- 930 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
TERÖRÜN SOĞUK YÜZÜYLE İLK TANIŞMAM
TERÖRÜN SOĞUK YÜZÜ İLE İLK TANIŞMAM:
Ekonomik sahada yeterince kalkınmış bir yöre olmasa da, insanının sahip olduğu o kendine has dinamikleri harekete geçirmesiyle oluşan yüksek yaşam kalitesi ve sunduğu sosyal ortam nedeniyle tartışmasız ülkemizin en gözde yöresi olan Trakya’dan sonra nereye taşınırsanız taşının, bahse girerim ki üzülürsünüz. Doğal olarak ben de biraz üzülmüştüm yeni tayinime. Hakkâri’nin geri kalmış bir ilçesine atanmam, üzüntümün sebebi değildi. “Hadi oradan!” dediğinizi duyar gibiyim şu an. Ama emin olun ki, hilafım yoktur. Üzüntümün tek nedeni; Türkiye’nin küçük Avrupa’sından ayrılıyor olmamdı. Yaşamlarının bir dönemini Trakya’da geçiren herkes, o cennet yöreyi terk etmek zorunda kalmanın sevimsizliğini bilir ve beni daha iyi anlar.
Atanmamı duyan dost-düşman; herkes beni görünce “hayırlı olsun” demek yerine, biraz da acınır bir tavırla “geçmiş olsun” diyordu. Bense, takriben on ay sonra artık ertelenemez olan askerlik görevim sebebiyle bir kez daha yer değiştirmek zorunda kalacağımı bildiğimden olsa gerek, bu tayini fazla umursamıyordum. Buna rağmen stresliydim; içimde tarif etmede zorlandığım garip bir duygu vardı. Doğaldı bu. Ne de olsa, bilinmeyen bir çevre ve orada yepyeni yüzler beni bekliyordu.
Bingöl’de doğup orada büyümenin, ilk ve ortaokulu orada okumuş olmanın bile bölgeyi iyi tanımak için yeterli olmadığını yeni atandığım Beytüşşebap’a gidince anladım. Belki, son on yılı Anadolu’muzun doğu yöresinin çok uzağında geçirmiş olmam, belki de Hakkâri yöresinin Bingöl gibi nispeten sınırdan uzak, daha kuzeyde konuşlanmış bir yöreden oldukça farklı özellikler taşımasıydı beni şaşırtan. Her şeyden önce aşina olduğum Bingöl, Muş, Elazığ gibi şehirlerde hiçbir endişeye maruz kalmadan dolaşmak, gezmek, her otelinde kalabilmek mümkündü. O şehirlerde aksine bir durum, aklımın köşesinden bile geçmezdi. Gerek yeni mekânım olacak Beytüşşebap İlçesi, gerekse buraya gitmek için takip ettiğim rota üzerinde bulunan bütün yerleşim yerleri için de aynı şeyleri düşünüyordum. Böyle düşündüğümdendir ki, Cizre İlçesine, oradan da Beytüşşebap’a gitmek için bindiğim otobüsteki yolculardan zerre kadar şüphe duymadan, uzun süren yolculuğum süresince onlarla gayet samimi bir iletişim kurarak Cizre’ye ulaşmıştım.
Bir şehre gidildiğinde ilk yapılacak şey, bir konaklama yeri bulmaktır elbette. Ben de ilk iş olarak, gece konaklamak için dış görüntüsü görkemli olan bir otel seçtim. İsmimi, kimliğimi otelin resepsiyon görevlisine alenen yazdırmakta her hangi bir sakınca görmedim. Eşyalarımı odaya bıraktıktan sonra telefon etmek için aşağıya indim. Kurt gibi acıkmıştım. Yörenin en meşhur yemeği ne ise onu yemeliydim. Evdekiler boğazıma düşkün olduğumu hep söylerler; laf aramızda, pek de haksız sayılmazlar.
