- 880 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İzmir Günleri
İlk Gün
Kadim dostum Bünyamin Merhametsiz ile beraberiz. 5 günlük bir kafa dinleme tatili yapacağız. Bunun için de İzmir’i tercih ettik. Konak Hasan Sağlam Öğretmenevi’nden yer ayırttık. Orada kalacağız. Burayı seçmemizin nedeni merkezi bir konuma sahip olması idi. Buradan istediğiniz her yöne rahatlıkla gidebiliyorsunuz.
Adnan Menderes Havaalanı’ndan dışarı çıktığımızda müthiş bir soğuk karşıladı bizi. Kar soğuğu vardı havada. Adeta donuyorduk.
Konak’a gitmek için araç baktık. Ne bir dolmuş, ne bir otobüs vardı görünürde. Taksiler gelip geçiyordu; ama biz taksiye binmek istemiyorduk.
Tam çıkışta eski bir öğrencimiz ile karşılaştık. O burada yaşıyormuş. Bize, “Metro ile gidelim. Daha kısa zamanda varırız.” dedi. Biz de onu takip ettik.
İzmir Metrosu, sonradan yapıldı. En son gittiğimde metro hala inşaat halindeydi. Demek ki uzun zamandır gitmemişim İzmir’e…
Doğrusu, trafik, metro sayesinde hem rahatlamış, hem de bir düzene girmiş. Şehre büyük bir kolaylık sağlamış.
İzban kartımızı aldık. Bu karta kredi yükledik. Öğrendiğimize göre bu kart, İzmir toplu ulaşımında her yerde geçerliymiş. Trende, Belediye otobüslerinde ve deniz ulaşımında gemilerde kullanabiliyorsunuz. Tek yapmanız kredi bittikçe yükleme noktalarından yükletmeniz. Biz de hep öyle yaptık…
Hilal İstasyonu aktarma yeriymiş. Orada inip diğer hatlara geçiyorsunuz. Biz de Konak Hattına geçtik. Konak’ta da bir otobüse binerek Hasan Sağlam Öğretmenevi’ne gittik.
Hasan Sağlam Öğretmenevi Eşrefpaşa’da İkiçeşmelik Caddesi’nde bulunuyor. Ulaşım çok kolay ve rahat. Belediye Otobüsleri buradan geçiyor. Durak, hemen önünde.
Öğretmenevi’ne geldik. Çok sayıda merdivenlerden inerek Resepsiyona vardık. Resepsiyonda çok kibar, çok nazik, güleryüzlü ve yardım etmeyi çok seven bir bayan ile karşılaştık.
Bize “Hoş geldiniz” diyerek kayıtlarımızı yapıp oda anahtarımızı verdi. Öğretmenevi hakkında kısa bilgiler verdi. Kahvaltı sabah 10’a kadardı ve ücretsizdi. Öğle ve akşam yemekleri çıkıyordu. Üyelere 10 TL idi. Aşağıda kafeterya bulunuyordu. Burada oturup hoşçavakit geçirebilirdik. Bayan bize “Burayı çok seveceğimizi, bir yardıma ihtiyacımız olursa yardımcı olacağını” söylüyordu. Gerçekten de orada çalışanlar güleryüzleriyle burayı sevmemizi sağlıyorlardı…
Odamıza geçtik. 4 kattaydık. Odamızın manzarası müthişti. İzmir Körfezi ayaklarımızın altındaydı. İnanılmaz bir şekilde Karşıyaka ve Konak bize gülümsüyordu. Körfezde gemiler gidip gelirken karada da araçlar birbirlerini aralıksız takip ediyordu.
Odaya yerleştikten sonra hemen aşağıya indik. Aşağıya doğru yürümeye başladık. Bir evin önünde bayrak gördük. Ne olduğunu anlamak için yaklaştık. Evin önünde bir levhada İsmet İnönü’nün bu evde doğduğu yazıyordu. Resimler çekip oradan ayrıldık.
Beş dakika sonra İzmir Saat Kulesi’inin yanındaydık. Görkemli bir yapıydı bu. Albenisi oldukça farklıydı. Bu yapı 1901 yılında Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit’in tahta çıkmasının 25. Yıldönümü anısına yapılmış. Mimarı Raymond Pere imiş. Dönemin İzmir Valisi Kamil Paşa, bir kampanya başlatmış ve kulenin masraflarının bir kısmını İzmir Halkının yaptığı bağışlarla karşılamış. O gün bu gündür bu saat kulesi adeta İzmir’in bir simgesi haline gelmiş.
