- 392 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YÜREĞİMİN KAPANMAYAN YARASI
YÜREĞİMİN KAPANMAYAN YARASI
Geçen gün polis haftası nedeniyle bir yemeğe çağrılmıştım. Şehit polis ailelerinin çağrıldığı bu yemek, usul haline gelmiş bir protokol yemeğiydi. Masamızdaki şehit yakınlarıyla sohbetimiz, beni yıllar ötesine götürdü. Yüreğimin derinliklerinde küllenmemiş acı bir olayı bir kere daha deşti.
Sözünü edeceğim olay, gürültünün patırtının hiç eksik olmadığı Cizre İlçesinde yaşanmıştı. 1992’nin sonları ya da 93’ün ilk aylarına rastlayan bir günün sabahıydı. Yine silah sesleriyle uyanmıştık o gün. Havanın kararmasıyla başlayan ve sabahlara kadar süren silahlı çatışmalara alışıktı ilçe halkı. Bu kez durum epey farklıydı. Ara ara ağır makinalı tüfek seslerinin de süslediği, ama ağırlıklı olarak her türlü piyade tüfekleriyle tabanca seslerinin karıştığı o sinir bozucu çatışmalar, bu defa geceden gündüze taşınmıştı. Her zaman olduğu gibi duymakta olduğumuz silah sesleri kısa bir süre sonra kesilir ve durum normale döner diye beklerken, bu beklentimiz boşa çıkmıştı. Bitmek bilmiyordu silah sesleri. Bu kez İlçe Emniyet Müdürünü arayıp “ne oluyor” diye sormam gerekmişti.
Müdüre ulaştığımda hayretler içinde kalmıştım; o da durumdan bihaberdi. Adamcağız, konunun esasını öğrenmek için elinde telsiz, ha bire ekip amirlerini arayıp duruyordu. Fakat şehir merkezinin bir yerinden gelen silah sesleri durmak bilmiyor, aksine giderek daha yoğunlaşıyordu. Üstelik önce şehrin bir noktada başlamış silah sesleri, değişik yerlerinde de duyulmaya başlamıştı. İzli mermiler havada görünür olmuştu. Kimi havaya rastgele atıyor, kimi de emniyet müdürlüğü ve askeri birliklere ait binaları hedef alıyordu.
Kaymakamlık lojmanında daha fazla kalamazdım; araba hazır olur olmaz soluğu Emniyet Müdürlüğüne almıştım. Artık olayı emniyet müdürüyle birlikte takip etmeye başlamıştık. Biz olayla meşgul olurken idarede her zaman var olmuş o müzmin hastalık yine nüksetmişti maalesef. Üstlere bilgi verme mecburiyeti. İkide bir ya telsizle ya da telefonla çağrı alıyorduk. “Valiye bilgi ver, OHAL Bölge Valiliğine bilgi ver; yok il emniyet müdürüne bilgi ver” derken ben ve müdür, asli işimizi bir tarafa bırakıp gereksiz muhabere ile vakit geçirmek zorunda bırakılmıştık. Bu işgüzar makamlara tatmin edici bilgileri yetiştirmek, saldırıyı def etmekten daha zor olmuştu bizim için.
Yarım saat sonra havada bir helikopter belirmiş ve şehrin dışında bulunan tank taburuna iniş yapmıştı. Gelen Şırnak Valisiydi; onu karşılayıp bir nevi komuta merkezi olan Emniyet Müdürlüğü binasına getirmem gerekiyordu. Terörle mücadelede kullanmamız için ilçemize tahsis edilmiş bir iki zırhlı araç, çatışmaya müdahil olmak üzere görevdeydi. Böyle olunca makam arabası olarak kullandığım doğan marka aracımla gitmek zorunda kalmıştım. O istikamete giderken şehrin terör konusunda oldukça hassas bir bölgesinden geçmemiz gerekiyordu. “Ya Allah” deyip kurşunların cirit attığı yerlerden hızla geçerek tank taburuna ulaşmıştık. Helikopterle gelen valiyi alıp yine aynı güzergâhtan dönüşe geçmiştik.
