- 539 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BEYTÜŞŞEBAP-HAKKARİ KARAYOLU BİZİM DEĞİL MİYDİ?
BEYTÜŞŞEBAP- HAKKÂRİ KARAYOLU BİZİM DEĞİL MİYDİ?
Yeni bir göreve atanan memurun, atandığı yerdeki amiri durumunda bulunan zatı ziyaret etmesi yerleşik adettendir. Her kademedeki memur ve amirlerin riayet ettiği bu kural; Mülki İdare Amirliği diye adlandırılan bizim meslekte daha büyük bir önem ve ehemmiyetle tatbik edilir.
Yeni atandığım Beytüşşebap’ın bağlı olduğu Hakkâri İlinin Valisi’ni ziyaret edip kendimi takdim etmem gerekiyordu. Görevimin ikinci gününde bu ziyareti yapmaya karar vermiştim. İlçede Emniyet Teşkilatı henüz kurulamamış olduğuna göre, yol güvenliğinin sağlanması konusunu Jandarma Komutanıyla görüşmem gerekecekti. Bu iş için komutana bir dokundum, bin ah işitmiştim. Aman Allahım! Ne mazeretler!… ne mazeretler!… Hani utanmasa kendi güvenliğini dahi bana emanet edecekti neredeyse.
Komutan, dış göreve çıkarılacak askeri görev unsurunun bir timden daha aşağı olamayacağı konusunda Genel Komutanlığının emri bulunduğunu, böyle olunca da kendilerinin de ilçe dışına gittiklerinde gizlilik esaslarına riayet ederek çıkış yaptıklarını, refakatlerine her hangi bir görevli almadıklarını, aksi durumun; hem kendileri, hem de refakat edecek görevliler için büyük risk anlamına geleceğini söylüyordu.
Jandarmadan bana hayır gelmeyeceği anlaşılmıştı. Yol güvenliğimi almak yine bana düşüyordu. Bunun için şoförüme; bu günden itibaren makam arabasının benzin deposunu daima dolu tutmasını, kendisini sabah çağırmam halinde; bir- iki gün dışarıda kalabileceğimizi düşünerek hazırlık yapmasını istemiştim.
Sivil teşkilattan emir almayı hiçbir zaman sevmeyen Jandarma teşkilatına mahkûm olmam tam anlamıyla şansızlıktı benim için. Bölgede emniyet teşkilatını kurabilmiş ilçelerin kaymakamları koruma problemi yaşamıyorlardı. İlçelerinin dışına yaptıkları seyahatlerde emniyet teşkilatı bünyesinde bulunan özel harekât timlerinden birisini kendilerine refakat etmeleri için görevlendiriyorlardı. Beytüşşebap’ta henüz emniyet teşkilatı oluşturulamadığı için polisin ilçe merkezindeki görevlerini jandarma üstlenmişti. Kendisini asayiş birimi olarak görmek yerine silahlı kuvvetlerin bir parçası olarak görme eğiliminde olan jandarma, mülki teşkilattan aldığı emirleri, Genel Komutanlık emirleriyle örtüştüğü takdirde uygulama eğiliminde oluyordu. Amiri pozisyonunda olsa bile, bir sivil görevliye refakat etmek onlara angarya gibi geliyordu.
Sonuçta, jandarma korumalı gitmektense korumasız gitmeyi tercih etmiş ve piyade başımla Hakkâri’ye sabah güneşi doğmadan hareket etmiştim. Aldığım tek emniyet tedbiri; gizliliğe riayet etmek ve çok erken saatte hareket etmekten ibaretti. Şoförün ailesi de dahil olmak üzere kimsenin bu seyahatten haberi olmamıştı.
Terör Örgütü, eylemleri için genellikle öğleden sonra, tercihen de akşam saatlerinin yaklaştığı dönemleri seçerdi. Böylelikle eylem yaptıkları olay mahalline güvenlik güçleri ulaştığında karanlık çökecek ve onlar da bundan yararlanarak kaçıp uzaklaşabileceklerdi. Taktikleri bu ilkeler üzerine kurulmuştu. Ben de onların bilinen bu taktiklerini dikkate alarak, her hangi bir yol kesme eylemine takılmamak için kendi taktiğimi geliştirmiştim.