Meydanda yine bir tarihi camii var. Hemen yanında eski İzmir ili Hükümet Konağı bulunuyor. Deniz tarafında ise günümüz İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı binası yer alıyor. Bunun önünde de İzmir’in Yunalılar tarafından işgal edildiği yıllarda düşmana ilk kurşunu sıkan Gazeteci Hasan Tahsin’in bir de heykeli bulunuyor. Heykelde ilk kurşunun sıkıldığı o an temsil ediliyor.
Burası 20 yıl kadar önce trafiğe açık bir bölgeydi. Hatta sahilden Kemeraltı’na giden bir üst geçit bulunuyordu. Şimdi ise trafiğe kapatılmış. Üstgeçit de kaldırılarak ziyaretçiler için yayalaştırılmış.
İçeri doğru yürüdüğünüzde tarihi Kemeraltı Çarşısı’na varıyorsunuz. Burası adeta mahşeri yer. Çok kalabalık. İnsanlar sel gibi aşağı yukarı akıyor. Tabii herkesin elinde paketler veya poşetler görmeniz mümkün. Çünkü burada herkese ve herkesime uygun ürünler bulmanız mümkün. Deyim yerindeyse burada yok, yok…
Biz de çarşıya girdik ve alabildiğince gezdik. Her sokağı ayrı bir pazardı. Labirent gibi sokaklar iç içeydi. Karışıktı. Bu nedenle kafanız da karışıyordu. Çıkışı bulmakta zorluk çekiyordunuz. Kimseye sormasanız mutlaka kaybolursunuz.
Biz de sora sora çıkışı bulduk. Gün çoktan batmıştı. İzmir’e soğuk hava çökmüştü. Biz de Çankaya tarafından dışarı çıkıp bir otobüse bindik. Biraz sonra Öğretmenevi’nin önündeydik. Burası artık bizim evimizdi. 4 gün boyunca da öyle oldu…
İkinci Gün
İzmir’de ikinci günümüz. Sabah 09.00 ‘da kalkıyoruz. El yüz yıkayıp giyindikten sonra kahvaltı için aşağı iniyoruz.
Resepsiyondaki bayan her zamanki güler yüzüyle bizleri selamlıyor. “Günaydın” diyerek salona geçiyoruz.
Sabah kahvaltıları self servis şeklinde yapılıyor. Her şey yandaki masanın üzerinde duruyor. Siz, tabaklarınızı alıp ne yemek istiyorsanız alıyorsunuz. Geniş bir menü var önünüzde. Peynir, zeytin, yumurta, börekler, reçeller çeşit çeşit… İsterseniz çorba da alabiliyorsunuz…
Güzel bir kahvaltıdan sonra kendimizi dışarı atıyoruz. Benim en zoruma giden şey de öğretmenevi çıkışında yüksekçe bulunan merdivenleri tırmanmak oluyor. Kendi kendime “Şuraya da yürüyen merdivenler koysalar ne güzel olurdu ya” diyorum. Bir de ayrılırken valizlerle çıkacağız buradan. Doğrusu onu düşünmek bile istemiyorum…
İlk gelen otobüse biniyoruz. Burada şoförler, en sağlam bilgilere sahipler. Çünkü onlar her yeri biliyor. Biz de hemen soruyoruz. “Karşıyaka’ya nasıl gidebiliriz?” O da cevaplıyor. “Binin. Alsancak’da inip metroya geçin. Oradan doğru Karşıyaka’ya varırsınız.” diyor…
Biz, söylenenleri aynen yapıyoruz. Önce Alsancak’a varyoruz. Tam metronun önünde iniyoruz. Banliyo trenini buluyoruz. Kartımızı okuyucuya okutup bekleme alanına geçiyoruz. Gerçekten de kolay oluyor.