Dönüş istikametinde seyrederken yerleşim yerine ulaştığımız anda mermi menziline de girmiş olduk. O esnada yapabileceğimiz tek şey en yüksek hızla tehlikeli bölgeyi geçmekti. Öyle yapmış; başımızı aşağı eğerek çok hızlı geçmiştik o bölgeden. Nispeten daha sakin bir bölgeye ulaştığımızda vali bey: “yahu bizi getirecek bir zırhlı araç yok muydu” der demez anında bu soruyu sorduğuna pişman olmuştu. Öyle ya, kendi yönetimindeki ilde başta zırhlı araçlar olmak üzere, imkânların büyük kısmı il merkezinde tutuluyordu. Aracımız birkaç kurşun almıştı, ama çok şükür her hangi bir yara almadan Emniyet Müdürlüğüne ulaşabilmiştik.
Terör Örgütünün ilçe sorumlusu, operasyona maruz kalan evde saklanmakta olan teröristlerin kaçmasına yardımcı olmak için şehrin her tarafındaki milislere ateş etmelerini emretmişti. Güvenlik güçlerini, şehrin her yerine yayılmış geniş bir çatışma alanına yönlendirerek teröristler için kaçma fırsatı yaratmaktı asıl amaç. Hesap buydu, ama tutmamıştı.
Olay, takriben saat 14.00’te sonuçlanmış ve nihayet silahlar susmuştu. Artık olup bitenleri ayrıntılarıyla tahlil edebilirdik. Konuştukça ilginç şeyler duyar olmuştuk. Çatışmaya neden olmuş operasyon, il emniyet müdürlüğünün bilgi ve kontrolünde sabahın erken saatlerinde gerçekleşmişti. İlçe Müdürlüğü adeta baypas edilmişti. İstihbarat birimlerinin elde ettiği bilgilerin değerlendirilmesi sonucunda Cizre Merkezinde teröristlerin barındıkları malum eve, hava aydınlanır aydınlanmaz baskın yapılmaya karar verilmişti. Hakkını teslim etmek gerekir ki operasyon hazırlığı ve uygulanması büyük bir gizlilik içinde gerçekleşmişti. Bu merhaleye kadar her şey mükemmel yürütülmüştü.
İlçe müdürlüğü ile neden işbirliği yapılmamıştı? Güvensizlik mi yaşanıyordu acaba? Belki de başarı ile sonuçlandıracaklarına emin oldukları bir operasyonun getirisini ilçe ile paylaşmak istememişlerdi. Ama sonuçta, dışardan gelmiş, operasyon alanını yeterince tanımayan bir timin gerçekleştirdiği dikkatsiz ve özensiz bir operasyonla karşı karşıya kalmıştık. Operasyona komuta eden aynı emniyet amirinin daha önce bizi zor durumda bırakan başka vukuatlarını hatırlayınca olay daha da netleşiyordu.
Neyse, olan olmuştu artık. Operasyonda Terör Örgütünün ilçe yönetim kadrosundan üç terörist silahlarıyla birlikte ölü ele geçirilmiş ama biz de bir şehit vermiştik. Doğru dürüst planlanmadığı, ayrıntılarının tartışılmadığı, dolayısıyla da gerekli olan tedbirler alınmadan adı geçen yere baskın düzenlenmişti. Operasyon düzenlenecek evi göstermeleri için yanlarında götürdükleri birkaç kişiden biri olan genç bir polis memurumuz, operasyon timine kılavuzluk ederken daha hedef alınmış evin dış avlu kapısını açar açmaz alnından yediği ilk kurşunla olay yerinde şehit olmuştu.
Ertesi gün şehit olan memurumuzun cenazesini törenle memleketine göndermemiz gerekiyordu. İşte görevlerin en meşakkatlisi, en acı ve ızdırap veren kısmı bu olmalıydı bizim için. Üstelik bir de acılı anne, baba, eş ve çocuklar bu acılı törenlerde yer alıyorlarsa bu işin ne denli zor olduğunu anlatmaya gerek yoktur.
