- 1538 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
“Gün Olur Asra Bedel Üzerine” Bir İnceleme
Cengiz Aytmatov, 1928 yılında doğmuş, dünyaca ünlü, çok yönlü bir kişilik ve özgün bir Kırgız Yazarıdır.
Aytmatov, Türk Kültürünü dünyada duyurabilmiş ve tanıtabilmiş, önemli, iyi bir edebiyatçıdır. Herhangi bir ekole veya akıma bağlı kalmamış kendi tarzını yaratmış bir kişiliktir.
Eserlerinde aşk, sevgi, hüzün gibi insana ait olan özellikleri tema olarak ele almış, içten gelen duygularla beslemiş ve onları dilin büyülü havasıyla işleyerek anlatmıştır. Böylece ortaya mükemmel denebilecek eserler ortaya çıkarmıştır.
Aytmatov, içinde yaşadığı toplumun, yüzyıllar içinde kazandığı tüm değerleri eserlerinde yansıtmış ve onları ebedileştirmiştir.
Aytmatov’un eserlerine bakıldığında, Onun, kendi toplumunun kültüründen değerler taşıdığı görülür. Aytmatov, eserlerinde halkına ait atasözlerine, şiirlere, türkülere, halk hikâyelerine, masallara ve buna benzer birçok folklorik değerlere sıkça yer vermiştir. Böylece yazar, düşüncelerini pekiştirmiş ve daha güçlü hale getirmiştir. Bu özellikler onun eserine daha ayrı bir güzellik katmıştır.
Akıcı bir üsluba sahip olan Aytmatov, olayları adeta bir zincir halkası gibi ardı ardına bağlayarak akan bir su gibi anlatmıştır. Dili son derece sade ve açıktır. Bu nedenle okuyucu, onun eserlerini eline aldığında, kitabın kalınlığına bakmadan, kitabı elinden bırakmak istememektedir. Bir an önce eseri bitirip sonuca ulaşmak istemektedir.
İşte bu eserlerden biri de “Gün Olur Asra Bedel”dir.
“Gün Olur Asra Bedel” yazarın en güzel romanıdır denilebilir. Kırgız geleneklerinin, yaşam biçimlerinin, coğrafi güzelliklerin en güzel biçimde anlatıldığı bir romandır.
Uçsuz bucaksız Kırgız bozkırlarının yalın bir dille anlatıldığı, hayat zorluklarına göğüs geren, yokluklar içerisinde varlıklarını idame ettirmeye çalışan, kimselerin yaşamak istemediği, çorak, verimsiz arazilerde yaşamaya çalışan insanların yaşam mücadelesi anlatılmaktadır bu romanda. Tabii, aşk ve sevgi de ayrı bir renk katmaktadır romana.
Aynı zamanda dönemin Sovyet yönetimine karşı bir başkaldırı bir isyan romanıdır, “Gün Olur Asra Bedel”. İçinde yaşanılan sistem, açık bir şekilde eleştirilmektedir. İnsanların kuşkuyla karşılanmaları, her şeyden şüphelenmeleri, masum insanlara iftiralar atarak yaşamlarını zorlaştırmaları ve hatta ölüme sürüklenmeleri eleştirel bir gerçeklikle okuyucuya sunulmaktadır.
Öyle ki roman sonunda çevirmenin notu olarak “Bu romanın en güzel, en ilginç bölümünün bu ciltte yer almadığı, Sovyetler Birliği’nde Glasnot’a geçişin eşiğinde iken o bölümün yayınlanmasına izin verilmediği ya da yazarının o bölümü ayrı bir kitap olarak yayınlamayı uygun bulmuş olabileceği” yazılıyor.
“Cengiz Han’a Küsen Bulut” adını taşıyan romanın, Gün Olur Asra Bedel’in tamamı olduğu ve adı geçen bu romanın okunmadan Gün Olur Asra Bedel’in tam olarak okunmayacağı” belirtiliyor.
