“düşmek” üzerine...
I
Şehir Düşerken...
Ön dişlerinin arasındaki boşluğu dilinin ucuyla yokladı. O’na sorulacak olsa “susam denen bitki tam olarak bu boşluk için yaratılmış” derdi. Ne zaman biraz simit veya Arapların pide dediği ekmekten bir parça ağzına atsa şu sinsi susam tanelerinden biri bir yolunu bulup ön dişlerinin arasındaki boşluğa yerleşiyordu. Göbek yağlarıyla yaşadığı husumet ise bundan biraz daha derin ve şiddetliydi. Yirmili yaşlarının ortasında bir gece sıklıkla gittiği londra’nın çılgın partilerden birinden eve dönerken fark etmişti göbekli bir genç kadına dönüşmekte olduğunu. Serçe parmağının uzunca bir zamandır uzattığı tırnağıyla susamı içine düştüğü dişler arası boşluktan kurtardı. “Zavallı susam... başına geleceklerden habersiz yeni kazandığı bu özgürlüğün tadını çıkarıyor olmalı” diye düşündü. Ardından kabuğunu zevkle çıtırdatarak minik susam tanesini diğerlerinin yanına gönderdi.
Amerikan uçakları şehrin kuzeyini bombalıyorlardı. Tam bir haftadır aralıksız olarak saatler gece yarısını gösterdiği anda şenlik başlıyordu. Önce ne olduğu pek anlaşılamayan, belli belirsiz bir uğultu uçakların şehre yaklaşmakta olduğunu haber veriyordu. Ses giderek yaklaşıyor, keskinleşiyor, şehrin kuzeyine doğru uzaklaşıyor ve büyük bir gürültüyle zirve yapıyordu. Yaklaşık yarım saat boyunca bu böyle devam ediyordu. Amerikan uçakları önceden belirlenmiş düşman hedeflerini başarıyla imha ediyordu. Şöyle yüksek bir binanın çatısında olmak, uçakların hedefe nasıl yaklaştıklarını, bombalarını nasıl bıraktıklarını ve ardından patlamaların gecenin karanlığı yaran kızıl bir bıçak gibi dört bir yanı nasıl aydınlattığını görmek için neler vermezdi. Ne yazık ki, son uçak bombasını bırakıp hedefini imha edene kadar sığınaklardan çıkmalarına izin verilmiyordu. Boş sokaklarda yankılanmaya başlayan ambulans ve siren sesleri, korku, panik ve öfkeyle sağa sola koşuşturan Arapların telaşlı konuşmaları ve bağrışmaları bombardımanın bittiğinin habercisiydi. Arapların birbirlerini nasıl anlayabildiklerine bir türlü akıl erdiremiyordu. Konuştukları dil o’na boğulmak üzere olan birinin çıkardığı garip hırıtlıları hatırlatıyordu. Bir insan bu hırıltılar arasından kelimeleri ve cümleleri nasıl çekip çıkarabiliyor, onları nasıl anlamlandırıyor bir türlü kestiremiyordu.
Cep aynasından dişlerini ve dişlerinin arasındaki boşluğu kontrol etti. Parmağını diliyle ıslatarak çantasındaki küçük karbonat torbasına daldırdı ve dişlerini ovalamaya başladı. Tıpkı çok fazla içilip sarhoş olunan ve diş fırçalama fırsatı bulunamayan bir gecenin sonunda olduğu gibi yine işe yarıyordu bu numara. Karbonat, Tanrı’nın unuttuğu bu yerde tıpkı londra’nın gözde gece klüplerinin teraslarında veya eve dönüş yolunda uyukladığı siyah taksilerin konforlu ve geniş arka koltuklarında olduğu gibi fazivesini yerine getiriyor, dişlere ani bir beyazlık kazandırıyordu. Bu ani beyazlığa, her ne kadar kimseyle öpüşme ihtimali olmasa da bir haftadır her gece fazlasıyla ihtiyaç duyuyordu.
Peter’in işaretiyle sığınağın kapısında bekleyen arabaya doğru harekete geçtiler. Şoför yine kolunu camdan çıkarmış sigarasını tüttürüyordu. Lanet olası herif sakallıydı, kirliydi ve kokuyordu... eski model arabası da en az kendisi kadar itici ve çirkindi. Bir haftadır sığınaktan bombardımanın olduğu mahallelere kadar şoförün hayat hikayesini dinlemek zorunda kalıyorlardı. Anlattığına göre evliydi ve biri yedi diğeri üç yaşında iki kızı vardı. Bombardıman başladıktan sonra ailesini köye, kayınpederinin evine göndermişti. Arap kadınlarında da pek haz etmiyordu ama Tanrı aşkına kendisine saygısı tamamen yitirmemiş bir kadın bu adamla nasıl evlenip aynı yatağa girebilir üstüne üstlük yetmezmiş gibi iki de çocuk yapabilirdi.