Nihayet o zor görevi ifa etmek üzere emniyet mensubu arkadaşları, askeri ve sivil ilçe protokolünden oluşan kalabalık bir grupla son görevimizi yapmak üzere toplanmıştık. Şırnak’tan bir askeri helikopter cenazeyi almak üzere havalanmış geliyordu. Her zaman olduğu gibi yine protokol konuşmaları ve dualardan oluşan alışılagelmiş bir prosedür uygulamıştık.
Ama bir daha asla yaşamak istemediğim bir acıya şahit olmuştum o gün orada. Şehit polisin ikinci çocuğuna hamile olan eşi, yanında beş yaşlarındaki kızıyla birlikte aynı törende bizimle beraber yer almış olmasına rağmen şehit olan memurun kendi eşi olduğundan habersizdi. Şehit polis, başka isimle anons edilmişti. Genç ve bekâr bir memur olduğu söylenmişti kendisine. Eşinin ise anlık gelişen, ancak uzun süreli, bir o kadar da gizli ve önemli bir görev için Kuzey Irak’a gittiği söylenmişti.
Bu senaryoya orada muttali olmuştum. Böyle bir yol ve yöntem pek doğru gelmemişti bana; sanki gerçeği bilmeleri daha doğru gibiydi, ancak o esnada müdahil olamamıştım. Şehidimiz, sevgili eşine, küçücük kızına elveda demeden göçüp gitmişti hakkın huzuruna. Helalleşmeye fırsat bulamamıştı onlarla. Görev arkadaşları, eşiyle beş yaşındaki küçük kızına ve henüz dünyaya gelmemiş talihsiz yavrusuna Şehidin selamını iletmeyi mutlak bir görev kabul etmişlerdi. Sonra sıra uydurdukları talimata gelmişti. Eşinin “Görev sürem uzun sürebilir, yaklaşan doğumunu yapmak üzere memleketine gidersen daha uygun olacak” dediğini söylüyorlardı. Bir yanında toplamış valizi, diğer tarafında ise elinden sıkıca tutmuş olduğu çocuğu olan kadıncağız, duruma bir anlam vermede zorlanıyor, doğumuna daha uzun bir süre bulunduğunu, eşinin neden acele ettiğini anlamadığını söyleyip duruyordu.
“Yenge Hanım, bak eşin uzun sürebilecek bir göreve gitti, ne zaman döneceği belli değil. Burası terör bölgesi, gitmek gelmek kolay değil; helikopter gelmişken sen de çocuğunla beraber memleketine git. Eşin görevden dönünce sizi almaya gelir” derken boğazımıza kelimeler düğümleniyordu adeta. Bu acı görevi, helikopter iner inmez başta ben olmak üzere büyük bir zorlukla ifa etmiştik. Helikopter çevresinde büyük bir toz bulutu oluşturarak havalanırken şehidimize, yanında her şeyden bihaber olan sevgili eşi, biricik küçük kızı ve daha doğmamış yavrusu da eşlik ediyordu.
Arkalarından birkaç damla gözyaşı döktükten sonra el sallayarak “güle güle” diyebilmiştik sadece. Küçük bir duadan başka hiçbir şey verememiştik onlara. Kadıncağızın, bir mesai arkadaşına ait olduğunu sandığı, üstelik yol boyunca ona eşlik ettiği cenazenin hayat arkadaşına ait olduğunu öğrendiğinde neler yapmıştı acaba; yıkılmamış mıydı? Ya o talihsiz yavrucak! Yanlarında sessizce yatan zatın babası olduğunu öğrendiğinde yaşadığı travmayı her düşündüğümde yeniden yıkılırım. Acaba kederli anne ve baba evlatlarının cenazeleriyle karşılaştıklarında neler yaşandı; bilmek istemem; hayaline bile yüreğim dayanmaz. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen, yüreğimde o dinmez acıyı hala yaşamaya devam ediyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.