Gün Olur Asra Bedel “Elips Kitap” tarafından Ankara’da basılmış olup 440 sayfa tutarında bir kitaptır.
Roman, adeta bir çizgi film edasıyla başlıyor. En başta aç bir tilkinin Kırgız bozkırlarında bir tren yolunda yiyecek bir şeyler araması dikkatleri çekiyor. Tilki, romanın henüz başında adeta olayların habercisi olarak veriliyor. Belki de romanda açlığın, sefaletin, mücadelenin temsilcisi olarak gösteriliyor. Tüm tehlikelere rağmen tilki trenden atılacak bir yiyecek kırıntısı bulmak ümidiyle ne olursa olsun tren yolunu terk etmiyor. Tehlike anında biraz uzaklaşsa dahi biraz sonra tekrar tren yolunun yanına geliyor. Çünkü başka yiyecek bulma şansı yok. Er veya geç yiyecek bir şeyler bulabileceğini biliyor. Yaşayabilmek adına tüm tehlikelere göğüs geriyor. İşte aslında romanın giriş tezi de bu: İnsanların tüm zorluklara rağmen verdikleri yaşam mücadelesi…
Önce romanı elinize aldığınızda bir çocuk romanı zannediyorsunuz veya kahramanı bir tilki olan ve hayvanlar âlemini anlatan bir intak eser sanıyorsunuz. Ama değil…
Yazar, tilki ile tren yolunu o kadar güzel bağdaştırıyor ki eser sonunda yazarın neden böyle bir tekniğe başvurduğunu anlıyorsunuz.
Roman, Kırgız bozkırlarında bulunan, sadece birkaç ailenin yaşadığı, onların da burada işçi olarak çalıştığı Sarı-Özek tren istasyonunda geçiyor.
Olaylar, üçüncü şahıs kişinin ağzından anlatılırken daha ziyade geriye dönüklerle veriliyor. İlahi bir bakış açısı ile anlatılmış. Anlatıcı her şeyi biliyor, görüyor ve anlatıyor. Her bölümün başında aynı giriş ibareleri yer alıyor:
“Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir… gider gelirdi…
Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar giderdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi…”
Romanın kahramanı Rus Ordusunda savaşmış, yanında patlayan bir bombanın etkisiyle yaralanmış ama kalıcı bir yarası olmayan Yedigey adlı bir Kırgız Türküdür. O, aslında Aral Denizi yakınlarında balıkçılık yapan bir gençti. Burada evlenmiş, savaş çıkınca da cepheye gitmişti.
Aldığı yaradan dolayı evine gönderilmişti. Dönüşte çocuğunun öldüğünü öğrenmişti. Sakattı. Bir iş yapamıyordu. Ama hayat devam ediyordu. Çalışmalıydı. Eşini de alıp iş aramaya gitti. Ama kendisi gibi çok yaralı ve iş arayan askerler vardı. Kendi daha şanslıydı. Çünkü eli ve ayakları tutuyordu. Eşi Ukubala her şeye rağmen kocasının yanında idi ve onunla birlikte zorluklara göğüs geriyordu. Kocasının kaldığı yerde işe o devam ediyordu. Ne iş olsa yapıyorlardı. Çünkü geçinmek zorundaydılar, yaşamak zorundaydılar.
İşte burada yazar, Türk kadının Orta Asya’dan beri gelen manevi gücünü ortaya koyuyor. Türk kadını, en zor şartlarda bile eşini bırakmayan, tüm zorluklara göğüs geren, daima eşinin yanında olan, çocuklarına son derece yürekten bağlı müşfik bir anne, kocasına sonsuz bir sevgi ile bağlanan örnek bir kadın olarak veriliyor. Aynı özellikleri Dede Korkut Hikâyelerinde de görebiliyoruz. Deli Dumrul Hikâyesinde, anne ve babasının bile oğullarının yerine can veremediği, eşinin, kendisinin yerine can vermek istemesi gibi.
