairesine gidip imzaları attıktan sonra, tanıdıklarla beraber küçük çapta bir yemek yiyebilirdik. Evet, bence de bu yeterliydi. Şule bu konuda değişen fikirlerinden bahsediyordu. Yurdun komünisti de, devrimcisi de gün gelir elbet yurdun ihtiyaçlarına göre şekilleniyordu. Şule’yi bu konuda haksız bulmuyordum; para elbette gerekli bir araçtı. Kiraladığımız ev için, yiyecek için, kitap için para gerekiyordu. Bir zaman sonra tamamen komünist hislerin sosyalizme dönüşüverdiği yerdi. Liyakat problem oluyordu, evet layık olan, layık olduğu kadar almalıydı. Böylece adalet karşılanmış olabilirdi. Şule’nin ‘devrimin yanına sosyalist ön eki getirilmesi karşısında duyduğum nefretin sebebini tam olarak anlayamıyorsun’ demişti. Evet, şurada, şu ağaçların arasında. Neydi bu parkın adı? Hem ben niye Kızılay’da indim ki otobüsten? Sahi nereye gidecektim ben? Bir arkadaşım dahi kalmamış gibi hissediyorum ama oteli bana ucuzundan ayarlayan da arkadaşım olmadı mı? Beni evine davet etmedi. Kaç yıllık arkadaşız ancak beni evinden esirgedi. Evli diye mi? Ne yani, evlerinin bir köşesinde yatak yok mu? Kendisi eşiyle odalarında uyuyabilirdi. Hatta arzu duyarlarsa sevişebilirlerdi, itirazım olamazdı. Ben yük gelmiştim. Evet, böyle söylemeliyim. Bir zamanlar Remzi’nin sayesinde tanıştığım arkadaşların evinde rahatça kalırken, şimdi kendime uyuyabileceğim bir yatak dahi bu şehirde zor buluyorum. Hayır, bulamadım. En doğrusu buydu; bulamamıştım.
Şule saf bir komünizm aşığıydı. Bildiğim mevzuları tekrardan arkadaş meclislerinde ondan dinlemek hoşuma gidiyordu. Onunla konuşma imkânı bulduğum ilk gün, konferanstan sonraki gün, çay bahçesinde arkadaşlarıyla onun oturduğunu görmem sayesinde olmuştu. Koşup, hiç tanımadığım bir insana sımsıkı sarılmak istiyordum. Bunu çok istiyordum. Güven’le, Kamile’nin de orada oturduklarını görünce içim rahatlamıştı. Güven konferansa katılamamıştı ama Kamile gelmişti. Sanırım yedi kişilerdi. Dünkü ses bombası olayı fakülteler arasında çoktan yayılmış, arkadaşların duyarlı olması istenmişti. ‘Merhaba arkadaşlar’ dedim usulca. Kimseye bakmadan sandalyeye otururken Kamile’nin cırtlak sesi kulağımda yankılanıyordu:’ İşte, dün hepimizi güldüren yoldaşımız da geldi.’ Utanmalı mıydım; hayır utanmak denemez buna, hassas bir insan olduğumu söylemeliyim ve bakışlarım Şule’den başkasında olamazdı. Arada etrafa göz gezdirmem gerektiğini unutmuş olarak gözümü kırpmadan ona bakıyordum. Sadece bakıyordum. Şule bakışlarını etrafa bölüştürüyor ama en son yine de gözleri benim bakışlarımın hizasında kümeleniyordu. O an beni yerin dibine sokabilirdi. Eğlenebilirdi. Neden ani bir tepki verdiğimi sorgulayabilirdi. Hiçbir şey şekilde rencide etmemeye kararlıydı. Niyeyse diğerleri ‘merhaba’ diye merhabama karşılık verirken, o susmuştu. Hayatımda sürprizlere yer yok diye düşünen biri için, devrim kadar heyecan duyabileceğimi hiç zannetmediğim bir an yaşıyordum. Kalbimin atışlarını kontrol etmek zordu. Birbirimize dünden daha yakındık. Sandalyede oturanlar olarak aynı masanın etrafındaydık. Dün yaşanan mevzu tekrar tekrar dile getiriliyor, arkadaşlar bundan böyle daha dikkatli olmalı diye aynı ezberden cümleler burada da kuruluyordu. Şule sessiz kalmayı tercih etmişti. Büyük olasılıkla burada söz söyleme kabiliyeti en yüksek kişiydi. Arkadaşlarının dünkü konuşmayı da örnek göstererek, ona duydukları adlandırılması güç ama içten bir saygı vardı.