Resepsiyon görevlisine telefonu kullanmak için izin istedikten sonra İlçe Yazı İşleri Müdürünü aradım. Oteldeki herkesin rahatlıkla duyabileceği şekilde kendimi tanıtarak beni İlçeye götürmesi için araba yollamalarını istedim. Konuşurken çevredekilerin bana meraklı gözlerle bakmalarını hiç önemsemedim. Ancak, telefon görüşmemiz bitince, Yazı İşleri Müdürü, güvenliğim konusunda endişe duymuş olacak ki, telefonu otel görevlisine vermemi rica etti. Görevlinin müdürle konuşmasını duyunca, kendimi ifşa etmekle hata ettiğimi anladım. Bir şey daha anladım; o da Hakkâri, Cizre gibi sınır kentleri, kendimi her zaman güven içinde his ettiğim memleketim olan Bingöl değildi, Elazığ hiç değildi.
Yeni ilçemin müdürü, o gece her hangi bir zarar görmemem için otel görevlisini sıkıca tembih etmiş, kimliğim hakkında kimseye bir şey söylememesini, kapıma göz kulak olmasını, zarar verebilecek kimseyi bana yaklaştırmamasını tembih etmişti anlaşılan. Ne yapsın ki adamcağız? Benim acemice davranışlarım karşısında başka ne yapılabilirdi ki.
Biraz toyca davranmışsam da pek kusurlu sayılmazdım. O dönemde herkes gibi ben de bölücü terörün o kötü ve vahşi yüzüyle hiç tanışmamış, o melaneti diğer yörelerdeki alışılagelmiş sağ ve sol grupların sıradan eylemleri gibi bir şey sanmıştım. Mülkiye yıllarımda farklı öğrenci grupları arasında meydana gelen olaylara hiç bulaşmadan, tereyağından kıl çeker gibi sıvışıp gitmenin yol ve yöntemlerini öğrendiğimi söylemeye gerek yok. Aynı tekniklerin burada da geçerli olabileceğini düşünmemden daha doğal ne olabilirdi ki?
Sabah olmuş, her hangi bir zarar görmeden geceyi geçirmiştim. Otelden dışarı çıkmış tıraş olmak için soluğu otel yakınındaki bir berberde almıştım. Akşama göre daha deneyimli sayılırdım. Artık kimliğimi, berber de dahil olmak üzere hiç kimseyle paylaşmaya tövbe! Aynen öyle yapmış, tıraşımı olurken oldukça ketum davranmıştım. Berber, kaymakam olduğumu bilmese de memur olduğumu anlamıştı. Çünkü o bölgede Kürtçe konuşmayı bilmeyenler genellikle dışarıdan oraya gelen memurlardı. Ancak şunu unutmadan hemen söyleyeyim ki, o yıllarda Cizre’nin insanı, henüz örgütün baskısına bu günkü kadar maruz kalmamıştı. Bu nedenle dışardan gelenleri Türk, Kürt olduğuna bakmaksızın misafir sayar ve asla saygıda kusur etmezdi.
Beni tanımayan berber, bana çorba ısmarlamayı teklif etti. Küçücük dükkânında ekmek parası kazanmaya uğraş vermeye çalıştığı her halinden belli olan bu garibanın jestini, ona kıyamadığımdan dolayı ret ettim. Benden aldığı tıraş parası, bana çorba ısmarlamaya yeter miydi? Sanmam. Üç yıla yakın zaman Trakya’da kaymakam olarak görev yapmama rağmen bir kere olsun kimse bana böyle bir jest yapmamıştı. Kimliğim hakkında hiçbir fikre sahip olmayan, belki bir daha hiç karşılaşmayacağımız bu vatandaşımız, el emeğinin karşılığı olan birkaç kuruşu tereddüt etmeden bana çorba ısmarlayarak iade etmekte beis görmemişti. O garibanın o ilginç jestini şimdi bir kez daha hatırlarken, PKK denilen o cani çetesinin, bu misafirperver, kalpleri iyilik duygularıyla dolu olan insanlarımızı nasıl bize düşman olacak şekilde kin ve nefretle donatabildiğini anlamakta güçlük çekiyorum.