“Ukubala isteseydi ailesinin yanına gidebilirdi. Zaten o da bozkır köylerinden gelmişti. Kocası askere gidince akrabaları onu götürmek istemiş “Bu sıkıntılı yılları gel bizim aramızda geçir” demişlerdi. Yedigey, cepheden dönünce senin de Cangeldi’ye dönmene kimse engel olmaz”. Ama o kestirip atmıştı. “Ben kocamı bekleyeceğim. Oğlumu yitirdim. Yedigey sağsalim dönüp geldiği zaman hiç olmazsa karısını bıraktığı yerde bulmalıdır. (s.80)
“Bu ümitle bahar gelince yola çıktılar. Gençtiler, onları köye bağlayan pek bir şey kalmamıştı. İlk günler o istasyondan bu istasyona giderek oralarda gecelediler. Ama hiç uygun bir iş bulunmuyordu. Hele yatacak yer bulmak çok zordu. Buldukları yerde gecelediler. Ne iş olursa yaparak günü gününe geçimini çıkardılar. O günlerde işin çoğunu Ukubala yapıyordu, çünkü genç ve sağlıklı idi. Dıştan güçlü bir adam görünen Yedigey, yükleme-boşaltma işlerini alıyordu ama bu işleri onun yerine daha çok Ukubala yapıyordu. (s.81)
Kader onları bir gün Sarı Özek denilen bir bozkır tren istasyonuna atmıştı. Kazangap adında biriyle tanışmışlar ve onun teşvikiyle de buraya gelip çalışmaya başlamışlardı. Hayatları düzene giriyordu böylece. Varsın zor olsundu, varsın güç olsundu. Onlar ekmeğin bir ucundan tutmuşlardı nasıl olsa. Sarı-Özek denilen yerden de hiç ayrılmaya niyetleri olmamıştı.
Tüm bu olaylar daha romanın başlamasından itibaren hep geriye dönük olarak veriliyor. Aslında roman bir ölüm haberi ile başlıyor.
Yedigey’in karısı Ukubala, eşinin can dostu olan Kazangap’ın ölüm haberini getiriyor. Sarı Özek’teki tüm sakinler Kazangap’ın ölümü üzerine ayaklanıyor. Ona karşı olan son görevlerini yerine getirmek için toplanıyorlar. Onun vasiyeti üzerine onu Ana-Beyit mezarlığına gömeceklerdir. Çünkü Kazangap hatırı sayılır bir dosttur. Ona yakışan bir şekilde hareket edilecektir. Vasiyetine uyulacaktır. Oysa burası hem uzaktır hem de artık yasaklanmış bölgedir. Ama onlar bunu sonra öğreneceklerdir
Kazangap’ın uzakta yaşayan çocukları da haberdar edilir. Oğlu Sabitcan vefasız biridir. Yatılı okulda okumuştur. Kendini hep önemli biriymiş gibi göstermeye çalışan bir tiptir. Çok konuşmaktadır. Palavraları ile insanların canlarını sıkar. Kızı ise bir ayyaşla evlidir. Cenaze törenine gelmek istememelerine rağmen gelirler. Ama yabancı birileri imiş gibi davranırlar. Gelenekler görenekler onlar için önemli değildir. Böylece yazar ortaya kültür çatışmasını ortaya koymuştur. Yeni gelen neslin eski nesille çatıştığını veya kendi kültürü içinde yetişmeyen Kazakların gelenek ve göreneklerine yabancı kaldıklarını anlatmaya çalışmıştır. Buradan da insanın kültürüne, gelenek ve göreneklerine, adetlerine sahip çıkması gerektiği mesajını vermiştir.
