- 619 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SEVGİSİZ SEVGİ
SEVGİSİZ SEVGİ
Sokakta, binalar üst üste yaslanmış kendileri için bir dayanışma oluştururken kediler içinse bina sakinlerinden arta kalanlarla dolaylı bir dayanışma vardı. Oldum olası bu birbiri dibine girmiş yapılardan hoşlaşmam. Ne öyle! Sanki hiç toprak kalmamışta üşüyüp koyun koyuna giren diğer canlılar gibi dip dibe “sıcak” ama kötü bir görüntü sergileyerek. Bu iç duygularla girdim sokağa. İki kedi -birbiriyle oynuyorlar mı oynaşıyorlar mı anlayamadan hızla geçtiler önümden. Bense sokaktan uzaklaşmak isteğiyle hızlandım. Onların ardı sıra bakarken arkamdan gelen çöp kamyonunu yanımda durduğunda ancak gördüm. Bu saatte çöp kamyonunun burada olması pek alışıldık bir durum değildi.
Sokağın karşısında bir kadın, bir erkek birbirlerine sokulmuş evler gibi yürümekte. Akşamın bu son saatlerinde güneş sokağa düşmüyordu ama ben bu birbirini saran evlerin sonuna geldiğimde, yüzüme düşen ışık yüzümü aydınlattı. Böylesi sokaklarda yürümek aslında bir yanıyla da sık bir ormanda güneşsiz ve tehlikelerle baş başa kalmak gibiydi.
Sokağı dönüp caddenin başındaki kafeye ulaştığımda içerde çeşitli aroma kokuları birbirine girmişti. Ama beni en çok etkileyen kafein kokusu oldu. Nerede ve hangi koşul altında olursa olayım tanırım bu kokuyu. Kafein kokusu dendi mi taaa beynimin kıvrımlarına kadar çekerim. Daha içmeden doyum noktasına ulaştım bile.
Bir senedir uzağım sevgilimden. Uzak kaldığım Sevgi’nin sevgisi mi yoksa kanlı canlı halinden arta kalanlar mı bilemiyorum. Bir sene boyunca onu ne çok özlediğimi, yokluğunun hayatımı nasıl alt üst ettiğini anlamasın diye içli ve uzun bir konuşma yapmak istemiyorum. Hep bir plan ve taktik üzerine kurulu bir hayatı kurgulamadığımdan olsa gerek ilişkimiz bu hale geldi. Ya değişen olacağım bu durumda ya da değiştiren. Hayat, böyle değil mi? İçinde bir umut saklar ve bizler o umutların gerçekleşmeyeceğini bile bile yaşamaya devam ederiz.
Yaşadıklarımdan öğrendim ki Sevgi bana çok şey katıyormuş. Onun için başa dönüyorum. Köşedeki masaya yaklaştığımda sanki içinde bulunduğum bu karmaşık duyguları anlamış gibi sandalyeden kalktı ve o hışımla köpeğin sahibine atlaması gibi atladı kucağıma. Allahtan Sevgi kuş kadardı. Birden birbirimizden ayrılırken söylediği sözler geldi. “Hani ne olursa olsun vazgeçmeyecektik birbirimizden”
O hareli gözlerine baktım. Alev alevdi. Bu gözleri birlikteliğimiz boyunca hiç bu kadar fer fecir görmemiştim. Bakışlarım, yanında daha sönük kaldı sanırım. Fark etti. Farkını, bakışlarını kaçırtarak gösterdi. Abarttığını düşünmüş olmalı. Oysa ben bu abartıyı ne çok sevdim.
Birinin sevgisini böyle okyanus dalgası gibi göstermesi ne hoştu. Sokaklarda caddelerde rastlardım böyle Türk filmi vari insanların, birbirine doğru koşarak gelmelerine. Ve en sevdiğim final sahnesi erkeğin kadını belinden kavrayışı ve havada küçük ikili bir salto attırarak döndürmesi. Gerçi Türk kızları balıketli olduğundan bu salto yerine ayakların beş on santim metre yerden kesilerek yukarı kaldırılışları desek daha doğru olur sanırım.
