- 592 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
434 - SÖZ
Onur BİLGE
Söz, ne söz anlamaz bir şeydi! Ağızdan çıktıktan sonra geri almak mümkün değildi. Kusmuk gibi bir şeydi. Huzursuzluk nedenleri olan özel konular, ne kadar mide bulandırıcı olursa olsun, tahammülümüzün son safhasına kadar içimizde tutulmalı, defalarca ağzımıza gelse de kusmamaya gayret edilmeli, tanıdığımız ya da tanımadığımız kişiler tarafından bilinmemeliydi. Ucu baş verse, tamamı çorap söküğü gibi geliverir, yastık kılıfı gibi kolayca ters yüz edilivermemize sebep olurdu.
İnsanlar, konuştukça eksilirlerdi. Çıkıldıkça küçülen dağlar gibi fethedildiklerini, doruklarına ulaşıldığında fark ederler, ayaklar altında kalıverince, çoktan iş işten geçmiş olduğundan, deşarj olmanın rahatlığını umarken, ağızlarından çıkıp yılanlar gibi çoğalarak ruhlarını saran sözlerinin arasında, yağlı urganı dilleriyle kendi boyunlarına dolayıp, ucunu elin eline vermiş olmanın huzursuzluğu ve bir şey yapamaz hale gelmenin acziyle bin pişman, perperişan bir zavallı olurlar.
Define, Rum asıllı Osmanlı hekimine benziyordu. Marko Apostolidis’e… Sultan Abdülaziz’in hekimbaşına… Paşalığa yükseltilen o ilk doktora… İnsanları onun kadar sabırla dinliyordu. Dertlerine tıbbı yönden hiçbir şekilde yardımı olmuyordu ama onların anlatarak boşalmalarını, ferahlamalarını sağlamaya çalışıyordu.
Ona dert anlatanların tek amaçları huzur ve mutluluğa kavuşma arzusuydu mutlaka ama hayatlarında olanı biteni tüm çıplaklığıyla bir başkasına anlatmaktan ötürü az veya çok pişmanlık duyuyor olmalılardı.
Onunla tanışan ve dertleşen, bir başkasına öneriyor, böyle böyle ünü yayıldıkça yayılıyordu. O kadar ki Virane’ye yeni birilerinin gelmediği gün yok gibiydi. Bu kadar kişiyle nasıl baş ediyordu!
Öyle bir devirdeyiz ki kimse kimsenin sesine kulak vermek istemiyor. İnsanlar, dinlemekten usanmış, anlatma arzusuyla yanıyorlar, sorunlarını dinletecek kimseyi bulamamanın sıkıntısını çekiyorlar.
Birisine bir şeyden yakınacak olsan: “Bana ne ya! Git, derdini Marko Paşa’ya anlat!” diyorlardı. Nerde bulalım onu! Adamcağız 1888 yılında ahrete intikal etmiş. Bizimkiler de Define’ye gönderiyorlar. O da buraların paşası… Marko Paşası… Hem de Makro Paşası...
Gerçekten dinliyor mu, dinliyor mu görünüyor, bilmiyorum. Bazen usanıyor da dinliyormuş gibi yapıyormuş gibi geliyor bana, bazen de satır aralarını bile kaçırmadığına şahit oluyorum. Sözlerin içinden, ağızdan istemli ya da istemsiz çıkan bazı cümlelerin altlarını çiziyor, hafızasına kaydediyor, sonra onlara dayalı hükümler çıkarıyor.
Bir keresinde bir gençle yeni sevgilisi gelmişti. O genç, nişanlısını bırakmak, yanındaki kızla yoluna devam etmek istiyor, isabetli bir karar alıp almadığından emin olmadığı için Define’ye danışıyordu. Önce ikisiyle şöyle kabaca bir konuşma yaptı. Havadan sudan şeylerdi, dillendirilenler. Sonra kızla yalnız görüştü. Diğerini bahçeye hava almaya göndermişti.
Kızı konuşturmak için birkaç soru sordu. Sonra sorduğu soruları başka sorularla destekledi. Böylece derinlemesine bir gözlem yapmaya çalışıyordu. Ne elde edeceğini merak ediyordum. Dikkatle dinliyordum.