Kamile ile Güven ayaklanmışlardı. İsmini bilmediğim, daha önce gördüğümü düşündüğüm bir kız ‘kalkıyor musunuz’ diye onlara sordu. ‘Biz gidelim, akşam trafiğine kalmayalım. Hem Güven saz kursu veriyor ya, akşam gelecekler, geç kalmayalım’ diyen Kamile’ye baktım. Birbirlerine yakışıyorlardı. Güven romantik bir çocuktu. Kamile’nin de esi gerçekten güzeldi. Birisi ona ‘küçümen selda’ lakabı takmıştı. Yaratıcı arkadaşlarımızı seviyordum. Boyu Selda Bağcan’dan daha kısaydı. Gerçekten boyu kısaydı. Güven onun yanında sırık gibi kalıyordu ama elleri bir, kalpleri bir, zihinleri bir arkadaşları beraber görmek bizim de hoşumuza gidiyordu. Benle beraber altı kişi daha masadaydık. Güven kalkarken bana göz işareti yapmıştı ama sanırım kalkmama sebebimi anlamış olmalıydı. Masada oturan kızlardan biriyle ilgilendiğimi anlamıştı. Masada diğer dört kızın kalkıp gitmesi için bir işaret gerekiyordu. Ya da Şule tek başına kalkıp gidebilir ve ben de peşine takılabilirdim. İçlerinden biri biraz sonra beklenen işareti verirken, nefes alışverişimi içten içe kontrol etmeye çalışıyordum. Yurda dönecek dört kız vardı ama Şule içlerinde değildi. ‘Ben kitapçıya uğrayacağım, gelirim akşam yemeğinden önce’ diyen güzel tonlu konuşan Varvara’ydı.
Çay içmemiştim ama ne kadar tuttuysa ödemeye razıydım. Kızlar kalkarken, kot pantolonlarının ceplerine ellerinin gittiğini fark ettim. Hepsi birkaç bin lira bozukluk çıkarıp masaya bırakırken, duygulanmıştım. Ortada biriken bozukluklar herkesin emeğini ortaya koyma düşüncesiyle aklımda örtüşürken, Şule’nin de sandalyesinden kalktığını fark ettim. Kızlar ‘görüşürüz’ diyerek kalkarken, kaç dakikadır hiçbiriyle tanıştırılmadığım için Kamile’ye de, ‘Güven’e de alınmıştım. Ama ne fark ederdi ki? Tanımak istediğim tek insan diğerlerinden geride kalmıştı. Geriye dönüp baktığını fark edince başımı önüme eğdim. Suçlu çocuklar gibiydim. ‘Sen oturacak mısın burada yalnız’ diye sordu. Aman Tanrım, benimle konuşuyordu. Evet, bana soruyordu, benimle konuşuyordu. ‘Be..ben.. Evet, yok, hayır…’ kekeliyordum. Onu gülümsetmiştim. Evet, bana gülümsüyordu ve hiçte alaysı bir gülüş değildi. ‘Kitapçıya gideceğim, gelmek isterseniz beraber gidelim’ derken ne cevap verebilirdim ki? ‘Ben mi’ diye cevapladım. ‘Sanırım senden başka kimse yok, herkes kalkıp gitti.’ Başımı ellerimin arasına alıp, ellerimi yüzüme sürüp iki yana doğru açtım. Gülüyordum. Ayağa kalkıp yanına gittiğimde ilk söylediği şey ‘değişik birisin’ demek olunca, birden afalladım. ‘Neden böyle düşünüyorsunuz’ diye sordum. ‘Sunuz mu’ diye cevapladı. Yavaşça yürüyor ve gülüyorduk. ‘Bize katıldığın ilk andan beri ‘merhaba arkadaşlar’ dedikten sonra hiçbir şey söylemedin. Sonra hep bana baktın. Haksız mıyım?’