Tren, her durakta yolcu indirip aldıktan sonra ilerliyor. Etrafımızı seyrederek gidiyoruz. Burada dikkatimi çeken şu oluyor: Önceden Karşıyaka’ya giderken müthiş bir lağım kokusu alıyordunuz denizden. Özellikle Bornova Karşıyaka arasında bu koku dayanılmaz oluyordu. Ama o koku, şimdi hiç yok. Körfez, temizlenmiş. Yalnız, binalar eski kalmış. Yirmi yıl önce nasılsa şimdi de aynı binalar. Çok büyük bir gelişme veya değişme olmamış. Ama en büyük değişiklik o, iğrenç kokunun giderilmesi olmuş…
Kısa bir yolculuktan sonra Karşıyaka’dayız. Metro’dan çıkınca kendimizi kalabalık bir caddede buluyoruz. Burası Karşıyaka Çarşısı. Çok kalabalık. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağı insan seli var…
Biz, sahil tarafına doğru yürümeye başlıyoruz. Sağlı sollu mağazalar, alış veriş merkezleri bulunuyor. Arada bir uygun bulduklarımıza giriyoruz. Beğendiğimiz bir şeyler olursa alıyoruz.
Karşıyaka, İzmir’in bir ilçesi. Körfez’in kuzeyinde yer alıyor. Burası 1865 yılında İzmir-Menemen demiryolunun hizmete girmesinden sonra yerleşime açılmış ve 1874 sonrasında İzmir merkez (Konak) ile vapur seferleri başlayınca gelişmiş bir yerleşim yeri. Özellikle geçmiş yıllarda Kordonboyu olarak bilinen sahil kenarı çok meşhur olmuş.
Yürüyerek caddenin sonuna geliyoruz. Karşıda hemen Karşıyaka İskelesi bulunuyor. İşte buradan Konak’a gemiler ile gidebiliyorsunuz. İzmir’in o müthiş ve muazzam güzelliğini hayran hayran izliyorsunuz. Hele de güneşin batışını görmek bir başka oluyor…
Cadde’nin hemen girişinde iki kadın heykel sizi karşılıyor. Bunlara “Çarşı Girişi Kadın Heykelleri” deniliyor. Bu heykellerin önünden hergün binlerce insan geçiyor. Bu çarşı buraya gelenlerin en çok ziyaret ettikleri yer olarak biliniyor.
Bronzdan yapılmış, arkalarında rüzgarlanan tül perde olan iki kadın heykel. Buraya özgün farklı görünüm kazandırmak için yapılmış. Çağdaş kadını simgeliyor.
Sahil boyu yürümeye başlıyoruz. Hava soğuk. Belki bu nedenle bizden başka kimse yok. Arada bir genç âşıklara rastlamıyor da değiliz. Onları gördükçe içimizde bir kıskançlık beliriyor. Ne de olsa artık yaşlıyız. Böyle genç âşıklar gibi olamıyoruz. Ama gönül işte… İstemiyor da değil…
Az ilerde farklı bir anıt geliyor önümüze. Bir yol uzayıp göğe doğru yükseliyor… Gittikçe daralıyor ve yok oluyor. Betondan yapılmış bir kemer arasından geçiyor.
Bu anıt, 1992 yılında heykeltıraş Bihrat Mavitan tarafından yapılan “İnsan Hakları Anıtı”. Çoğunluğu demokrasiyi simgeleyen üç elemandan oluşuyor. Bu nedenle tek bir kompozisyon değil. En büyük eleman, insan haklarına açılan kapı. Bu kapının içinden insan haklarına ulaşacak bir yol geçip sonsuza ulaşmakta ve toplumun bu yolda yapılacak ilerlemenin beklentisi sembolize ediliyor.
Daha ileride tanıdık bir dosta rastlıyoruz. Türkiye’nin Usta Şairlerinden biri olan Attila İlhan’a.
Attila İlhan’ın büstü de Karşıyaka’da Kordonboyu’ndaki bu parkta yer alıyor. Benim aklıma hemen şairin ünlü dizesi “ben sana mecburum, adını mıh gibi kalbimde saklarım” sözleri geliyor… Resimler çekip ayrılıyoruz.
Bunlar gibi Karşıya’da birçok yerde taş heykeller bulunuyor. Belediye, Kültür ve Turizm Kenti vizyonuyla hareket ederek ilçeyi bu heykellerle donatmış.
2010 yılında gerçekleştirilen “Karşıyaka 1. Taş Heykeller Sempozyumu’na katılan yerli ve yabancı sanatçıların sempozyum süresince meydana getirdikleri heykeller meydanlarda halkın beğenisine sunulmuş. O gün bu gündür bu heykeller Karşıyaka meydanlarını süslüyormuş…
O kadar çok yorulmuşuz ki, dönüşte sahilde bulunan bir çay evinde oturup yorgunluk çıkarıyoruz. Bir de tavla maçı yapıp akşam olduğundan öğretmenevine dönüş için yola çıkıyoruz.