Romanda geçen zaman, aslında bu cenazeyi Sarı-Özek’ten Ana Beyit Mezarlığı’na götürme zamanı kadardır. Ama tüm olaylar Yedigey’in bu yolculuk sırasında düşünceleriyle geriye dönüşlerle verilir. O, giderken biricik dostu olan Kazangap’ı düşünmektedir. Onunla yaşadığı olaylar zihninden bir bir geçmektedir. Bunları düşünürken de farklı olayları da anımsamaktadır. İşte Aytmatov, kendine has üslupla bütün bu olayları birleştirir
“Kumbel İstasyonu’nda, kömür boşaltma işiyle uğraşıp didindikleri bir gün kömür deposunun bulunduğu avluya, deveye binmiş bir Kazak geldi. Görünüşe göre iş için gelmişti buraya. Adam devesini köstekleyip otlağa saldıktan sonra, çevresine dalgın dalgın bakındı. Koltuğunda boş bir çuval vardı. Yedigey’e sokularak:
_Kardaş, dedi, rica etsem, şu deveye biraz göz-kulak olur musun? Çocukların hayvanları kızdırmak ya da dövmek gibi kötü huyları vardır. Kösteğini de çözerler eğlence olsun diye. Ben biraz sonra dönerim. (s. 83)”
İşte Yediyey ile Kazangap’ın dostluğu böyle başlamıştı. Yedigey kendine emanet edilen deveye gözü gibi bakmıştı. Biraz sonra devenin yanına gelen çocukları kovalamış, onların yaramazlık yapmalarına izin vermemişti. Kazangap da bunu görünce Yedigey’e güven duymuş ve ısınmıştı. Ona kendi bölgesindeki küçük tren istasyonunda işçi olarak çalışmasını önermişti. Bundan sonra düzenli bir işi olacaktı. Beğenmezse istediği zaman çekip gidebilirdi.
Yedigey kabul etmişti bu teklifi. Onlar için yeni bir hayat demekti bu. Sarı Özek’e gitmiş ve orada çalışmaya başlamıştı. Bu, öyle bir çalışmaydı ki bir daha buradan hiç ayrılamayacaklardı. Adeta buraya kök salacaklardı. İşte bu Kazangap da onun can dostu, biricik arkadaşı olacaktı. Böylece Yedigey karısıyla birlikte çileli, zor ama yeni bir hayata “Merhaba” demişlerdi.
Sarı Özek İstasyonu’nun bulunduğu bölge Rus Uzay İstasyonu Bölgesi’ne yakın bir bölgedir. Bu nedenle romanda uzay ile ilgili Rusya ve Amerika’nın ortaklaşa yaptıkları çalışmalara da yer veriliyor. Bunlar ikinci planda gösterilirken roman sonunda konu ile ilişki kurduruluyor.
Rusya ve Amerika, ortak bir çalışma yapmaktadır. İki kozmonot uzaya gönderilir. Bunlar, başka bir gezegenden sinyaller alarak insana benzeyen yaratıklarla temasa geçerler. Bu, dünya için önemli bir buluştur. Çünkü uzayda sadece bizim olmadığımızın düşünceleri verilmektedir. Yazıldığı döneme göre hayli ileride olan bu düşünceler, Aytmatov’un düşünce alanının ve hayal dünyasının ne kadar geniş olduğunun bir göstergesi olarak ele alınabilir.
Roman sonunda mezarlığın yakında olan bu uzay istasyonu askeri yasak bölgedir. Bu nedenle cenaze alayına geçiş izini verilmez. Dolayısı ile kendileri için çok anlamlı olan bu mezara cenazelerini gömemezler. Küçük düşmemeleri için de o bölgedeki bir vadiye gömeceklerdir. Çünkü onların geleneklerine göre gömülmeye götürülen bir cenazenin gömülmeden gelmesi çok ayıp ve utanç verici bir durumdur.
Burada yazar, cenaze gömme adet ve geleneklerini de en ayrıntılı biçimde vermektedir. Böylece geleneği ileriki nesillere aktararak devam ettirmek istemiştir.