Bölgedeki yolculuklarımı erken saate almakla ne kadar isabet ettiğim, daha bu ilk yolculuğumda görülmüştü. Terör korkusunun yaşandığı o riskli bölgede yola çıkmak için daha doğru bir saat seçilemezdi.
Pek çok bilinmeyenle dolu bir yolculuğa başlıyordum. Geçen gece o tehlikeli yollarda neler yaşanmıştı acaba? Hoşuma gitmeyecek neler görecektim o yolda? Beni nelerin beklediği, başıma nelerin gelebileceğinin bilinmediği bir yolculuk. Tek bir bilinen vardı ki, o da; yolun her metresinin tehlikelerle dolu olduğuydu. Bu şartlarda yapacağım bu yolculuğun sevimsiz, stresli bir yolculuk olacağı kesindi.
Stabilize olan Hakkâri Karayolunun ilk yirmi kilometresi, nispeten güvenli olan Jirki Aşiretinin mıntıkasıydı. Yolun bu kısmını içimiz rahat bir şekilde geçtik. Birçoğu korucu olan köylülerle sık sık karşılaşıyor, selamlaşarak ilerliyorduk. Korucu olsun olmasın neredeyse herkes silahlı ve peşmerge kıyafetiyle dolaşıyordu. Geçmekte olduğumuz kesimdeki köy ve mahallelerde oturan insanların silah alarak Devletin yanında yer aldıklarını bildiğimdendi rahatlığım. O yörenin insanları, giyim kuşamı, konuşması ve taşıdıkları kalaşnikof tüfekleriyle Ülkemizin diğer yörelerinden kesin bir çizgiyle ayrılıyorlardı. Utanmasam, orada görev yaparken yabancı bir ülkede olduğumu hissettiğimi söyleyeceğim.
Seyahatimin başlamasının üzerinden bir saat geçmişti. Takriben üç saat sürecek olan yolumuzu neredeyse yarılamış ve güvenli olarak ad ettiğimiz Jirkiler mıntıkasını çoktan geçmiştik. Yine o endişeli ve korku dolu ruh halimize geri dönmüştük. Oldukça virajlı, dar ve bozuk olan karayolu, dik ve yüksek dağların iki taraftan çepeçevre çevirdiği derin geçit ve vadilerden geçiyordu. Hakkâri’ye kadar telsizler suskun olurdu bu yolda. Yüksek dağlar ve derin vadiler haberleşmeyi imkânsız kılıyordu. Bu durum, doğal olarak başınıza bir kaza gelmesi halinde güvenlik birimlerine haber vermenizi engellemekteydi. Şansınız yaver gider de çok seyrek aralıklarla karşılaşacağınız başka bir araç görür, ilgililere haber verirse yardım alabilme imkânına kavuşursunuz.
Adeta trafiğin elini eteğini çektiği bu yolda oldukça düşük bir hızla ilerlemeye çalışırken ilerde bir köyün gözükmesi rahatlatmıştı bizi. Ne de olsa insanlar yaşıyordu orada. Bu, ister istemez rahatlık ve güven veriyor insana. Orada pusu kurulmadığını, terörist buna teşebbüs etse bile oradaki insanların buna engel olacağını düşünür insan. Güneşin yükseldiği, zamanın ilerlediği bir saatti o vakit. Köye varmış olmanın rahatlığını daha tam olarak yaşamadan yolda yanmakta olan bir kamyonla karşılaştık. Köyün tam da orta yerinde karayolunun üzerinde yanan bu aracın rengi, plakası görünmez olmuştu. Yanmakta olan kamyonun yanında durduk. Bir miktar ev eşyası yolun kenarına boşaltılmıştı. Anlaşılan kamyon önce boşaltılmış sonra yakılmıştı. Oradan geçmekte olan iki köylüyü çağırarak olup bitenleri sorduk.