Bu defa gemiyi tercih ediyoruz. Körfez’in o müthiş güzelliğini, büyülenerek teneffüs ede ede Karşıyaka ‘dan Konak’a gemi ile gidiyoruz…
Üçüncü gün
Bu gün, Hatay, Fahrettin Altay, Balçova taraflarını gezeceğiz. Eşrefpaşa’dan bir otobüse biniyoruz.
Üçyol tarafından Hatay’a doğru ilerliyoruz. Biraz sonra sağ tarafımızda Hatay Askeri Hastanesi geliyor. Buranın hatırası büyük bende. Yıllar önce öğretmenliğimin ilk günlerinde tanıştığım arkadaşım Sabahat Hemşire’yi ziyarete gelmiştim buraya. Oturmuş sohbet etmiş ve bir kahve içmiştik. Aradan 20 yıl geçmiş. O günler geldi gözlerimin önüne…
Fahrettin Altay’a geldiğimizde indik otobüsten. 19 Eylül Üniversitesi Hastanesi’ne giden başka bir otobüse bindik. Burada tıbbi malzeme satan dükkânlar var. Bir alet almak için bakacağız.
Aleti aldıktan sonra Teleferik’e gitmek için yola çıktık. Teleferik buraya yürüme mesafesinde. Ancak biraz yokuş. Kime sorduysak “200 metre var. Yürüyün” dedi. Ancak o 200 metre nedense hiç bitmedi bize. Nereden bakarsanız 2 km yol yürüdük. Bünyamin arkadaşım “Galiba milletin 100 metre anlayışı 1 kilometreye denk geliyor” dedi. Gülüştük…
En kötüsü de teleferiğe vardığımızda aldığımız kötü haberdi. Orada çalışan görevliler “Teleferik sadece pazartesi günleri çalışmıyor. Diğer bütün günler açık” dedi. Moralimiz bozuldu. Bizdeki de şans mıydı? O gün de pazartesiydi.
Buraya bir de üniversite açılmış. İzmir Ekonomi Üniversitesi. Bu nedenle de etrafa hep kafeteryalar, restoranlar, kahvehaneler yapılmış.Öğrenci işi. Bunlardan birine girip oturuyoruz. Türk kahvesi içiyoruz. Tabii tavlayı görmüşken bir maç yapmadan edemiyoruz.
Dinlendikten sonra kalkıp ana caddeye kadar yürüyoruz. Bir otobüse binip “Agora” Alışveriş merkezine geliyoruz. Burada inip geziyoruz. Mağazalar ve çocuklar için oyun alanları var burada. Biraz alış veriş yapıp tekrar yola koyuluyoruz.
Konak otobüsü geliyor. Biniyoruz. Ama bu defa sahil boyundan Güzelyalı tarafından gidiyoruz Konak’a. Doğrusu bu tarafın manzarası daha güzel desem hiç yalan olmaz.
İzmir Devlet Tiyatroları’nın önünde iniyoruz. Şansımızı deneyip Devlet Tiyatrolarına bakıyoruz. “Bir Garip Orhan Veli” oynuyor. Ama oyunun biletleri bütün ay boyu için bitmiş. Yani kapalı gişe oynuyorlar. Boynu bükük vaziyette ayrılıyoruz.
Tekrar Kemeraltı’na geliyoruz. Acıktığımızı hissediyoruz. Bir restauranta kendimizi atıp İskender yiyoruz. Dışarıda oturduğumuz için geleni gideni izlyoruz. Güzel bir manzarası var…
Sonra yine Kemeraltı’na dalıyoruz. Yine labirent gibi sokaklar arasında dolaşıyoruz. Öyle ki bu defa sormadığımız için yanlış caddeden çıkıyoruz.
Akşam çoktan olmuş. Karanlık çökmüştü. Çankaya tarafına geçip gelen ilk otobüse biniyoruz. Otobüsümüz İkiçeşmelik yönünden dönerek Esrefpaşa Caddesine giriyor. Birkaç durak sonra evimiz dediğimiz Hasan Sağlam Öğretmenevi’ne geliyoruz.
Hafiften yağmur başlıyor. “Tam zamanında gelmişiz” diyoruz. Eşyalarımızı odamıza bırakıyoruz. Biraz dinlendikten sonra aşağı kafeteryaya çay içmeye iniyoruz.