Romanın ikinci planda kalan önemli kahramanları da Abutalip Kuttubayev, karısı Zarife ve çocuklarıdır.
Abutalip Kuttabayev savaşa katılmış ve savaşta Almanlara esir düşmüş bir öğretmendir. Oysa o zamanlar Rusya’sında esir düşmek halk tarafından çok ayıp, aşağılanma olarak karşılanmaktadır. Çünkü askerlere esir düşmek yasak edilmiştir. Esir düşen asker kendini öldürmelidir. Dolayısıyla Abutalip bunu yapmamıştır. Emirlere karşı gelmiştir. Bundan başka esir kampından kaçmış kendini Yugoslav partizanlarının arasında bulmuştur. Onlarla birlikte savaşmış, sonra vurulup yaralanmıştır. Bunlardan dolayı gittiği her yerde bu olaylar karşılarına çıkmış sıkıntı çekmiştir. Öğrencilerinden bile bunu yüzüne vuranlar olmuştur. Okul idaresi de onu uzaklaştırmak zorunda kaldığından kaderin cilvesiyle Sarı Özek’e istasyon işçisi olarak gelmişlerdir. Çünkü açlık insana her işi yaptırır:
“Ön tarafta oturan öğrencilerden biri, sert bir hareketle doğrulup parmak kaldırdı ve onun sözünü kesti:
-Öğretmen, demek ki siz Almanlara esir oldunuz?
Böyle diyen öğrenci, sert, soğuk bakışlarını öğretmene dikmişti. Ayakta, Hazır ol duruşunda dikilen genç, başını hafifçe arkaya atmıştı.
-Evet, ne olmuş esir düşmüşsem?
- Niçin beyninize bir kurşun sıkıp kendinizi öldürmediniz?
-Niçin öldürecekmişim kendimi? Yaralıydım zaten.
-Düşmana tutsak olmak yasaktı, kesin emir verilmişti bu konuda (s135-136)”
Abutalip karısı Zarife ile birlikte çok çalışıyordu. Boş zamanlarında ise kendi çocuklarına ve Yedigey’in çocuklarına okuma yazma öğretiyordu. Çocukları geleceğe hazırlamak onların kusursuz yetişmelerini sağlamak istiyordu. Çocuklar yatınca da pencere kenarında lambanın ışığında masaya oturuyor ve başından geçen anılarını yazıyordu. Bundaki tek amacı ise yaşadıklarının unutulmaması, çocuklarına bir miras bırakması idi. Anıları arasında da kendi kültürlerini, masalları, şiirleri, türküleri yazıyordu. Bunların unutulmamasını, geleceğe kültür mirası olarak kalmasını istiyordu.
Bir gün Sarı Özek’e bir müfettiş geldi. Abutalip’i böyle görünce şüphelendi. Onun hakkında bilgiler edindi. Gittikten birkaç gün sonra da trenle üç müfettiş geldi. Onu sorgulayıp tutukladılar. Olmadık şeylerle suçladılar. Trene bindirip götürdüler. Ve Abutalip bir daha hiç dönmedi. Çocukları baba hasreti ile yanıp tutuştular. Her gelen trende babalarının geldiğini zannederek trene koştular. Zarife de boş yere yollarını gözledi. Onun öldüğünü bir mektupla bildirdiler. Karısı yıkıldı. İki çocukla birlikte buralarda ne yapacaktı? Nasıl yaşayacaktı?
Romanın bu bölümünden sonra duygusal anlar yaşanıyor. Aytmatov aşk olayını romanın ikinci konusu haline getiriyor.
Yedigey, Zarife ve çocuklarıyla aşırı derecede ilgileniyor. Aslında bu ilgi onun Zarife’ye karşı duyduğu gizli aşktan ileri geliyor.
