- 548 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Zalim
Zalim
Adını “Ayaz” koymuşlardı köpeğin. Tüylüydü. Rüzgârda bu tüyler savrulurdu. İnsanın yüzüne değdikçe tatlı bir soğuk verirdi. Bu nedenle “Ayaz” denmişti ona. Ayaz da zaten soğuk anlamına gelen bir sözcüktü…
Ayaz’ın tüyleri altın sarısıydı. Kulakları dikti. Saf bir Alman kurt köpeği idi. Sadece sahibinin elinden yerdi yiyeceklerini. Başkası verdi mi yemezdi; bakmazdı bile. Hiç, oralı dahi olmazdı.
Sahibi, onu, çok iyi terbiye etmişti. İnsancıldı. Kimseye zarar vermezdi. Ama sahibine zarar vermeye kalkışan olursa onu kimse tutamazdı. En vahşi köpeklerden bile vahşi kesilirdi. O kadar bağlıydı sahibine.
Sahibi, Tufan adında genç bir çobandı. Koyunları vardı. Sürü sürü. Onlara bakar, ovaya götürür otlatırdı.
Tufan, Ayaz’ı da yanında götürürdü hep. Onu bu işler için yetiştirmişti. Canlı, kuvvetli bir köpekti Ayaz. Tufan’dan hiç ayrılmazdı. Hep onun yanındaydı. Severdi sahibini. Bu nedenle Tufan’a kimse bir şey yapamaz, kimse bir şey diyemezdi. Aralarında farklı bir dostluk vardı.
Tufan, köpekleri seven biriydi. Onları dost bilirdi. İnsanlardan ayırmazdı. Kendisi, ne yerse, köpeğine de aynısını verirdi. Kesinlikle ayrı tutmazdı köpeğini. Canından bir parçaydı sanki.
Ayaz’ın ayrı bir yeri vardı yanında. Akıllı köpekti. Güzel köpekti. Görenin, ona sahip olmak istediği bir köpekti.
Defalarca kaçırılmasına rağmen, tekrar evine geri gelen bir köpekti. Mümkünü yok, başka birinin köpeği olamazdı. Gözünü açmış, Tufan’ı görmüştü. Belki de ölene kadar başka birini görmeyecekti.
Köyde çocukların da sevgilisi haline gelmişti Ayaz. Yoldan geçen çocuklar, ona bakmadan edemiyor, ona dokunmadan, onu okşamadan, onu sevmeden yapamıyorlardı.
Her çocuğun ağzında:
-Ayaz gel! Ayaz gel! Ayaz koş! Ayaz git! Ayaz! Ayaz! Ayaz!... gidiyordu.
Ayaz, arada sırada koyun gütmeye de giderdi sahibiyle birlikte. Tufan’ın koyunları vardı. Her koyuna gittiğinde Ayaz’ı da götürürdü. Ayaz da sahibiyle birlikte koyun güderdi. Üstelik de çok mutlu olurdu. Ayaz olduğu zamanlar, Tufan pek fazla yorulmazdı. Çünkü verilen bütün komutları Ayaz, yerine getirirdi:
“Ayaz, koş!” Ayaz, koşardı.
“Ayaz, koyunları çevir!” Ayaz, çevirirdi.
“Ayaz, otur” Ayaz, otururdu.
“Ayaz kalk” Ayaz kalkardı.
Ne denirse Ayaz, onu yapardı. Bu yüzden sahibi de fazla yorulmazdı. Onunla koyunlara gitmek, ovada yürümek, kır havasını teneffüs etmek daha bir başkaydı.
Ne olduysa o gün oldu. Tufan, özel bir işi için Mağusa’ya gitti. Koyunlarına bakacak kimse olmadığı için annesi ovaya götürecekti. Annesi, sert ve otoriter bir kadındı. Türk film yıldızı Aliye Rona karakterinde biriydi. Aklına düşeni yapardı. Düşüncelerinden kesinlikle taviz vermezdi. Çünkü ona göre en doğruyu, en güzeli kendisi yapardı.
O gün koyunları aldı, ovaya otlatmaya götürdü. Yardımcı olur düşüncesiyle Ayaz’ı da yanına aldı. Nedense Ayaz, o gün hiç gitmek istemiyordu. Kulübesinde oturup, sahibini beklemek istiyordu. Tufan’ı bekliyordu. Onun gelmesini istiyordu.
