- 761 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
NEYE BEDEL VERDİK GENÇLİĞİMİZİ?!! (12 eYLÜL 1980 Öncesi yazmış olduğum bir mektup öykü.Lakin her kelimesiyle gerçek!!!)
NE İÇİN UĞRAŞTIK?!!
NEYE BEDEL VERDİK GENÇLİĞİMİZİ?!!
VE
NE İÇİN HEBA ETTİK
EN YAŞANILASI YILLARIMIZI?!!
NE DEĞİŞTİ Kİ ONCA YIL SONRA
İSİMLER DIŞINDA?!!
Güzel kardeşim, akıl paydaşım, yöndeş bakışlım, yoğrum ikizim, sabret. Sabret geçecek bu günler de. Nasıl geçecek, nerede ve nasıl bitecek, henüz bilemesek de, iyi ve özlemlerimiz doğrultusunda olmasını dilesek ve olup olmayacağını bilemesek de!
Sanıyor musun ki yalnız senin başında, tüm duyarlı ve sorumlu tutumuna rağmen, bir şeyler yapamıyor olmanın yanı sıra, senin dışındaki nedenlerle sınavlara giremiyor, dolayısıyla uzayan eğitim süreleriyle mezuniyetin erteleniyor.
Ülke genelinde durum aynı. Ve uzun uzun bahsettiğin sorunlar, tüm üniversite öğrencilerinin bunaldığı, boğulduğu sorunlar. Üstelik üniversiteler ve üniversitelilerle de sınırlı değil. Her kesimden, herkes bir şekilde nasibini alıyor olumsuzluklardan.
Bizde de, buralarda da durum pek farklı değil. Tek farkı, daha yoğun yaşanıyor olması son günlerde.
Bu defa sana kendimi, sadece kendi sorunlarımı anlatmayacağım. Bu gün yaşanılanlardan bir kesit anlatacağım; Kızılay’daki birkaç saatlik görünümü.
...
Soğuk, kirli ve yorgun bir Ankara akşamı. Görünüşte ne bir önce, ne de bir sonra gelecek akşamdan daha farklıydı.
Epeyce yoğun yağmış olmasına rağmen, eriyip rahatsız edici bir çamur tabakası oluşturan kardan pek eser kalmamıştı. Kaldığı kadarının ise, kar olduğu, üzerindeki kurum tabakası nedeniyle siyah kar yağmış görünümü, ayak altındakiler ise, un helvasını çağrıştırışıyla kırk şahidi gerektiriyordu.
Mesai saati bitmiş olduğundan telâşlı, telâşlı olduğu kadar da yorgun yüzlü kalabalık; gün boyu çalışmış olmanın yorgunluğunu daha da artırıyor, duraklarda oluşan uzun kuyruklarda bekleyenlerin yüzleri, zaman ilerledikçe daha da huzursuz, asık bir görünüme bürünüyordu.
Bunca sıkıntı azmışçasına bir de hava sorunu vardı. Eskiden istasyonlara has olan kömür kokusu, birkaç metre ilerisini görmeye mani olan kömür dumanı, telâşla koşuşturan kalabalıktan, sık sık öksürük sesleri duyulmasına neden oluyordu.
Yine bu kalabalığın içinde iki kişi, çalıştıkları kurumdaki sorunları, hararetli hararetli dile getiriyor; son günlerde terfi etmiş olan arkadaşlarının bu terfilerinin, yetkin çalışmaları sonucu olabileceğini ihtimâl dahili bile görmeksizin, kendilerine göre nedenler arıyorlardı.
- Yok ya, hayat yok. Başka iş arayacağım artık. Bunca zamandır çalışıyorum, aldığım üç kuruş maaş, ondan da geçtim, takdir eden de yok.
Dedi biri.
Bir diğeri;
- Sanki başka bir yerde daha mı huzurlu olacaksın? Aynı sorunlar orada da karşına çıkmayacak mı?
- Orası öyle. Zaten toplu sözleşmeyi bekliyorum. Ondan da ümidim yok ya. Dört bine karşılık, sekiz yüz vermişler. Yaşanmaz oldu artık. Kahve yüzde yüz arttı, et desen ona keza.
Konuşmalar, toplu sözleşmenin gelişmelerine odaklanmış olmakla birlikte, arada sırada son zamlardan, hayat pahalılığından da bahsediyorlardı.
Bir çocuk yanaştı yanlarına. Dokuz on yaşlarında ya var ya yoktu. Kendisine oldukça küçük gelen pantolonu yer yer yamalı, kimi yerleri de yırtıktı. Dondurucu soğukla hiç de bağdaşmayan incecik bir gömlek giymiş, elindeki iki üç gazeteyi satabilmek adına yalvarıyor, okulda ihtiyacı olan kitapları alacağını söylüyordu.
Az ileride, yine aynı yaşlarda bir çocuk, derme çatma boya sandığının yanında, ıslak duvara başını dayayıp uyuyakalmıştı.