Zaman geçtikçe Yedigey’in duyguları Zarife’ye karşı oldukça değişiyor ve ona büyük bir aşk derecesinde bağlanıyor. Ama Yedigey evlidir. Eşi Ukubala’yı da çok sevmektedir. Onu da terk edememektedir. İki ateş arasında kalır. Zarife’yi de düşünmeden edememektedir.
Düşüncelerini Zarife’ye asla söylemez. Söyleyemez. Birkaç defa ona açıklamak istese dahi buna cesaret edemez. Artık düşünceleri varsa yoksa Zarife’dir:
“Yedigey kendi kendine, birçok defa Zarife’ye açılmaya, onu nasıl sevdiğini, onun bütün sıkıntılarını paylaşmaya, güçlüklerini üzerine almaya hazır olduğunu söylemeye, artık onlardan ayrı yaşamayı düşünmediğini açıklamaya niyet etmiş, karar vermişti. Ama nasıl yapacaktı bunu? Bunu yapsa bile Zarife onu anlayabilecek miydi? Onun başında dert yokmuş gibi bunca felaketin altında ezilmesi yetmiyormuş gibi bir de onun aşk duygularıyla mı uğraşacaktı? O durumda bulunan bir kadına bunları söylemesi neye yarardı? ( s287)”
Zarife, Yedigey’in kendisine olan sevgisini bilmiyor muydu veya anlamıyor muydu? Üniversite yıllarımda sınıf arkadaşım olan Mustafa Altunok bir gün bana şöyle demişti: “Dünyada sevildiğini bilmeyen kadın yoktur. Sen ona sevdiğini söylemesen dahi O, bunu anlar. Hal ve hareketlerinden, konuşmalarından, sesinin titremesinden onlar bunu bilir, bunu görür. Sen bunu istediğin kadar gizli tut, sakla. O giz, saklı kalmaz”
Romanın sayfalarında ilerledikçe bu sözün doğru olduğunu anladım. Mustafa Altunok’a bir kez daha hak verdim.
Zarife de kendisine karşı duyulan bu aşkı anlar. Yedigey’in evden kaçan çapkın devesini diğer istasyondan getirmek için gitmesini fırsat bilen Zarife ansızın karar verip, Kazangap’tan yardım isteyerek Sarı-Özek’i terk eder.
Yazar, bundan önce de Zarife’nin, Yedigey’in duygularını bildiğine dair bir ipucu veriyor okuyucuya. Zarife, yola çıkan Yedigey’e kendi işlediği bir atkı biçimindeki şapkayı çocuğuyla gönderiyor. Yedigey için bu hediye büyük anlam taşıyor. Kafasında “Acaba?” sorusu oluşuyor. Zarife’den ilk defa bir hediye alıyor. Demek Zarife onu düşünmüştü. Bu bile büyük bir gelişmeydi onun için. Zarife’yi düşünerek yola çıkıyor. Hayaller kuruyor. Ama dönüşte büyük hayal kırıklığına uğruyor. Çünkü Zarife’nin çocuklarını alıp bir trenle bilinmeyen bir yere gittiğini öğreniyor. Dünyası yıkılıyor. Acılar çekiyor. Başına çok işler açan devesi Karanar’ı dövüyor. Bağırıp çağırıyor. Öfkesini bir türlü yenemiyor. Kazangap ile konuşmasından da durumu onun ve eşinin de bildiğini anlıyoruz:
“-Bak, beni iyi dinle! Olaya bu açıdan baktığına göre yalnız bizim için değil, Zarife için de kötü düşündüğün anlaşılıyor. Bu kadın senin gibi akılsızlık etmediği için Tanrı’ya şükretmelisin. Senin kafanla hareket etseydi bu işin sonu nereye varırdı? Bunu düşündün mü hiç? Ama o düşündü. Daha vakit varken, iş işten geçmeden, gitmeye karar verdi. Gitmesi için benden yardım isteyince yardım ettim elbet. Giderken kendisinin ve karının onuruna gölge düşürecek tek söz söylemedi. Birbirleriyle dostça vedalaşıp ayrıldılar. Seni büyük bir felaketten kurtardıkları için ayaklarına kapanıp teşekkür etmen gerekirdi. (s.344)”
Romanda Abutalip’in nasıl öldüğü yazılmıyor. Bu, bölümden çıkarılmış. Yukarıda da belirttiğimiz gibi yazar bunu “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adlı romanında anlatmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki burada yazar dönemin Sovyetler Birliği’nin bazı gerçeklerini ortaya koyuyor. Bunu anlamak için de adı geçen eseri okumak gerekiyor.