Anlatılanları duyunca dudaklarımız uçukladı. Yakılan kamyon Köy Hizmetleri Müdürlüğüne aitti. Bir grup PKK’lı geçen akşam bu yolu keserek sabaha kadar orada kalmış, köylüye örgüt propagandası yaptıktan sonra durdurdukları bu resmi kamyondan Hakkârili olan Şefin eşyalarını indirdikten sonra mazot dökerek ateşe vermişlerdi. Sabaha doğru bir vakitte ise köylüye “gidin jandarmaya haber verin” diyerek oradan uzaklaşmışlardı. Telefonun olmadığı, telsiz görüşmelerinin ise hiç yapılamadığı bu ücra köyden uzaklaşmaktan başka yapılacak bir şey yoktu o an. Aynen öyle yaptık ve oradan hızla uzaklaşarak yolumuza devam ettik.
Beytüşşebap İlçesindeki görevimin daha ikinci gününde böyle tatsız bir olaya şahit olmak üzmüştü beni. Üzmek de ne kelime! Adeta vücut kimyamı bozmuştu. Karşılaştığım bu olay, Hakkâri Karayolunun ne denli güvensiz olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Haddini bilmez bir eşkıya grubu nasıl oluyor da karayolunu bir gece sabaha kadar işgal edebilmişti? Devlet o gece neredeydi? Binlerce askeri kışlalarında yatsın diye mi tutuyorduk oralarda? Devleti kutsal bir örgüt olarak gören, Devletin mutlak hakimiyetini asla tartışma konusu yapmayan bir anlayışa sahip olan idealist bir genç kaymakamdan bütün bu olup bitenleri normal görmesi beklenmez elbet. İdaremdeki bir yolun bir eşkıya grubuna koca bir gece teslim edilmesini hazmedemiyordum. Bir yandan olayın şokunu yaşıyor, bir yandan görevlerini layıkıyla yapmayan güvenlik birimlerine kızıyordum. Allah korusun! havanın kararmasından sonra veya gün ağarmadan bu yoldan kazara geçmiş olsam, ya hayatta olmayacak, ya da eşkıyanın elinde rehin olacaktım. Düşünülmesi bile korkunç! Ayrıca, bir gün sonra bu yolun bir de geri dönüşü olacaktı benim için. Buna benzer bir olaya maruz kalmayacağımı kimse garanti edemezdi. Ne biçim bir güvenlik anlayışı idi bu? İlçede koca bir tabur asker olduğu gibi çevredeki pek çok köy ve mahalleye jandarma timleri konuşlandırılmıştı. Bütün bu tedbirler işe yaramadığına göre, bunların göstermelik tedbirler olduğu akla geliyor ister istemez. Yöreye konuşlanan bunca askeri birlik; görev alanlarını, bu alanda yaşayan insanların can ve mal güvenliklerini korumaktan çok, öncelikle kendi güvenliklerini korumayı esas almışlardı. Anlaşılan, gündüz biz, gece terörist yöreye hakimdi.
Gördüklerime kızmış, üzülmüş bir o kadar da yılmıştım. Dönüşümde konuyu askeri yetkililerle etraflıca konuşmalıydım. Türkiye Cumhuriyetinin tartışmasız kutsal toprağı sayılan bir yer, yarım gün gibi uzun sayılabilecek bir süre için hainlerin kontrolüne girmişti. Bunu kabullenmemiz mümkün değildi. Acilen bir şeyler yapmak gerekiyordu. Zırhlı ve silahlı araçlarla buralara gece devriye çıkarmak çok mu zordu?
