BİR RÜYA MIYDI ÇOCUKLUĞUM? 1. BÖLÜM - 20
GÖKSUNA DOĞRU HERŞEYİ SATTIK
Hayatımızda yeni bir safha başlamak üzereydi. Çarşıdaki dükkânımız, Bahçesiyle birlikte evimiz, keçilerimiz, eşeğimiz ve üç adet arı kovanımız satılmıştı. Yolculuk sırasında yemek için Onbeş civarındaki tavuklarımız da kesilip büyükçe bir kazanda pişirilip hazır hale getirilmişti. Babam şafak sökerken hepimizi uyandırdı. Akşamdan beri harman yerindeki ağaçlara bağlı duran(3) katır ve (4) beygirden oluşan kafilenin sahipleri de erkenden gelmiş ve taşınmasına karar verilen yatak-yorgan, kap-kacak ne varsa hayvanlara yüklenmiş ve güneş doğmadan yolculuk başlamıştı. Mezarlığın yanından geçerken babam kafileden ayrılıp son kez annemin mezarını ziyaret etti. Batı burnundan geçerken iki gün önce Hotti’nin yaktığı tarlanın içerisindeki yazlık yerinde halâ dumanı tüten bir kül yığınından başka bir şey kalmadığı görülüyordu. Emine Ablam, Ben ve Yaşar yoruluncaya kadar yola yaya olarak başlamıştık.
Andırın’ın kuzey yönüne doğru gidiyorduk. Kurucaovayı geçtiğimizde biz küçükler de atlara binmiştik. Gerçi Azgıt yaylasına kadar daha önce geldiğim için ne var ne yok görmüştüm ama ondan sonrasını çok merek ediyordum. Alnıoluk rampasını çıktıktan sonra manzara bir başka güzelleşmişti. Karışık iğne yapraklılardan oluşan orman sisler arasında türlü renk ve manzaralarla hayallerimi süslüyor, dar ve kıvrım kıvrım yolda ilerlerken sincaplar ve tilkiler yanı başımızda cirit atıyorlar, sanki bize eşlik ediyorlardı. Güneş öğleyi işaret ettiğinde bir çeşme başında mola verildi. Herkese ekmek arası tavuk parçası dağıtıldı ve ekmeğini alan bir ağaç altına oturup karnını doyurdu. Üzerine tabakalar çıkarılıp tütünler sarıldı. Benim bindiğim atın sahibi sohbet etmeyi seven biriydi, yol boyunca konudan konuya atlıyor, konuştukları anlamlı şeyler olmadığından, dinliyor gibi davranıyordum ancak ben etrafın güzelliklerini içime sindirmeye odaklanmıştım. Geben nahiyesine yaklaşırken tepelerdeki ormanlık alanlar da seyrekleşmeye başlamıştı. Kargaçayır mıntıkasına geldiğimizde Andırında olmayan geniş bir düzlük alan dikkatimi çekmişti. Babam bize doğru yüksek sesle “Çocuklar işte şu gördüğünüz çayırlar benim çocukluğumun bir kısmının geçtiği yerlerdi. Babamın (Derviş Dedemin) sahibi olduğu kırk civarında atlarını ben güderdim. Her sene yüz yirmi araba ot kaldırırdık. Dedenizin burada çok geniş arazisi vardı” dediğinde şaşırmıştım ve bunları ilk kez duyuyordum. Buradaki otlar, alan sulak olduğundan pek kuruma fırsatı bulamıyordu anlaşılan ve karga sürülerinin yaz kış beslenebilmelerine elverişli bir mıntıka olmasından dolayı buraya Kargaçayır denilmekteymiş. Babamın burada geçen hikâyesini dinlemeliyim diye düşündüm ama aradan yıllar geçtikten sonra nasip oldu. Babamın hikâyesi ise başlı başına bir dramdı ve bunun ucu bize de yansımıştı.
Geben’e vardığımızda konuşmalara göre yolu yarılamıştık. Vakit ikindiyi geçtiğinden bu gece burada konaklayacağımız anlaşılmıştı. Babamın, burada mukim bir arkadaşının evine geldiğimizde hayvanların yükleri indirildi ve evin geniş ahırına alındılar. İki katlı evin geniş bir balkonuna oturduğumuzda solgun güz güneşi karşımızdaki tepeye doğru sarkmıştı. Babamlar için bir oda açılmış, biz çocuklar ise balkondaki sedirlere serilmiş minderler üzerine kıvrılıp yatacaktık. Şimdiden uyku bastırıyordu, ben ise uyumamak için direnirken dalıp gidivermişim.
Ev sahibi sabahleyin herkese çorba ikram etti ve kafile yeniden yola koyuldu. Biraz sonra Meryemçil Boğazı rampasına ulaştığımızda, atlara kısa bir dinlenme molası verildi. Bu dik yokuşlu ve taşlık patikayı atları sakatlamadan geçebilmek için azami dikkat gerekiyordu. Yolculuğun bu en zor kısmını kazasız atlatmış, nihayet düzlüğe ulaşmıştık. Burada Çukurova’dan gelen sürü sahiplerinin çok sayıda kıl çadırları bulunmaktaydı. Kafileye buz gibi yayık ayranı ikram ettiler. Karacaoğlan’ın da vaktiyle bu yaylakta dolaşıp saz çaldığı söyleniyordu. Bu bölgede yüksek çam ve bodur ardıç ağaçlarından başka bir tür kalmamıştı ve artık tepeler kelleşmişti. Yolumuzun üzerinde bulunan Yağlı Pınar’a ulaştığımızda vakit de öğlene yaklaşmıştı. Yemek molasını bu gözenin başında verme kararı alındı. Herkes atlardan indi ve dere kenarındaki çayıra serildi. Yiyeceğimiz, ekmek soğan ve kalan tavuklardı ve bundan âlâsı da canımızın sağlığıydı. Adı Yağlı Pınar olan bu gözenin suyu yağlı mıydı? Merakla suyundan yudumladığımızda gerçekten yağlıymış gibi bir duygu uyandırıyordu. Konuşmalardan Geben-Göksun yolunu yarıladığımız anlaşılıyordu. Bundan sonrasında hem yol düzelmiş hem de birkaç tepe dışında yokuş kalmamıştı. Dağların arasından tekrar inişe başladığımızda, seyrek de olsa iğne yapraklı ağaçlarla bezenmiş yüksek dağlarla çevrili olan Göksun Ovası birdenbire önümüze çıkınca şaşırmıştım, zira böyle büyük bir düzlüğü ilk defa görüyordum. Ovaya indiğimizde ilk dikkatimi çeken bitki örtüsünün değişmesiydi. Tarlaların kenarlarında bulunan bol miktarda Selvi kavağı sanki içtima edip bizi selamlıyor gibiydi. Yol kenarındaki ağaçların bir kısım yaprakları sararmış ve dökülmeye başlamıştı. Andırına kıyasla buralara sonbaharın izleri erken gelmiş gibiydi. Kışa doğru daha ılıman yörelere göç hazırlığı içerisindeki sığırcık sürülerinin sağa-sola savrularak uçuşları ve bağırışları dikkati çekiyordu. Nihayet, düz toprak damlı ve kerpiçten yapılmış evleri fazla yüksek olmayan bir ile kısmen etrafındaki düzlüğe yerleşmiş olan Göksun karşımızdaydı. Akşam karartısı çökmeden Göksun’un kenar mahallesindeki bir bahçe içerisinde, ismi Bahattin olan ve Babamla tanış olan bir amcanın iki katlı evine vardığımızda, Andırın maceramın bitişine nokta koymuştum ama hayat devam ediyordu.