Romanda silik kişilik olarak bir de Yelizarov’dan söz ediliyor. Yelizarov araştırmacı bir bilim adamıdır. Buralara araştırmalar yapmak için gelmiştir. Yedigey’in evinde misafir olmuştur. Bu vesile ile onunla birçok sohbetler etmiştir. Ondan birçok hikâye ve efsane öğrenmiştir. İşte mezarlık yolculuğu anında Yelizarov’un anlattığı bir efsane aklına gelir.
Sarı Özek’i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırlarmış. Çünkü bunlar bazen fırsat bilip kaçarlarmış. Asıl işkenceyi genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirlere yaparlarmış. Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da bir tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri, ayakları bağlı aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış. Başlarına da nöbetçiler dikerlermiş.
Juan Juanların bir tutsağı mankurt yaptığı duylursa artık onu en yakınları dahi zorla veya fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan, bir mankenden farksız olurmuş onlar için.
Bununla birlikte Nayman Ana hikâyesi veriliyor. Nayman Ana adlı bir kadının yiğit güçlü oğlu da mankurt edilmiş. Kadın ne olursa olsun oğlunu kurtarıp kaçırmak istermiş. Ama bir türlü izini bulamazmış. Öldüğünü dahi söyleyenler olmuş. Bir gün bir kervandan çoban bir mankurt gördüklerini duymuş. Anlatılanlar oğluna benziyormuş. Kadın hemen devesine atlayıp söylenilen yere gitmiş. Oğlunu görmüş. Ama oğlu anasını tanımamış. Çünkü hafızası bomboş imiş. Kadın kendisinin anası olduğunu babasının adının Dönenbay olduğunu söylemiş. Fakat oğlu hiç hatırlayamamış. Biraz sonra Juan Juanlardan birkaç kişi gelmiş. Kadın kaçmış Kadını görmüşler yakalayamamışlar. Çocuğu çok dövmüşler. Kadının yalancı olduğunu, hırsız olduğunu onunla bir daha görüşmemesi gerektiğini söylemişler. Kadın ertesi gün yine gelmiş. Oğlu elindeki oku kadına doğrultmuş. Kadın “Yapma ben senin ananım” demiş. Ama çocuk dinlemeyerek oku çekmiş ve anasını öldürmüş.
Yine roman sonlarında Aytmatov o yörelere has Raymalı Aga Efsanesini anlatır.
Raymalı Aga kendi bölgesinde çok tanınmış bir ozandır. Daha küçük yaşta ün kazanmıştır. Güftesini kendi yazar, bestesini kendi yapar ve hem çalar hem söylermiş.
“Bütün ömrünü at sırtında tambur çalarak geçirmişti. Yaşlandı. O zamana kadar hiçbir şeyi olmadı. Bu nedenle kardeşi Abdilhan onu yanına aldı. Çadır verdi. Ama ona artık aklını başına almasını evinde oturmasını söyledi.
Raymalı Aga bir gün bir eğlencede otururken genç bir kız çıktı. Ona şiirlerle meydan okudu. Yıllardır onun türküleriyle yetiştiğini, ona âşık olduğunu, onunla evlenmek istediğini söyledi. Karşılıklı atıştılar. Bir o söyledi, bir bu. Görülmemiş bir güzellik çıkmıştı ortaya. İzleyenler hayran kalmıştı. Türküleri dilden dile dolanmıştı. İki gün sonraki bir eğlencede bir araya gelip kozlarını paylaşacaklardı.