Hep ayakta kalacağım sandım. Davet etti. Masasında iki boş çay bardağı vardı. Sevgi’nin sevgi kokan gözlerine baktım. Onun gözlerine bir dalgıç edasıyla dalarken o hep ihtiyaç duyduğum kafeinli içeceği bana ve kendine ısmarladı. Ne çok severim böylesine heyecanlı, tutkulu buluşmaları, sevgilerini ulu orta sergileyenleri.
Gözlerindeki sevda ateşi hâlen yakıcı. Bana o sene koca bir ömür gibi geldi. İşitememek o güzel sesinden ‘odam kireç tutmuyor’ türküsünü, koklayamamak, dokunamamak tenine ve görememek hareli gözlerini, tadamamak o güzel baldudaklarını. Ne çok özlemişim sevgimin her şeyini.
Nedense içimden şu şarkı sözleri geçiyor.
“Sen bana geç geldin, ben sana erken
Tutuşsun gün, yansın geceler, vaktimiz varken
Bugün günlerden güzellik, sefa geldin, hoş geldin.”
Ancak dilimden ‘Bugün günlerden sevgi, sefa geldin hoş geldin.’ sözleri döküldü. O da ‘hoş bulduk yeniden sevgili!’ diyerek tekrardan boynuma sarıldı. Beni çok özlediğini fısıldıyorken dudakları, gözyaşları boynumu ıslatıyordu. Zaman durdu, sarmaşıklar gibi birbirimize dolandık. Gururum okşandı, eridim bu sarılmalara. Sevginin gözyaşları bedenimde şimdi sağanak yağmur.
Bense neden anın tadını çıkaramıyorum anlayamıyorum halen. Bu anlamsız, inkârcı inatta neyin nesi. Bir bilgenin dediği gibi, “En büyük yalanlar kendimize söylediğimiz yalanlardır.” Ben de içimdeki mutluluk ve huzuru inkâr ederek mi kendimi kandıramıyorum. Kendimi ele veren gözyaşlarım da olmasa büsbütün inanacağım kendi yalanıma.
Bu yaşadığımız ne peki. Aşk mı? Sevgi mi? Yoksa fizyolojik bir ihtiyaç mı? Niye itiraf edemiyorum kendime. Düpedüz aşk, sevda işte. Bunlar olmasa nasıl ister böyle bedenler birbirini?
“Uzaktık, uzaklaşmıştık. Güçlü kalmak için mi? Kendimize güç katmak için mi? Her ayrılışın yanıtı; bardağın dolu mu boş mu sorusuna verilecek cevapta saklıydı her şey. İşimize geldiği gibi. Fakat ayrılıklar iyidir, anlayışı öğretir insana. Sonra tersi bir söz. ‘Ayrılık ölümden beterdir.’ Sevdiğine sahip olmak bir eşya ya da bir cisme sahip olmaktan farklıdır tamamen. Bu, yaşamın anılarını, anılaştırma ve anlamlaştırma isteğidir diğer bir adla.
Belki de benden ona yansıyan o kötülüğe daha fazla dayanamaz. Söylenecek birçok şeyi içimde tutup; derin bir nefes alır ve çıkarım kapıdan. Kendi hislerimden kaçar gibi. Belki biraz da ağlarım o eşikte. Başka ne yapacağımı bilemeden. Buna rağmen biliyorum ki iyilikle söylenen her şey zamanla da olsa kalpteki yerini bulur. Kanatır insanı.
Birlikte olmadan, birbirimizin olmadan hayatın ne kadar anlamsız olduğunu oda biliyor. Ama buna rağmen ben egosunun gücünü birbirimiz üzerinde sınayarak gösterişli bir gösteriyle test ediyorduk.
Sevgi’nin saçlarını sevmek bir başka güzeldi. Hemen dizimin yanına oturttum. Etrafta kimse olmasa kucağıma oturtup öreceğim saçlarını. Derdim, saçlarına biçim katmak değil her bir teline dokunmak oysa. Dokunurken her bir buklesini parmak uçlarıma dolamak, dolarken sarmalamak, kıvır kıvır bükmek. Şimdi her bir teline aynı şekilde muamele etme arzusu yakıyor içimi. Bir taraftan da onu arzulamak, arzularken de öteleyip ötekileştirmek, kasıyor beni.