Adeta başına gelecekleri önceden biliyordu. Zorla götürüldü Ayaz. Tasması kafasına geçirildi. Oysa sevmezdi tasmayı. Bundan hiç hoşlanmazdı. Çünkü özgürlüğü elinden alınıyordu. Her tasması bağlandığında Ayaz, saatlerce havlardı. Onu susturmak ne mümkündü? Sadece Tufan geldiği zaman susar, ona doğru koşar, yanına gelince de kuyruk sallardı.
Tufan eğilir, elleriyle onu okşar, tasmasını hemen oracıkta çıkarıverirdi. Çünkü köpeğinin dilinden çok iyi anlardı. Ayaz, alışkın değildi böyle bağlanmaya.
Esaret demekti bu. Esaret de onun için ölüm demekti.
O gün tasması boynundaydı Ayaz’ın. Ne zor durumdu bu, onun için. Koyunların ardından giderken usul usul, ayakları geri gidiyordu. Çoban köpeği değildi o. Giderse de sadece sahibiyle giderdi. Alışmamıştı böyle şeylere. Hele de şu boğazındaki tasma denen nesneye gıcık oluyordu. Neden boğazına geçiriliyordu sanki? Hayvanların da özgür olmak hakkı değil miydi? O da bu dünyanın bir parçası değil miydi?
O da Tanrı’nın yarattığı mahlûklardan biri değil miydi? Öyleyse neden bu tasma takılıyordu? Neden özgürlüğü elinden alınıyordu?
Bu hak mıydı? Bu reva mıydı? Hayvanlara uygulanan çifte standarttan başka neydi bu?
O gün ovada verilen komutların hiçbirini yerine getirmedi Ayaz. Ne denildiyse yerinden dahi kımıldamadı. Oturdu öyle miskin miskin. Yediği tekmelere de aldırış etmedi pek. Kafasına atılan taşlara da…
Kendisine verilen kemiklere de, yiyeceklere de rağbet etmedi. Küsmüştü işte kendince. Dünya batsa umurunda olmayacaktı. Sahibi yanında yoktu ya; onun da tadı yoktu. Sahibi gitmişti ya; sanki onun da ruhu onunla birlikte gitmişti. İnadı inattı işte. Hiçbir şeye karışmayacak, hiçbir denileni yapmayacaktı.
Yapmadı da...
Öğle üzeri olmuştu. Kadın, torbasından azığını çıkardı. Domates, peynir, yumurta, zeytin gibi yiyecekler vardı torbada.
Kadın, sessiz sedasız yedi yemeğini. Arada bir koyunlara bakıyordu. Uzaklaşan olunca bağırıyordu. Arada bir Ayaz’a koyunları döndürmesi için komut veriyordu.
Karnı da doyunca bir ağırlık çökmüştü kadına. Koyunlar da zaten karınlarını doyurmuşlar, öğle istirahatine geçmişlerdi. Bazıları yatmış geviş getiriyor, bazıları da oralarda dolanıyorlardı usul usul. Kadın da fırsat bilip uzanıverdi oracıkta. Gözleri gidiverdi. Uyuyakalmıştı öylece...
Biraz sonra başka köpekler de gelmişti yanlarına. Onlar sinsi idi. Düşman idi. Kaç gündür aç geziyorlardı dağlarda. Şimdi karınlarını doyuracak et bulmuşlardı ya saldırıvereceklerdi zavallı hayvancıklara. Nitekim öyle de yaptılar. Saldırdılar, nerde güçsüz, körpe hayvancık gördülerse üzerlerine.
Aman Ayaz, yaman Ayaz! Gösteriver kendini. Yem etme şu körpecik kuzuları, şu minnacık yavruları bu dağda gezen başıboş hayvanlara. Bu canavarlara…
Durur mu Ayaz? Atmıştır miskinliğini üzerinden. Yem etmeyecektir sahibinin hayvanlarını vahşi köpeklere.
Saldırır o da hemcinslerine. Fırsat vermez onlara. Ama ne yaptıysa da; ne ettiyse de birini alamaz ellerinden. Kaptırır bir körpeciği zalim kurtlara.