“Faruk iyi çocuktur. Neden anlaşamadı nişanlısıyla, bilmem ki!” dedi Define. Kız: “Ben de bilmiyorum. Faruk geçinilmeyecek biri değil ki! Ben parmağımın ucunda oynatırım onu! Biz çok iyi anlaşıyoruz. Hiçbir sorun yok aramızda.” dedi, sağ elinin işaret parmağını yukarıya kaldırıp küçük halkalar çizdirerek. Halinden çok memnundu. Mutlulukla gülümsemekteydi. Muzaffer bir kumandan edasıyla kasılıyordu.
Bu konuşma, bana acayip gelmemişti. Zaman zaman biz de aramızda bu tür konuşmalar yapıyorduk. Onlara bir şey söylemedi. Faruk’la sonra konuşacak, fikrini o zaman söyleyecekti. Kızın, oraya ne niyetle getirildiğinden haberi yoktu. Oysa o değillikten görücüye çıkarılmıştı. Dede güya sevgilisinin yakınıydı da tanıştırılmaya getirilmişti. Çok kalmadılar zaten. Sanki hayat kaçıyordu! Yakalayıp yaşamak için aceleleri vardı.
Onlar gittikten sonra Define’nin yüzü birdenbire değişti. Asabi, kederli ve endişeli bir hal aldı. Sebebini sordum:
“Ne oldu, dedeciğim? Canın mı sıkıldı? Az önce çok neşeliydin onlarla…” Başını sallayarak:
“Olmaz bu iş, Semiray! Bu kız Faruk’a yar olmaz! Çocuğun başına bela olur! Bu onu yer!..”
“Neden öyle düşünüyorsun? Ne oldu? Nerden bildin yani? Mutlu mesut görünüyorlardı. Her şey çok iyiydi.”
“Bilirim ben. Anlarım! Olmaz! Asla olmaz! Çocuğun kulağını bükeceğim! Bozacağım bu işi ben!”
“Nerden anladın, dede? Ben de dinledim. Hiç açık vermediler.”
“Bizim oğlan salak! Nişanlısını bırakacakmış da bunu alacakmış! Ayıdan kaçarken… Tam dilimin ucuna geldi ya haydi vazgeçtim, söylemeyeceğim gerisini. Anlayan anladı zaten. Tövbe tövbe!.. Kuzu kuzu gidiyor, yem olmaya ama yedirtmem onu ona ben! Kız yaman! Ağzıyla yakalandı!”
“Ne dedi? Anlamadım ben!”
Parmağını havaya kaldırıp onun çevirdiği gibi çevirerek:
“Parmak!” dedi. “Orda açık verdi! Parmağının ucunda oynatırmış! Oynattırırım ben sana iyi bekle!..”
Bir söz… Bir deyim… Kurulacak bir yuvayı, kurulmadan yıkabiliyor! Bir söz, en çok sevilenin elinden alınmasına yetebiliyor!
Boşuna denmemiş atasözleri. Söz gümüşse sükût altındır. İnsan konuştukça açık verir. Farkında olmadan balta taşa vurulabilir.
İnsan, özelini anlatmadıkça, rafta duran kitap gibidir. Anlatmaya başlaması, kapağının açılması demektir. Satır satır okunur sonra… Sona gelindiğinde ne çekiciliği kalır, ne orijinalitesi… Sıradanlaşır.
Sır küpü mü olmak lazım? O kadar da değil canım! İkisinin arasında da bir yerler vardır. Satır aralarını farklı şekilde doldurmamak kaydıyla… Açık vermeden yani… Dikkatlice…
Konuşmamak değil de belki lafını küfünü bilmek… Ağzından çıkana dikkat etmek… Düşünerek konuşmak…
Boğaz dokuz düğüm… Niye?
Akıldan geçen her şey ağızdan çıkıvermesin diye sözün üstüne dokuz düğüm vurulmuş. Her düğümde bir yutkunulsun, durulsun düşünülsün, ondan sonra çıkarılsın ağızdan sözler diye…
“Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 434
YORUMLAR
Bir yazar, "iyi yazılmak istenmediği için iyi yazılmamış" bir romandan bahsediyordu. Sanırım insanlar ve hayat da öyle... İyisi yaramıyor.
İyilik intikama sebep olur da; bunun mekanizması nasıl çalışır bilmiyorum.
İyilik yapandan, iyi olandan peşin alması gereken bir intikam varmış gibi düşünür ben-i adem.
Ya da iyilik eden başa kalkar ettiği iyiliği.
Düşündürdünüz. Çok saygımla.