Artık bura çalışanlarıyla iyice dost oluyoruz. Bizi görünce hemen tanıyorlar. Her gün kahve içtiğimiz için isteğimizi biliyorlar. Tabii burada her şeyi fiş karşılığında alıyorsunuz. Çay, kahve, su, yemek… ne istiyorsanız kasadan fiş alıyorsunuz. Bu fişi görevli arkadaşa veriyorsunuz. O da sizlere isteğinizi hemen getiriyor…
Salonda başka öğretmenler de var. Okey oynayanlar, tavla oynayanlar, sohbet edenler veya ders hazırlayanlar var…
Biz kendi dünyamızdayız. Geceyi yine tavla maçıyla kapatıyoruz.
Yarın son günümüz. O nedenle odaya erken çıkıyoruz.
TV’de film izleyip uyumaya çalışıyoruz…
Son Gün
Son gün Kadifekale’ye çıkma düşüncemiz var. Ama yağmur buna muhalefet ediyor. O kadar çok yağmur yağıyor ki Kale’ye çıkma şansımız hiç olmuyor.
Kadifekale Tepekule’deki eski İzmir dışında, kentin yeniden kurulduğu alandır.
MÖ 4. Yüzyılda kurulan kentte bugüne kadar varlıklarını sürdüren Helen, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait kalıntılar bulunmaktadır. İzmir’in ve körfezin kuşbakışı seyir noktası olan Kadifekale’den İzmir’i seyretmek insanı büyülüyor. Buraya kadar gelip de burayı görmeden gitmek ne kadar üzücü. Burayı görmeyenler için “İzmir’e gittim” demek hiç doğru değil. Maalesef biz yağmur muhalefetiyle çıkamıyoruz buraya…
Son bir defa yine Kemeraltı’na iniyoruz. Almak isteyip de alamadıklarımıza bakacağız.
Özellikle Bünyamin, amcası için bir ibrik bakacak. 3 gündür kime sorduysak aldığımız cevap hep aynı oldu. “Bizde yok. Kemeraltı’na gidin. Orada bulursunuz.”
Kemeraltı’nda da durum pek değişmedi. Kime sorduysak “Bizde yok. İki sokak öncesine bakın”
O, iki sokak öncesi nedense hiç gelmedi. Bulamadık. Her gittiğimiz esnaf “İki sokak öncesine bakın” diyordu. İki sokak öncesine gidip soruyorduk. Orada da “Bir önceki sokağa bakın” veya “Bir sonraki sokakta bulursunuz” diyorlardı. Biz, bir türlü bulamadık bu sokağı…
En son, tam çıkarken, bir yerde isteğimize yakın bir şey bulduk. Çaresiz aldık onu. En azından elimiz boş gitmeyecektik.
Özellikle çocuklara çeşitli kıyafetler almıştık. Hanımlara da bazı hediyeler aldık. Kendimize pek bir şey alamamıştık…
Ama değmişti doğrusu… Güzel stres atmıştık…Gezmek, değişik yerler, farklı insanlar tanımak güzel oluyordu…
Artık gitme zamanı gelmişti. Öğretmenevine gidip çıkış yapacaktık. Valizlerimizi alıp aşağıya indik.
Bizi her zaman güleryüzüyle karşılayan bayan yine resepsiyondaydı. Gülerek “Ayrılıyorsunuz galiba. Umarım burasını beğenmişsinizdir. Sizleri ağırlayabildiysek ne mutlu bize” diyordu.
Kendisine çok teşekkür ettik. Gerçekten memnun ayrılıyorduk. Evimizi terk ediyor gibiydik.
Valizlerle düştük yola…
Ah o merdivenler olmasaydı keşke…
“Neden şuraya yürüyen merdiven yaptırmıyorlar ki? “ diye söylenerek havaalanının yolunu tutmuştuk…
Elveda İzmir…
YORUMLAR
'' Güzel bir kahvaltıdan sonra kendimizi dışarı atıyoruz. Benim en zoruma giden şey de öğretmenevi çıkışında yüksekçe bulunan merdivenleri tırmanmak oluyor. Kendi kendime “Şuraya da yürüyen merdivenler koysalar ne güzel olurdu ya” diyorum. Bir de ayrılırken valizlerle çıkacağız buradan. Doğrusu onu düşünmek bile istemiyorum…''
Sanırım o merdivene kafayı taktınız. Her zaman rahatını düşünen yurdum insanı. :) Gezmeye gelmişseniz, elbette yürüyeceksiniz.
Güzel anlatımdı, benim de aklıma o yürümeyen merdiven takildı ama.