Aç kurtlar, muratlarına tam eremeden Ayaz’ın mukavemetiyle karşılaşır. Yenemezlerse de onu, bir tanesini yutuverirler zavallı yavrunun. Arta kalanı bırakırlar oracıkta. Kaçarlar tekrardan dağa.
Ayaz, zavallı. Ayaz, biçare. Mağlup saymıştır kendini. Şu zavallı körpeciği alamamıştır onların elinden. Kuzu leşi yerdedir şimdi. Ayaz ise başında nöbetçi.
Kadın, uyanıverir derin uykusundan. Bir de ne görsün. Bir kuzusu yenivermiş. Yatıyor öyle sere serpe. Ayaz, başında, sanki karnını o doyurmuş. Kuzuyu oracıkta devirivermiş.
Hain Ayaz! Kalleş Ayaz! Canavar Ayaz!
Kadın gördüğü manzara karşısında irkildi. Bütün sinirleri başına geldi:
-Ah Ayaz! Zalim Ayaz! Canavar Ayaz!
-Nasıl yaptın bunu? Nasıl kıydın bu zavallı körpe kuzuya?
-Bu kadar mı cani idin? Bu kadar mı vahşi idin? Yazık değil mi idi o, körpe kuzuya? Nasıl yedin bu körpeyi? Hangi ağzınla, hangi dişinle götürdün masumu?
Kadın sinirini alamadı. Eline ne geçirdiyse savurdu Ayaz’a. Ayaz’ın başından taşlar yağdı. Sert sert topraklar yağdı. Kıçına ardı ardına tekmeler savruldu. Vurdukça vuruyordu kadın. Hırsını alamadıkça vuruyordu. Hiddeti gittikçe artıyordu. Arttıkça da vuruyordu.
Ayaz, neye uğradığını şaşırmıştı. Sessizdi. Masumdu. Yere kıvranıp öylece yatıyordu. Yer ile bir olmuştu adeta.
Anlayamamıştı neden dayak yediğini. Onca taşı, onca tekmeyi neden yemişti? Suçu neydi? Nasıl bir kabahat işlemişti bilmiyordu. Kalkmak istedi yerinden. Kalkamadı. Bir şeyler anlatmak istiyordu, anlatamadı. Acı acı inledi sadece.
Kadın, bununla da yetinmedi. Taş, tekme, sopa ne ile vurduysa alamadı sinirini. Yatıştıramadı kendini. Öyle ya, her şeyin doğrusunu o bilirdi. Her şeyin en güzelini o yapardı. Şimdi yaptığı da doğruydu kendince. Ne yaptıysa öfkesini dindiremedi. Atamadı içinden. Soğuması gerekiyordu. Soğuyamıyordu.
Elini torbasına attı kadın. Kocaman bir bıçak. Değil bir köpeği, yetişkin bir insanı bile hemencecik deviriveren bir bıçak.
Çıkardı. Eline aldı. Din, iman, vicdan yoktu. Hepsi de oracıkta çıkıp gidivermişti kadının içinden. Acıma duygusu körelmişti. Sevgi namına zerre kalmamıştı içinde. Bir kin vardı. Gittikçe büyüyen, büyüdükçe artan bir kin. En zalim bir düşmana bile gösterilmeyen, en kötü insanlara bile duyulmayan bir kin vardı.
O kinin esiri olmuştu kadın. Sanki ruhunu şeytana satmıştı. Önünde yatan bir melek parçasıydı sanki.
Sessiz, konuşmayan, hareket etmeyen, mazlum bir melek parçası.
Şeytan emretti kadına:
-Vur!
Kadın, tuttu köpeğin ayaklarını, vurdu bıçağı boğazına. Sıcak, sımsıcak kan fışkırdı boğazından köpeğin.
Mazlumdu, zavallıydı. Ne yapmıştı, ne etmişti de böyle acı bir sonu hak etmişti?
Sahibi geldi gözlerinin önüne. Biricik dostu. Vefalı arkadaşı.
“Ah ne vardı beni böyle koyup gidecek? Şu zalim kadının eline bırakacak? Ne vardı sanki kendisini de götürseydi gittiği yere.”
En çok da onu düşündü, şu son anlarında. Gözlerinden yaşlar geldi köpeğin. Ağlıyordu. Bir insan gibi ağlıyordu.