Büyük bir aşk ortaya çıkmıştı. Kız çok genç iken Raymalı Ağa atmışın üzerindeydi. Akrabaları bunu kabul edemediler. Kardeşine şikâyette bulundular. Kardeşi de tüm akrabaların önünde ondan vazgeçmesini bir daha kendilerini bırakıp gitmemesini istedi. Her şeye yasak getirdi. Raymalı Aga bunun üzerine her şeyi bırakıp gitmek istedi. Ama kardeşi onun gitmemesi için atının eğerini parçaladı. Hırsını alamayarak atını da boğazlayarak öldürdü. Her şeye rağmen gitmek isteyen kardeşini yakalayıp bir ağaca bağladı. Orada günlerce bağlı kaldı. Bu da Raymalı Aga için aşağılayıcı bir durumdu. Söylediği türküler dilden dile ulaştı.”
Böylece yazar, aşkın, sevdanın engel tanımayacağını, yaş farkının hiç önemli olmadığını anlatıyordu. İnsan olanın başından mutlaka böyle olaylar geçiyordur. Aşkla yaşamak, sevgi ile kalmak insana bambaşka bir değer veriyor. Aşk, insana ölümü bile güzel gösteriyor.
İşte Aytmatov aşkın, sevginin gücünü romanından eksik etmiyor. Böylece romanına apayrı bir lezzet katıyor.
Romanın sonlarına doğru Sovyetlerdeki değişikliklerden söz ediliyor. Sistemin değişmesinden dolayı Yedigey Abutalip’in temize çıkması, hiç değilse bundan sonra çocuklarının rahat yaşaması için ,Alma Ata’ya Yelizarov’un yanın a gider. Dosyanın yeniden açılmasını sağlarlar.
Yedigey daha sonra Yelizarov’dan aldığı bir mektupta temize çıktığını Zarife’nin yeniden evlendiğini ve öğretmenliğe başladığını öğrenir. Böylece Zarife ile ilgili mutlu sona erişiliyor ve kafalardaki tüm sorular cevap buluyor.
Romanın son bölümünde ise mezarlığa yaklaşmalarına rağmen önlerine çıkan engel nedeniyle cenazeyi gömemiyorlar.
Mezarlık Rus askeri bölgesinin içinde kalmıştır. Her şeye yasak konulmuştur. Bu nedenle tel örgüyü geçip cenazeyi mezarlığa gömmek yasaktır.
Artık Sarı Özekliler, gerçekle karşı karşıyadırlar. Yedigey, tüm düşüncelerinden sıyrılır. Şu kısa yolculukta neler neler zihninden geçmiştir oysa. Romanda geriye dönükler biter. Gerçekler tüm çıplaklığı ile karşısındadır.
Yedigey, gerçek dost bildiği Kazangap’ın cenazesini onun vasiyeti olduğu için geri götürmek istemez. Ve hemen oradaki vadiye bir mezar kazarak kurallara göre gömer. Böylece hem dostunun isteğini yerine getirecektir hem de gömmek için getirdiği cenazeyi köye geri götürmemiş olacaktır.
Gerek anlatımıyla, gerekse ele alınan konusuyla “Gün Olur Asra Bedel” gerçek bir başyapıt. Ölümsüz bir eser.
Her Türk gencinin, her roman okuyucusunun mutlaka okuması gerektiğine inandığım, kütüphanelerinde bulundurması gerektiğine inandığım bir roman.
Böyle bir eseri edebiyat dünyasına kazandırdığı için Cengiz Aytmatov’a teşekkürleri bir borç biliyorum. O sonsuza dek hep içimizde yaşayacak.
Onun yaşadığı bozkırlar hep gözlerimizin önünde bir cennet bahçesi gibi duracak…