Bozuk ingilizcesiye “Köpekler de gitti sonunda” diyerek motoru çalıştırdı şoför. Yüzlerini ekşiterek anlamaz gözlerle birbirlerine bakındılar. Daha yüksek bir ses tonuyla bu sefer “kedilerle kuşlar ilk gün ortadan kayboldular. Bugün artık köpekler de yok... bir hafta dayanabildi adi hayvanlar, artık insandan başka hiçbir canlı yok şehirde” dedi. Kısa bir sessizlik oldu. Peter utana sıkıla “Bomba seslerinden korktukları için saklanmışlardır, işler normale dönünce çıkarlar yine sokaklara” diye cevapladı.
II
İntihar ve henüz örülmemiş duvarlar...
Sonbahar inşaatlarından yükselen gürültü... testereler bir zamanlar heybetli ağaçların dalları olmakla şereflenmiş sarıya çalan, çıplak ve öylece oldukları yerde zararsızca duran keresteleri doğramakla meşguller. Kış soğukları başlamadan girişilen bu hummalı uğraş kentin sokaklarında güneşin ilk ışıklarıyla birlikte başlıyor. Eski insanlara yeni evler gerek, öyle değil mi? İki mevsim arasına incecik bir kopya kağıdı misali yerleşmiş bu geçişken sıkıntıyı nasıl anlatmalı? Bir ayağı yazın sıcak ve bunaltıcı bozkırlarına adeta bir çivi gibi çakılmış halde dururken insanın, ötekiyle kış kaldırımlarını örtecek kül rengi kar tabakasını ürkek ve çekingen bir şekilde adımlayacak. Nasıl da soylu bir duruş, nasıl da hükmediyor zamana yatay, dikey ve derinlemesine varlığımız. Üç boyutlu varlığımız. Sonbahar bacaklarımızın arasında... kendi başımıza uçmayı hiç bir zaman tecrübe edemeyecek olsak da, bu en korunmasız yerinde bedenimizin, bir nesnenin, hatta bir kavramın yer bulmasının tedirginliğini çok yükseklerden düşme hissiyle ölçmeyi deneyeceğiz. Bacaklarımızın arasında, kasıklarımızda, gövdemizde ve nihayetinde dişlerimizde ve kafatasımızda duyacağız yuvasından ilk defa havalanan bir kuşun yeni tüy tutmuş bedenindeki kamaşmanın aynısını. Uçmak bizi evrenin en temel yasasından yani ki durmaksızın dünyanın merkezine doğru çekilmekte olduğumuz gerçeğinden uzaklaştıracak ve kendi varlığımıza yabancılaşacağız.
Gözü uzaklarda pazartesi sabahını yeni yeni idrak etmeye başlayan toplu taşıma araçlarına takıldı. Bunca insan nasıl ve ne zaman razı olmuştu her sabah bu metal yığınlarının içine girmeye ve birbirlerinin yanından hızla ve çok tehlikeli bir biçimde geçmeye. Yerlere serdikleri taştan halıların üzerinde bir o yana bir bu yana koşturup durmaya. Kimse şöyle bir soluklanmaya hevesli değil. Bir de tembel olduğunu söylerler insan soyunun... Kara kara karıncaların çalışkanlığından dem vururlar. Tanrı aşkına sabahları hiç mi sokağa çıkmıyor bunlar?
Sokağın köşesinde duran bina iskeletinin altıncı katından uzakları izlemekteydi. Şekli şemali ortaya çıkmaya henüz yüz tutmuştu. İşçiler önce bir güzel duvarlarını örecekler, ardından içini döşeyeceklerdi. Ne yapacaksa duvarlar örülmeden yapmalıydı. Yoksa insanlığın bu pek zalim icraatı duvar o’nun bedenini bir binanın altıncı katından aşağı bırakma planının içine limon sıkabilirdi. Halbuki balkon demirleri ne kadar da açık sözlüydü. Her hallerinden belliydi yanlışlıkla aşağı düşmeyi engellemek için orada oldukları. Fakat duvarlar kendilerine başkaca süsler vermişlerdi. İnsanları hayatta tutma örgütünün kılık değiştirmiş birer ajanıydılar. Duvarlara üstün körü bakan bir göz onları ilkin içeriyi dışarıdan ayıran, sıcağı ve soğuğu dışarıda tutan çok kullanışlı birer icat olarak görebilirdi. Lakin kişi altıncı kattan aşağı düşmeyi kafasına koydu mu bir kere işte bu pek bir masum görünen duvarlar amansız birer hasıma dönüşürdü ansızın. İnsanın kendisini dilediği yerden aşağı bırakmasının önüne geçerlerdi. Gururla göğüslerini kabartıp yukarıdan bakarlar ve pek kimsenin anlamadığı o meşhum duvar dilinde “ancak benim müsaade ettim yerden bırakabilirsin kendini aşağıya” derlerdi. Böylesi bir meydan okuyuş karşısında haleti ruhiyesi zaten çalkantılı olan intihara meyilli muhatap iyice sinerek kabuğuna çekilirdi. Siz bunu günlük hayatın karmaşası içerisinde pek anlayamazsınız. Üzerine parlak bir çivi marifetiyle asılı olan tabloyu görür, dikkat kesilir ve fakat duvarın tekdüze görüntüsü altında ne türlü kavramsal devinimler barındırdığını kavrayamazsınız. Çünkü duvar hayatımızın vazgeçilmez ve bu bağlamda sorgulanması lüzumsuz öğelerinden birine dönüşmüştür bir kere.