Herhangi bir dinle işimiz olmayabilirdi, bunu açıkça o zaman söyleyebilirdim ama Tanrı’ya inandığımı fark ediyordum. Âşık mı oluyordum, bana neler oluyordu? En son böyle bir hissi ilkokulda bir kıza hissetmiştim. Çocuksu bir şeydi o ama aynen şimdi olduğu gibi kendimi kontrol etmekte zorlanmış, duygularım yüzünden komik duruma düşeceğimi düşünmüştüm. Yalan söylemekten nefret etsem de, doğruyu söylemek de zor olacaktı. ‘Varvara Nikolayevna Yakovleva’yı görüyorum’ dedim. Ne saçma bir şeydi bu söylediğim. İçimden ‘işte okumaktan, düşünmekten, çalışmaktan yorgun düşmüş gözler’ diyerek ona bakıyordum. Güldü, yine güldü. Onu güldürdüm. Ne güzel gülüyordu öyle! Süslü püslü bir kız da değildi. Sade, sadece basit bir güzellik onu kuşatmıştı. Doğanın dünyaya uzattığı bir çimen yaprağıydı. Yumuşacık ama rüzgarlara karşın yine de ölmeyen, dirilen, dirilten bir varlıktan bahsediyorum. ‘Kim söyledi sana bunu’ dedi gülerek. ‘Dün’ dedim, ‘konferanstan, daha doğrusu ses bombasından sonra arkadaşıma sordum.’ ‘Beni mi sordun, neden sordun ki beni?’ dedi. ‘Bilmem’ diye cevapladım. ‘İşte’ dedi, ‘değişik birisin.’ Gülümsedim. Hayır, o gülümsedi, ben de ona bakarken gülümsedim.
Kitapçıya kadar yürürken kitaplardan konu açınca, kitaplar üzerine konuşmaya devam ettik. Bana hiç tanımadığım birinden bahsetti. ‘Fanya Baron’u hiç okudun mu’ diye sordu. Kafamı ‘yok’ manasında sallasam da, bana Fanya Baron hakkında bildiklerini anlatmaya başladı. Rusça çeviri yapan bir arkadaşının olduğunu, kendisinin Fanya Baron’dan gelişigüzel çeviriler yaptığını söyledi. İstersem bir gün o çevirmen arkadaşıyla tanıştırabileceğini söylemesi, onunla bir daha görüşebileceğim anlamındaydı. Buna o an ne kadar da sevinmiştim! Sonra Bakunin üzerine fikirlerini, Kropotkin’e âşık olduğunu ama bazı uç noktalarda ondan ayrılmak zorunda kaldığından bahsetti. Okuyordu. Daha doğrusu ben onun yanında okuyor gibi gözüktüğümü hissediyordum. Varvara’m, Şule’m doyasıya okuyordu. Daha üçüncü sınıftaydı ama profesörlerle beraber sohbet edebilecek seviye olduğunu düşünüyordum. İnsan sevdiğini abartır; olsun onu rahatça gözümde büyütmek benim için onur kaynağı oluyordu.
…
Rüzgarlı’nın kasvetli otellerinden birinde, hemşeri kıyağıyla beraber ucuza iki gün kalacağım için mutlu mu olmalıydım? Endişe duysam da ne fark ederdi ki? Bir ara öğretmenevine gidip kalmayı bile düşünmüştüm. Tabi yer bulma konusunda kaygılarım vardı. Eğer bulursam üst katlardan birinde, ön tarafından, anıtkabiri gören bir odada tek kalmayı arzuluyordum. Terk edilen öğrencilik yılları içerisinde bir kez bile anıtkabire gitmediğimi düşündüğüm için, en azından tepeden nasıl bir yer olduğunu görme fikri hoşuma gitmişti. Niyeyse o bile benim gibi biri için lüks gelmekteydi. Zaten benim gibi şansız bir insanın yer bulacağını ummuyordum. Hem bulsam da tek kişilik yerine, en az iki kişilik bir odada kalabileceğimi, böylece hiç rahat etmeden bir gece geçireceğimi düşünmek tüylerimi diken diken ediyordu. Hemşeri kıyağıyla, en azından tek kişilik bir odada, dışarıdan gelen tüm seslere inat gece rahatça uyuyabileceğimi umduğum odaya merdivenlerden çıkarken, elimdeki anahtara baktım. Kartlı sisteme geçilmediği için otelciye karşı acıma duygusu içerisindeydim. Böyle saçma bir fikirle uğraşacak zamanım olamazdı.