Gün yarılanmış, öğlen ezanı okunmuştu. Otelden içeri dalan birisi beni sorunca şoförümün geldiğini anlamıştım. Şoförümle kısa bir tanışma faslından hemen sonra bir başka ilginç yolculuğa başlıyordum. Yolculuk tehlikeliydi, bense yine her şeyden bihaber, saf, Bingöl’deki köyüme gider gibi bir havadaydım. Kafamdaki terör kavramı, yalnızca basından izlediğim eksik ve soyut bazı bilgilerle oluşmuştu. Şoföre ilçemizde terör problemin olup olmadığını her nasılsa sormuştum. Sonraki gözlemlerimle de anladım ki, yöredeki insanlar, dışarıdan gelenleri ürkütmemek, ya da kendilerine yönelik her hangi bir tehdit olmadığından dolayı terör tehdidini olduğundan daha düşük boyutta ifade ederler. Şoförüm de bu geleneğe uyarak bana; “Kaymakam bey, bizim ilçede hiçbir tehlike yok, yolumuz da güvenlidir. Taninler Dağını geçersek Jirki Aşiretine mensup insanlar yaşar. Onlar Devlet yanlısıdır. Bize zararları olmaz.” dedi. “Peki, oraya kadar olan kısım için ne dersin?”diye sorduğumda; “Orası için de Allah kerimdir.” diye cevap verdi. Şoförümün bu ifadesi, az da olsa telaşlandırmıştı beni.
Artık bu aşamadan sonra yapılacak bir şey yoktu. Bismillah deyip yola koyulduk. Uzun sayılabilecek bir yolculuk olacaktı bu. Beytüşşebap’a varabilmek için önce Şırnak’ı, sonra da Uludere İlçelerini geçmek gerekiyordu. O yıllarda Cizre, Mardin İline; Şırnak, Siirt İline; Uludere ve Beytüşşebap ise Hakkâri İline bağlıydı. İdari bağlılıklardaki bu acayiplik yollara, doğal şartlara, yaşamın neredeyse her alanına sirayet etmişti. Pek bakımlı olmasa da Uludere’ye kadar asfalt yol kullanarak gitmiştik. Günümüzde kullandığımız o geniş, rahat ve bakımlı asfalttan söz etmiyorum elbet. Yer yer özelliğini kaybetmiş, çukurlarla dolu, dar ve virajlı bir yoldu bu. Uludere’den sonrası ise o güne kadar asfaltla hiç tanışmamıştı; bütün yol stabilizeydi. Böyle bir yolda traktör hızıyla gidilir ancak.
O günkü yolculuğumuzu mütevazı, ancak dörtçeker özellikli, Toyota marka küçük bir cip ile yapıyor olmamız işimizi kolaylaştırıyordu. Kimileri böyle bir yolculuğu, maceralı ve ilginç bulabilir. Doğrusu ben de biraz öyle bakmaya eğilimliydim. Fakat yola devam ettikçe ıssız dağlar arasında kendimi yalnız, savunmasız his etmeye başladım. Neredeyse hiç trafik yoktu. Uzun süreden beri başka araba göremez olmuştuk. Nereye gitmişti otomobiller, trafikte her zaman canımızı sıkan o sevimsiz kamyonlar? Bizi bu ıssız yolda neden yalnız bırakmışlardı? Ben bu soruların cevabını biraz da endişeyle cevaplamaya uğraş verirken karşıdan resmi plakalı bir pikap göründü. Araç bize sinyal verince şoförüm durdu, durduğumuzu gören o araç da durarak yanımıza gelmek üzere geri geri gelmeye başladı. Yanımıza gelen ve Beytüşşebap İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne ait olan pikaptan inen tanıdık bir sima beni hayretler içinde bırakmıştı. “Türkiye küçüktür” derler ya, işte bir kere daha doğrulanmıştı bu söz. Kırklareli’de görev yaparken defalarca görüştüğümüz, birlikte mesai icra ettiğimiz bir ilköğretim müfettişiydi karşımda duran. Anlaşılan ilçedeyken yeni kaymakamın o gün geleceğini duymuş olmalıydı, arabamızı durdurarak ayaküstü de olsa tanışmak istemişti. İkimiz de şaşkındık o an. Karşılıklı olarak birbirimize aynı anda aynı soruyu sormuştuk. “Hayrola, ne işiniz var buralarda?”