Kalabalık yine aynıydı. Konuşmalar, yüzler hep aynı…
Dünya umurlarında değilmişçesine bir çift yürümekteydi o kalabalığın arasında. Hayatın tüm acı taraflarını görmek istemez, kaçmak istermişçesine birbirlerine sığınmışlardı sanki sımsıkı sarılmış görünümleriyle.
Erkek “Okulum” diyordu. “Bitmesi lâzım. Tabii, boykotlardan, olaylardan vakit kalıp da bitirebilirsek. Tam, ne güzel bu sene bari doğru dürüst öğrenim sürüyor derken, bir de bu rektör çıktı başımıza. Neyse, bunları boş ver de, annem en mühimi. Aynı şeyleri anlatmama gerek yok. Kısacası biz evlenemeyiz. Ama seni de seviyorum, sensiz de yapamam.”
- Ben de seni seviyorum. Sensiz yapamam, ama madem bu toplumdayız, madem böyle bir çevrem var, beraberliğimizi evliliğin dışında sürdüremem.
Konuşmalar daha da uzadı ve hiçbir sonuca ulaşamayacaklarını anlayınca da, mutsuzluklarının suçunu topluma yüklediler. Kendileri de toplumun birer parçası olup, gerektiğinde o suçladıkları, beğenmedikleri toplumdakilerden biri gibi düşünecek olmalarına rağmen.
Yanlarından geçen bir gurubun, yüksek sesle, kavgamsı tartışmaları, sonunda toplumu suçladıkları o tatsız konudan uzaklaşmalarına neden oldu.
- Olmaz kardeşim, bu düzen böyle yürümez. Bu adamlar ancak kendilerini düşünüyorlar. Palavra sıkmaktan başka işleri yok. ...in geçen günkü konuşmasını dinledin mi?
- Niye? Haklı adam. Tabii doğruydu. Başka türlü çözüm yolu yok bu işin. Olursa, ancak bizim getireceklerimizle hâllolur bu iş.
- İkinizinki de boş. Sosyalizmin en mükemmeli İslâm dininde mevcut. Manevi yönü zayıf olan biri için bunların hepsi boş.
- Ekonomik sorunlarını halletmedikçe, maneviyatla neyi halledeceksin. Aç karnına dua etmeyi düşünmüyorsun herhalde.
- İnancın güçlü olur ve inancının gereğini yaşarsan; sosyal adaleti sağladığın gibi, ekonomik sorunlar da kendiliğinden çözüme ulaşır. “İşçinin emeğinin karşılığını, teri soğumadan verin” demiyor mu Hz. Muhammed? Zekât olayı lâyıkıyla uygulansa, aç mı kalır memlekette. Şu Hac konusu, üstelik canımı da sıkan, ailen, yakınların, komşun, mahallen, şehrin, en son da ülken sınırlaması koymuş; hiçbir ihtiyaç sahibi kalmadığı takdirde mesul tutmuş. Şu durumda gidilmesi doğru mu? Üstelik defalarca! Dediğim gibi, lâyıkıyla uygulansa ne aç kalır, ne açık!..
- Tamam, haklısın, fakat...
- Evet doğru. Ama şu var ki...
- Hayır, o konuda yanılıyorsun. O konu saptırılmış.
- Yanlış yoldasın, o konu öyle değil. Aslında...
- Tamam, ben sana hak veriyorum. Fakat gittiğin yoldan o neticeye varamazsın. Bütün rejimler, iyi niyetlerle, güzel sözlerle sokulmuştur her girdiği ülkeye.
- Çocuklar, varmak istediğiniz yer aynı, fakat o amaca ulaşmak için gittiğiniz yollar ayrı. Hepiniz iyi niyetlisiniz. Hepiniz, ülkeniz ve ülke insanı için en iyi olduğuna, çıkarına olduğuna inandığınız rejimlerin doğrultusunda hareket ediyorsunuz. İnşallah, arzuladığınız bütün güzel şeyler olur. Akşam akşam, ayaküstü bir şey halledemeyeceğinize göre, çabuk yürüyün de eve gidelim bir an evvel, karnım çok acıktı.
Diyerek konuşmaları sonladı bir diğeri.
Yine o kalabalığın içinde bir ev hanımı, yanındaki komşusuna, çocuklarına besin değeri yeterli yiyecekler hazırlayamadığını yana yakına anlatıyor, mevcut iktidarı suçluyordu.
Bir diğeri, çatışmada vurulup ölen oğlunun ardından ağlayıp, sol görüşün mensuplarını suçluyor.
Bir başka çatışmada yaralanan, ölüm kalım savaşındaki kızının hastanedeki yatağının başucundaki hanım, kurtulması için Allah’a yalvarmalarının yanı sıra, bütün suçu sağ görüştekilere yüklüyor.