Kâbus dolu bir yolculuğun sonunda Hakkâri’ye varmış, Vali Şahabettin Harputlu’yu ziyaretimden sonra Şehirde küçük bir gezintiye çıkmıştım. Şehirde gördüğüm hiçbir şey dikkatimi celp etmiyor, yolda karşılaştığım rezaleti beynimden bir türlü çıkarıp atamıyordum. Hakkâri’nin bana oldukça ilginç gelen giysiler içindeki sıcak insanı bozulan moralimi düzeltemediği gibi normal şartlarda hayran olabileceğimden emin olduğum o vahşi doğa da beni kendime getirememişti. Cilo Dağının muhteşem görüntüsü de asık suratımı düzeltmediğini söylesem başka bir ifadeye hacet kalmaz her halde.
Karayollarının misafirhanesinde geçirdiğim o gece gözüme hiç uyku girmemişti. Sabaha kadar kirli ve sert olan o yatakta bir sağa bir sola dönüp durmuştum. Seyrek aralıklarla daldığım kısa süreli uykularımda; yanan kamyon, kâbus olarak beni yeniden ziyaret ediyordu. Her uyanışımda kızgınlığım ve endişem katlanarak büyüyordu. Sabah olunca yeniden böyle bir kâbus yaşamayı hiç mi hiç istemiyordum. Ama, kaçınılmaz olarak o yolu yeniden kullanacak, o kahrolası köyü bir kez daha görecektim. Hiçbir güvenlik tedbirinin alınmadığı, adeta eşkıyanın insafına terk edildiğimiz o lanet olasıca yolda, ölüm de dahil başımıza her şey gelebilirdi. Pisipisine ölmek böyle bir şey olsa gerek. Hayır, buna izin vermemeliydim. Fakat nasıl?
Şoförüme sabah erken gelmesini söylemiştim. Sabah namazından sonra çaresizce bu sevimsiz yolculuğa bir kez daha katlanacaktım. Zor bir yolculuğun akabinde zor ve uykusuz geçen gecenin ardından işte yine başlayacaktı kâbusum. Şoför arabayı yeni serüvenimize hazırlamakla meşguldü. Kahvaltı yapmayı aklımdan bile geçirmedim. Açlığı his edemez olmuştum. Bir an önce bu kahrolası yolculuğa başlayıp bitirmeliydim. Yolculuk esnasında karşılaşabileceklerim artık umurumda değildi. Zaman artık en büyük düşmanımdı. Geçen her dakika bana zûl geliyordu artık. Ne olursa olsun bu yolculuğa bir an önce başlayıp İlçeye ulaşmalıydım.
Resmi(kırmızı) plakalı arabama binmiş ve belki de daha kötü manzaralarla karşılaşabileceğim yeni bir yolculuğu başlatmak üzereydim. İslam isimli, Beytüşşebap’ın yerlisi, iki evli, on- on iki çocuklu olan şoförüm, tırstığımı anlamış olacak ki, dikiz aynasından yüzüme bakarak “Kaymakam bey yine aynı yoldan mı gideceğiz” demesin mi? Ben: “Herhalde yani, başka yol mu var?” dediğimde, Şoför İslam: “Kaymakam bey, isterseniz Van-Bitlis-Siirt üzeri gidebiliriz. Yolumuz biraz uzar, ama siz daha rahat ve huzurlu olursunuz” dedi. Derin bir oh çekerek aslında daha tehlikeli olan bir güzergâhı seçmede tereddüt etmedim. Bu yeni rotalı yolculuğun uzun sürerek karanlık saatlere sarkacak olması, başlı başına tehlike arz ediyorsa da, geliş yolumuzda şahit olduğum o sevimsiz olay nedeniyle bana daha güvenliymiş gibi gelmişti. Yeni güzergâh, tehlikeli de olsa oraya ait kötü bir anım yoktu henüz. Bu bile o rotayı tercih etmem için yeterli bir sebepti.
O gün çok az mola vermiş, mütemadiyen yol alarak birçok il ve ilçeyi geride bırakmış ve nihayetinde havanın karardığı bir saatte Beytüşşebap’a varabilmiştik. Her an ölüm korkusu yaşayarak gerçekleştirdiğimiz bu zorlu yolculuk; bana stres, şoförüme ise yorgunluk vermesiyle unutulmaz olmuştu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.