“Bedenini altıncı kattan aşağı bırakmanın matematiği!” diye mırıldandı. Pekala bir kitap ismi olabilirdi. Güzel bir kapak dizaynı yapılması halinde atarlı ergenler onu ellerinde taşıyabilir, kütüphanelerinin şöyle en göz önünde olan köşesine koyabilir, parklarda, otobüslerde, trenlerde sayfalarını karıştırabilir ve hatta, çok düşük bir ihtimal, okuyabilirlerdi de.
Altıncı katın tabanından demirler yükseliyordu. Ustabaşı demir, çelik ve betondan tohumları ekmişti bir kere. Artık insanlığa düşen altıncı katın filizlenmesini beklemekten başka bir şey değildi. Bu doğa olayının önüne hiçbir kuvvet geçemezdi.
III
dağlıdan alınacak öğüt...
bir dağlının bu konuda söyleyecek neyi olabilirdi. Hem dağlılar böyle derinlemesine mevzular hakkında fikir yürütmede pek de başarılı sayılmazlar, öyle değil mi? İki sayıyı çarpıp toplayamazlar, hangi trene bineceklerini sorsanız ellerindeki bileti kontrol etmeden cevap veremezler.
- Bayım! cüzdanınızı düşürdünüz. Yerçekimi konusunda daha dikkatli olmalısınız. Belirtmeliyim ki en küçük zerrenize kadar herşeyi kendisine doğru çekiyor şu anda.
- Ah! çok teşekkür ederim, fakat müsaadenizle yetişmem gereken bir toplantı var. Ayrıca yerçekimi hakkında söylediklerinizden pek bir şey anlayamadım. Kıyafetlerinize bakılırsa sizin de söyledikleriniz hakkında pek fikir sahibi olduğunuz düşünülemez.
- Yakanızdaki karanfil mesela, o’nu sizden koparıp dünyanın merkezine doğru çekmek isteyen devamlı bir peri dolaşıyor aramızda.
- Hayır, hayır... kafamı karıştırıyorsunuz. Periler, ruhlar, hayaletler...
- O halde siz limonluktaki yangından da bihabersiniz, öyle mi?
- Limonluktaki yangın mı? O’nu duymuş gibiyim, hani şu hayal kırıklığının söndürdüğü yangın.
- Haklısınız bayım, hayal kırıklığının, düş kırıklığının söndüremeyeceği yangın yoktur. En kabadayı coşumları, şenlikleri ve bayramları gözünün yaşına bakmadan yerle bir eder hayal kırıklığı. Ve bir gün, o sonsuz annelerinizden biri, bir bayramyeri hayaletinde sizi de alevleri bulutlara dokunan bir ateşin taş ocağına işaret diye koyar.
- Nasıl da seversiniz efsaneleri, görünmeyen gizemli şeyleri. Siz dağlılar için Tanrı’ya yakın gezen insanlardan derlerdi de inanmazdım. Dağın yalnızlığı aklınızı bulandırmış anlaşılan. Biraz şehirde kalın, düşüncelerinizi toplayın derim ben.
- Bayım! Tanrınız yalnızca gökyüzündeyse bir gün mutlaka yere düşecektir. Ayrıca yüzünüzdeki şu sahte gülümsemeden ve içi boş nezaketinizden bir an önce kurtulun. Bırakın duygularınızı, sevinç ve korkularınızı, umutlarınızı ve düş kırıklıklarınızı gün güneş yüzü görsünler, insan arasına karışsınlar. Hep gülümsüyorsunuz ya, gülmek anlamını yitirip sıradanlaşıyor yüzünüzde. Anlamsız bir kas seğirmesinden ibaret mutluluğunuz. Bırakın mutluluk felcine uğramış et yığınları gibi savrulmayı oradan oraya... hüznünüzün kıymetini bilin... sevin onu...
YORUMLAR
Düşmek her zaman enkötü değildir, yükselmekte aynı riski taşır belki de fazlasını , derdi rahmetli annem.
Olmak istediğin şekle bürünürken kim olduğunu iyi bilmeli insan, rol yapmadan uzak...Hakikati değilse insanın mutluluk, yapmacıklık bir gün olağan mutsuzluktan da büyük mutsuzluk getirmekte sanırım her insana.
Yaşam dediğimiz balon, düşmemiz gereken ise balonun üzerindeki sonsuzluğa açılan delik. Kara mı ak mı belirleyici ise sanırım beklentilerimiz...
Diye düşündürdü yazınız.
Keyifli idi okumak zekice yazılmışı...
Saygılarım dostlukla
Tayyar
selamlar,