Müfettişle karşılaştıktan sonra durumumuzun vahametini daha iyi anlamıştım. Benim gibi zorunlu tayine tabi tutulmuş bu ilköğretim müfettişi, bölgede çalıştığı süre içinde çok şey görmüş, yaşamış olacak ki, eski neşesinden eser kalmamış, ürkek, çekingen bir hal almıştı. Bana, neden yalnız ve korumasız bu yola çıktığımı, bu saatten sonra bu yolların son derece tehlikeli olduğunu, daha fazla geç kalmadan, hemen hareket ederek yola devam etmemizin gerektiğini söylüyordu. Saat on beş sıralarıydı, akşam olması yakındı ve müfettiş hem kendisinin, hem de bizim geç kalmış olduğumuzu söylemekle haklıydı galiba.
Müfettişle vedalaşarak yolumuza tekrar koyulmuştuk. Ancak bir farkla; artık daha endişeliydim. O sırada Uludere ile Beytüşşebap arasında bulunan yüksek, zor geçit veren, kış aylarında sürekli çığ düşen dağlardan geçiyorduk. Yörede Taninler diye isimlendiriliyordu bu dağlar. Yol, stabilize, dar ve oldukça virajlıydı. Çok yavaş bir şekilde ilerlemeye çalışıyorduk. Şoföre daha sık aralıklarla güvenli denilen bölgeye ne kadar mesafede olduğumuzu sormaya başlamıştım. Geçtiğimiz her virajdan sonra derin bir oh çekiyordum. Yol artık bitmek bilmiyordu benim için. Şoför endişelendiğimi anlamış mıydı; bilmiyorum, ama daha sık aralıklarla Jirkiler bölgesine yaklaştığımızı, o bölgeye vardıktan sonra daha güvende olacağımızı söyleyip duruyordu.
Cizre’deki otelde Yazı İşleri Müdürümün içime düşürdüğü endişe ateşini, biraz önce Müfettiş alevlendirmiş, şimdi her geçen dakika bu korku alevi büyüyordu. Önümüzdeki keskin bir virajı geçince yolda sıra düzeni içinde yürüyen yöresel kıyafetli ve silahlı bir grup insan görünmüştü. O an gördüklerimi, içimdeki korku ve endişeyle birleştirmiştim. Adeta yüreğimin ağzıma geldiği, “tamam işte sonumuz geldi” diye fısıldadığım o esnada şoför imdadıma yetişmiş ve “Kaymakam bey, bunlar koruculardır. Artık bundan sonra hep göreceğiz bunları” diyerek rahatlatmıştı beni. Nasıl endişelenmeyeyim ki? Aracımız kırmızı plakalıydı ve herkese kaymakam olduğumu bağıra bağıra ifşa ediyordu. Üstelik bu arabadaki kaymakam, ne yazık ki, yalnız ve savunmasız. PKK’lı eşkıyalar için bulunmaz fırsat olacaktı bu. Allah korusun! sık sık yollara inen eşkıyaya yakalanmamız haline olabilecekleri düşünmek bile istemiyordum. Bilmeden tedbirsiz çıkmakla büyük hata etmiştim. Artık dua etmekten başka yapacak hiçbir şeyimiz yoktu. Yöredeki her yol her zaman riskli olmakla birlikte nispeten güvenli sayılabilecek bir muhite gelmekle rahatlamıştım şimdi.
Gayet normal koşullarda başlayan, ancak giderek sinir bozan bir hale dönüşen o uzun yolculuk, İlçeye giriş yapmamızla sonlanmış ve derin bir oh çektirmişti bana.