Ne yapacaktı şimdi Tufan onsuz? Birbirlerine de o kadar alışmışlardı ki? Artık dünyanın da bir anlamı kalmıyordu. Peki, öbür tarafta ne olacaktı? Kendisi gidiyordu.
Sahibi olmayacaktı. O, geride kalıyordu. Gözleri yaşlar içinde kapanmaya başladı. Daha hiç bu kadar mazlum olmamıştı. Hiç bu kadar çaresiz, hiç bu kadar kimsesiz, hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Yığılıp kalıvermişti Ayaz olduğu yere.
Oracıkta öyle bıraktı kadın köpeği. Akşama doğru koyunlarını alıp köyün yolunu tuttu.
Tufan, evde bekliyordu. Geldiğinde Ayaz’ı evde bulamamıştı. Bulamamıştı ya içine bir alev düşmüştü. Neredeydi? Kiminleydi? Ne yapıyordu?
Ayaz’ı aradı saatlerce. Birçok yere baktı. Yoktu. Belki de anası ile koyuna gitmişti. Başka ne olacaktı ki? Akşam olunca dönecekti.
Eve döndü ve beklemeye başladı. Ama yüreğinde bir sızı vardı. Gittikçe artan, gittikçe büyüyen ve hiç dinmeyen bir sızı…
Çaresiz bekledi. Bekledi…
İçinde bir korku belirmişti. Ne olduğunu bilemediği, anlayamadığı bir korku.
Bu korku hiç bitmiyor, her geçen saniyede büyüyordu. Öyle ki büyüdükçe daha da büyüyordu…
Biraz sonra anası geldi. Öğrendi acı gerçeği.
Anası soğukkanlılıkla anlattı her şeyi:
-Bir uyandım ne göriyim? Senin canavar, körpe guzumun birini önüne almış yiyor. Dayanamadım. Çektim bıçağı!
-Anaaaaaaa! diye haykırdı Tufan. Sen ne diyon? Sen ne yaptın ana?
Kadın:
-Napim oğlum? Köpek deel de bir canavar beslemişin. Aha ovada galdı. Oracıkta bıraktım.
Arabaya atladı Tufan. Hemen ovaya koştu. Yıldırım hızıyla vardı anasının dediği yere.
Bir köşede yığılmış gördü Ayaz’ını. Yerde yatan bir köpek değildi. Tufan’ın kendi canıydı. Hayatıydı sanki...
Şimdi canı da, hayatı da elinden alınmıştı. Kıvranmış yatıyordu yerde Ayaz.
Belli daha ölmemiş can çekişiyordu. Gözlerinde yaşlar vardı zavallı hayvanın.
Belli ki ağlamıştı. İnsan gibi içlenmişti.
Ağladı Tufan da onu öyle görünce. Hala ölmemişti. Ağzından köpükler akmıştı. Can çekişiyordu. Ölümü artık an meselesiydi...
Ayaz:
“Uuuu” diye bir ses çıkardı belirli belirsiz.
“Nerede kaldın?” demek istiyordu…
Beddualar etti Tufan anasına. Haykırdı. Lanetler okudu.
“Ellerin kırılsın ana! Dünyan başına yıkılsın ana! Nasıl kıydın, nasıl yaptın bunu, ana?”
“Senin oğluna bunu yapsalar, napardın ana?”
“Senin canını yaksalar, ne ederdin ana?”
Beddualar, beddualar yağdırdı...
Sonra neden pişman oldu söylediklerinden. Ne de olsa anasıydı. Varlığının tek sebebiydi. Onu dünyaya getirendi.
Analara dil uzatılmaz, laf söylenmezdi. Özür diledi Yaradan’ından. Kendisini affetmesini istedi.
Ayaz için artık yapacak bir şey yoktu. Daha fazla acı çekmesini önlemek gerekiyordu. Tufan cebinden tabancasını çıkardı. Yaşlı gözlerini kapadı:
- Affet beni Ayaz! Affet beni! diyebildi.
Kısa bir süre sonra gökyüzünün sessizliğini bir el silah sesi bozdu:
-Bang!
Ve bütün acılar bitmişti…
10.10.2014 Gazimağusa
"GECENİN KARANLIĞINDA ÜŞÜMEK" kitabından...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.