Bu durum canımı sıkıyor. İnsan kendisiyle niye bu kadar cebelleşir ki. ‘Seni seviyorum’ diyememek haksızlık değil mi Sevgi’ye? En sonunda ‘Seni seviyorum’ cümlesi güç bela çıktı ağzımdan. Oldu işte oh ya… Ne çok rahatladım. Koca bir sene “seni seviyorum” demek ne zor gelmişti bana. Aslında ne bomboş yaşamışım. Sevginin ekili olmadığı bir yer nasıl milyonlarca dönüm toprağın boz kırlaşmasıysa Sevgi’siz sevgide meğer öyleymiş. Sevgi’ye sevgili olduğumuzu, sevgimi söylemem ne çok mutlu etti onu.
“Ömrüm, ömrüm ne güzel söylüyorsun bir daha söyle.” dedi.
‘Seni seviyorum,’ dediğimde çılgına döndü. Aslında bu kadar büyütülecek bir şey yoktu. Bir sene onsuz ve o sözcükleri ifade edecek birisinin olmayışı beni bu hâle getirdi, diye düşündüm.
Seni seviyorum sözcüğünden çok ‘hoşlanıyorum’ cümlesini kurmayı tercih ederim hâlbuki. Hoşlanmak sevmeye giden yolda önemli bir kilometre taşıydı ama her şey değildi. Onun için “seni seviyorum” tekil bir anlam ifade ediyordu. Benim için ise “hoşlanıyorum” çoğul anlamda kendini buluyordu.
Seni seviyorum sadece sevgiyi içermiyordu. İçinde “Başkasını sevmedim, sen vardın hep yanımda, aklımda, kalbimde hayat senle güzel” anlamını taşıyordu sanki.
Sevgi hep “benimi” seviyordu. Sevgi ne bencil duyguydu. Başkasını sevdiği ya da sevebileceği duygusu insanı, ne çok rahatsız ediyordu. Sevgi’nin sevgisine ipotek koymak bencillik miydi yoksa? Koca bir sene hiç birini sevmiş miydi? Başka birine ‘seni seviyorum’ demiş miydi? Ben dememiştim ama hoşlandığım insanlar olmuştu hayatımda. Yanımda hoşlandığım gül tenli bir kadın, aklım da ise Sevgi vardı.
“Sana ihtiyacım var sensiz olmuyor.” demesiyle yeni bir başlangıç için şans vermesine çok sevindim.
Asıl ayrılığım ikiyüzlü evliliğimle oldu. Onu hoşlandığım bir kadını sevdiğimi zannettiğim bir anda terk ettim. Evlilik ev almak sandım, 120 metre karelik bir ev kredisine bile girdim.
Eskiden, kız tarafının ve oğlan tarafının ailesi bir araya gelir, yeni çiftin kuracağı yuva için beraber hazırlık yapılır, beraberce yeni ev düzülür. Tabi o zamanlar evler genelde bahçe içinde müstakil. O yüzden buna ’evlenmek’ denirdi. Şimdi ise yeni evliler apartman dairelerinde yani katlarda oturuyorlar, bu yüzden artık evlilik ’katlanmaktır’ diyorum.
Oysa biz ne ev istiyor ne de katlanmak hiçbir şeye. Sevgiliye katılmak sevgiye ulaşmaktan başka.
Garson masamızda biten kahveleri görüp yeniden bir hamle yaptı; “Abi başka bişey ister misin?” dediğinde şöyle bir sandalyeye yaslandım. Garsonun dediğini tam olarak anlayamadığımdan “Ne söylemiştiniz?” dedim.
“Abi başka bir isteğiniz olup olmadığını sordum.” dedi.
“Bol köpüklü bir cappuccino, bir Türk kahvesi ve yanında bir bardak su istiyorum. Hadi koçum.” diyebildim.