Yaşamının son günlerini, huzur içinde geçirmekten başka bir düşüncesi olmayan yaşlı bir bey, bütün olanların sorumlusu olarak, manevi değerlerden uzaklaşmışlığı gösteriyordu.
Sanki bütün bu olanlara, gerçek çözüm yolu bulmuşçasına sokaklara dökülmüş bir grup genç, ellerindeki gazeteleri satarak, kendi fikirlerince buluşup, akıllarının yattığı aydınlığı görmeleri için, karşı görüşü suçlamak suretiyle halkı birleşmeye çağırıyorlardı.
Bir köşede;
- Faşist baskıya son. Halklara özgürlük. Katsayı 12 ye çıkmalı. İşçiler birleşin. Yazıyor. Faşistlerin yedi genci acımasızca nasıl öldürdüğünü yazıyor.
Diye avaz avaz bağırıyor.
Diğer bir köşede ise;
- Komünizm görüldüğü yerde ezilmelidir. Yazıyor. Komünistlerin üç genci daha vurduğunu yazıyor. Türk milleti parçalanmak isteniyor.
Diye avazlanıyorlardı.
Gündüzki öğrenci gösterilerini dağıtmak için, polisin panzerlerden fışkırttığı su, yol aldığı yerlerde cam gibi ince bir buz tabakası oluşturmuş; rast gele tutup, çuval gibi ite kaka, hayvan leşi yığar gibi üst üste araçlara tıkıştırdıkları öğrencilerden geri kalan, tek ayakkabılar, atkılar, yün bereler, kitaplar, defterler, pankartlar saçıldıkları yerde ibret tablosu gibi halâ duruyordu. Bakıp da görebilene, görüp de düşünebilene, görünenin ötesinde çok başka, çok fazla şey anlatıyordu!
Bir banka, bir iş hanı girişinde bombalar patlıyor. Kızılay’ın orta yerinde, bir boydan bir boya iplere dizilmiş bombalar, direklerden sarkıyordu. Olası bomba tehlikesine karşı polis, sık sık yayalarla birlikte, araçların güzergâhını da değiştirip, farklı yönler gösteriyordu.
Sirenler ve megafonlarla uyarılardan, halk panikte, adım attığı her kaldırımda, gireceği her binanın kapısında tereddütte, ikinci adımını atmakta kararsız, korku içinde, şaşkın ve ne yapacağını bilemez hâldeydi.
Bir genç kız, nişanlısını girdiği kolundan çekiştirerek, korku içinde: İstemiyorum dedi. Gelinlik de, düğün de istemiyorum. Gelinliği de düğünü de batsın, canımızı kurtaralım. Lânet olsun şu hale bak. Çabuk eve gidelim.
Gerçekten korkunç bir gündü! Bizim üniversitenin bahçesinde de adım atılamıyordu; adım başı bir bomba ağaçlarda, direklerde, koridorlarda hatta. Bizim bölüm karşı görüştekilerce, ellerinde silahlarla basılmış, sınıftan can havliyle fırlayıp çil yavrusu gibi dağılmış, bina dışına çıkmaya çalışıyorduk ki, kapıda başka bir eli silahlı gurup önümüzü kesmişti. Kaçacak bir yer kalmamıştı, önümüze gelen ilk sınıfa can havliyle atmıştık kendimizi. Atmıştık atmasına ya, saniyeler vardı sınıfa ulaşmalarına. Üçüncü kat penceresinden hiç tereddütsüz atlamıştık aşağıya. Kurtuluş değildi, an meselesiydi yanımızda bitivermeleri, ayrıca yetişemeseler de adım atılamıyordu, sıklıkla yerleştirdikleri ve ağaçlardan, direklerden sarkan bombalardan. Ne yapsak diye düşünürken; yapılacak hiçbir şeyin olmadığının da bilinciyle; her şeye rıza gösterip çaresiz bıraktığımız an kendimizi, polisleri bulmuştuk karşımızda. Bizi dere içinde taşlardan sekerek karşıya geçirirce rehberlik ederek kurtarıp, bahçe dışına çıkartmışlardı.
Hava yine soğuktu, soğuk yine yüzleri donduruyor, yine kalabalık telâşlı, korkulu, endişeli koşturuyor, kaçışıyordu.
Kimden, neden ve nereye?!
İçlerinde bir tanesi vardı ki, kendince bütün sorunlara çözüm yolu bulmuştu. Soğuğa rağmen, ince ve eski giysileri içerisinde dimdik, kara kara gözleri pırıl pırıl, küçük yaşına rağmen, çok büyük bir iş başarmış olma zannının gururunu duyarak, tüm konuşulanlara ve olanlara inat, hepsine yardım eli uzatırcasına, avaz avaz bağırıyordu elindeki iki paket sigarayla:
Faşist baskılara, komünizm tehlikesine, öğrenci, işçi, memur sorunlarına, aşk derdine, geçim sıkıntısına birebir…
MALTEPEEE...