Yastık ve çarşaf yüzleri değiştirilmişti. Buna sevinebilirdim. Deterjan kokusunu alabiliyordum. Üzerimi çıkaracak halim yoktu. Yatağa uzandığımda gözlerimde onun yüz hatları daha da belirginleşiyordu. Ruhum kabından sıyrılıp, o neredeyse onun yanına varmayı arzuluyordu. Bedenim bir tutsaklıktı. Devrim’in en güzelini yaşadığım, kayısı gibi yumuşacık olan dudaklarını ilk kez öptüğüm şehirde, yalnız başına, bir otel odasında, derin bir acı içerisinde saçlarıma uzanan ellerimi lanetliyordum. Saatin ya da iki gün boyunca burada, bu şehirde kalacak olmamın anılarımı tekrardan gözümde canlandırmaktan başka bir şey olmadığını biliyordum. Bunu kendime yapmamalıydım. Yarın arkadaş eşinden müsaade isteyip, benimle birkaç saat geçirebileceğini söylemişti. Neye yarardı ki bu! Evinde, eşiyle izinli gününde kalsa daha iyiydi!
Böyle bir yalnızlığın sönmediğine inandığımız devrimden öte açlığı olduğuna inanıyordum. Devrim, hiç bitmeyeceğine inandığımız bir hayatın, tam da mutlu olduğuna inandığımız anında, gözleri açık terk ettiğimiz hayattan başkası olamazdı. Bu kalpler, bu gözler devrim şehitlerini unutuyordu.
Şule, neredesin?
…
YORUMLAR
biraz devrim..biraz duygusallık..biraz da aşk'la yazıyı iyi kotarmışsın...geçişlerde sıkıntı yok yalnız girişteki 'ingilizce' den yola çıkarak yazıyı nereye bağlamak istediğini tam anlayamamanın dışında takıldığım bi yer olmadı...
her yazıda şu dikkatimi çekiyor özellikle bu yazıyla daha da belirginleşen bi zaman dilimi var...ve her seferinde eskiye tutunmak isteyen, hatta günün büyük bir bölümünü tozlu hatıralarla geçirip yaşlanmak isteyen bir karekter göze çarpmakta...her sonraki yazı, bir önceki yazının geri adımlarını sayar nitelikte..özellikle Şule'li yazılardan bahsediyorum...mesela ilk sefer bugün (eğer eskilerden bi şey kaçırmışsam yanılıyor da olabilirim) yazı kahramanının Şule ile nasıl tanıştıklarına nail olduk...
yani sanki nostalji bir film seyrediyoruz da film hep sondan başlayıp geriye doğru sarıyor gibi bi hava hakim...kameranın vizöründen bize görünen görüntülerin yanında kadraja sığmayanları da; kahramanımız küçük ayrıntılarla laf arası sıkıştırıyor bazı yerlere parantez açmadan...yap boz parçalarını ise 'siz bulun yerleştirin' ya da ne bilim 'bi zahmet aradaki boşluğu da çimentoyla doldurun' der gibi rahat bi tavır sergilemekte...
sonlara doğru da karamsarlık çökmüş omuzlarına..hani az daha konuşsaydın 'ölmek var, dönmek yok!' diye direten bi aşk devriminin ayak sesleri gelip kapımıza dayanacaktı nerdeyse...
genel anlamda çarpıcı, güzel...kitaplardan ezbere konuşmayan, kendi felsefesini de katıp, harmanlayan bir yazı...
sevgiyle...
hangi ortaokul anımı anlatacağımı şaşırdım. kuran kursunda başlayan, yıllar sonra bir dergahtan geçen (ikisinden de kovdular) sonrasında bombalanan Atatürkçü Düşünce Derneği'nden, basılan komünist ağırlıklı mekanımıza, sonrasında anarşiye uzanan... ve yalnızlıkla halen devam eden...
her şey yalan Şule gerçek.
bir de godot'dan not var: "siz bekleyin ben gelecem" demiş.