Birlikteliğimizde çok samimi duygularla sohbetlerimiz olduğu için ruh ikizi gibiyiz. Onun içindir ki birçok tartışmalarımız ve ağız kavgalarımıza rağmen bu doğal ve sansürsüz yanlarımızda birbirimize çok yakınlaştık.
“Yahu sen ne biçim adamsın. Hâlen aynı şeyleri sevdiğimi düşünürsün belki şimdi latte seviyorumdur.” dedi.
“Bir sene içinde beni sevmeyi bırakmadıysan sen cappuccinoyu hiç bırakamazsın.” dedim. Sevgi yeni bir tartışmanın aralığını açmak isterken aptal olduğunun değil, alışkanlıkların zor değişebilirliğini söyledim.
“Sen hiç değişmez misin?”
“Evet değişmedim hâlen seni sevdiğimden belli değil mi?”
“Sende laf çok. İkna etmek neredeyse imkânsız.”
“Ooo yahu ilk günden bu bana yapılmaz ki? Madem böyle davranacaktın ne diye geldin? İç kahveni de sus. Bir bardak suda fırtına koparmak. Bir fincan kahvede kopartılan fırtına daha sıcak mı ne!”
Sevgi mırıldanıyor, “Kahve hemen gelse de kaynar kaynar suratının ortasına döksem. Ukalalığa bak adamdaki” gözlerimin ta içine bakarak.
Sanki duymadım söylediklerini. “Herkes bize bakıyor, bak! Burada olmaz kalk gidelim” dedim ama kim susturabilir ki Sevgi’yi.
“Bakarlarsa baksınlar, hiç mi âşık olmadılar, hiç mi yanlış yapmadılar bu bok torbası dünyasında.”
“Yapmışlardır da ulu orta herkesin içinde hatalarını birbirilerine suratlarına bağırmamışlardır sevgim. Hem bu ne böyle kafe köşelerinde rezil olduk el âleme. Hadi kalk gidelim” dedim ama dinleyen kim?
“El âlem ki çeksin gitsinler. Ben bir sene ne yaptım. O zaman bu el âlem denen şeyler neredeydi. Tabii onların unu, tuzu kuru. Karıları yatağında, onları saran bir kol var.” dedi
Gerek sözle, gözle ve en önemlisi özde iğnelenen yine ben oldum. Sözlerim artık eskisi gibi akmaz oldu. Gözlerim eskisi gibi görmez ve altları bir sarhoşun göz torbaları kadar doldu. Özümde derin izler oluşturdu. Ben sevdiğime dönmüş onun mutluluğunu yaşamak isterken şu an çektiğim ıstıraplara bakın. Herkes çektirdiğini mi yaşıyordur, dersiniz.
Sevgi “Gülüm neden bu kadar içsel yolculuğa çıkacak kadar olan şey. Ben yanındayım sen ise şimdi çok uzaklardasın.” dedi.
“İçimdeki beni sana açsam, ne yazar şimdi buradayken. Gözlerine bakıyorum, bulut tümulusu; sözlerin, hançerli. Bunlar senin dışa vuramadığın özlerin diye düşünüyorum” dedim.
“İşte sevgilim içimi okudun… Hiç haber vermeden çekip giden sendin. Bunların yığınağı olmasın sakın.” dedi.
Yeniden hiçbir şey olmamış gibi başlamak varken. Bıktım zaten hep envanter çıkarmaktan. Evin banka taksiti, aidatı, şu parası, bu parası; nerede kaldı benim hayatımın pahası?”
Tartışma önü alınmaz bir noktaya doğru gitmeye başladı. Bir anda sustuk ve kalktık. Yürüyoruz. Ne yapacağımıza daha karar verememiş gibiyiz. İçimde derin bir acı. Yan yana yürümek varken neden yollarımız hep ayrılır. Haksızlık değil miydi bu. Sevgim bir yana ben öteki yola, saptık. Arkasına dönecek mi diye kafamı çevirdim, bir sigara içimi uzağımdaydı, arkasından baktım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.