- 761 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Erzurum Buluşması
Geçmişi Yâd edip görürken düşte
Çeyrek asır sonra buluştuk işte
Erzurum ilinde kırklı bir yaşta
Vuslat ateşini yakmaya geldik
Maziye uzaktan bakmaya geldik
-Murat ARICI-
Buluşma Günü
Atatürk Üniversitesi 1984-88 Öğretim Yılı Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğrencileri olarak ikinci buluşmamızı Dadaşlar Diyarı, Yiğitler, Kahramanlar Diyarı Erzurum’da yaptık. Çünkü Erzurum, bizler için çok önemliydi, çok özeldi. Bizler için çok başkaydı. Dört yılımızı verdiğimiz, en güzel gençlik yıllarımızı harcadığımız ve birçok şeyi bıraktığımız şehirdi. Dostluklarımızı, kardeşliklerimizi, aşkımızı, sevdalarımızı geride bıraktığımız şehirdi.
12 Temmuz 2012 tarihinde Erzurum Öğretmen Evi’nde toplandık önce. Öğretmen Evi’ne vardığımda Filiz Kırbaşoğlu karşıladı beni önce. Bu organizenin baş aktörlerinden biriydi. Kendisi Erzurumlu idi. Sınıfımızın sessiz, kendi halinde, hanım kızlarından biriydi. Üniversiteden sonra akademik kariyer yaptı. Yıllarca mezun olduğu okulda ve aynı sınıflarda hocalık yaptı. Şimdi Yardımcı Doçent olarak Erzincan’da görev yapıyor.
Sonra Sevilay Aksu geldi eşiyle birlikte. O da bu toplantıyı düzenleyen kişilerdendi. Eşi Alpaslan Bey de bütün toplantı boyunca bizlerle bir oldu. Hiç yalnız bırakmadı bizi. Sanki yıllar öncesinden bizleri tanıyormuş gibi, sanki o da bizim sınıfın bir ferdiymiş gibi davrandı hep. İçten, samimi ve yardımsever biriydi. Çabucak kaynaşıverdik kendisiyle.
İlk gün Yusuf Önlü, Refik Albayrak geldi eşleriyle birlikte. Yusuf Nevşehir’de işadamı, Refik de Taşkıran Beldesi’nin Belediye Başkanıydı. Öğretmen Evi’nin dinlenme salonunda buluşup kucaklaştık. Gözler sevinçten parlıyordu. Mikail Kadak geldi sonra. O da aslen Erzurumlu idi. Ama yıllardır Ödemiş’te öğretmenlik yapıyordu ve oraya yerleşmişti.
Sınıfımızdan yetişen şairimiz Murat Arıcı da eşi ve kızıyla birlikte Erdemli’den gelmişti Erzurum’a. İlk toplantıya gelemediği için buradaki toplantıyı kaçırmak istemedi. Ailesi ile birlikte geldi bu nedenle.
Yine Erzurumlu arkadaşlarımızdan Haşim Özcan ve Hasan Özkaya geldi. Antalya Serik’te görev yapan Erzurumlu arkadaşımız Sait Malacı üç gün boyunca rehberimiz oldu. Bizlere mihmandarlık yaptı. Kendine has üslubu ile yeni Erzurum’u tanıttı bizlere. Hemen arkasından Düzce’den Ahmet Eser geldi. Yine Düzce’den vefalı dostumuz canım kardeşimiz Müzeyyen Özcan ve Kocaeli’nden Nilgün Sönmez geldi. Kadro yavaş yavaş tamamlanıyordu.
Öğretmen Evi’nin bahçesine geçtik. Çünkü oturma salonuna sığmaz olmuştuk. İlk gün serbest idi herkes. Çünkü ikinci gün ve hatta üçüncü gün gelecek olan arkadaşlarımız vardı.
Akşam yemek saatinde tüm arkadaşlar “Aspava’ya gidelim” dedi. Aspava, o zamanlar bizler için en uygun pideci yeriydi. Burada her çeşit pide ve lahmacun bulunurdu.
Yine pide yemeğe gittik. Ama Erzurum o kadar değişmişti ki bizim bıraktığımız şehir kesinlikle değildi. Yeni caddeler, yeni sokaklar, yeni binalar, yeni kentler, yeni şehirler yapılmıştı. Hem büyümüştü hem de çok değişmişti Erzurum. Şehre taksi ile girerken şaşkınlıklar içinde kalmıştım. Tanıyamamıştım dört yılımı verdiğim ve kalbimi bıraktığım bu şehri. Erzurum değildi sanki burası. Batıda büyük bir şehirde hissetmiştim kendimi. Her şey o kadar modernleşmişti ki kendimi İstanbul, Ankara veya İzmir’de sanmıştım.
İlk gece yine şaşkınlıkla geçti. Aspava da bu değişiklikten nasibini almıştı. O, bizim bildiğimiz Aspava değildi. Her şey yenilenmiş ve tepeden tırnağa değişmişti. Yemekte, geçmiş konuşuldu hep. Herkes anımsadığı, Aspava ile olan anısını anlatıyordu. Geç saatlere kadar oturduk. Anıları yeniden canlandırdık bir bir. Ve kalkış vakti geldiğinde öğrencilik yıllarındaki gibi Alman usulü yapacaktık. Yani herkes kendi hesabını kendi ödeyecekti. Kimse ağalık yapmayacaktı. Ve bu üç gün boyunca hep böyle olacaktı. Bu konuda çok iyi anlaşıldı ve herkes de bu kurala uydu.
Yemekten sonra yürüyerek, bizim, o yıllarda adına “Mecburiyet Caddesi” dediğimiz Cumhuriyet Caddesi’nden yürüyerek Çaykara Caddesi’ne indik. Öğretmen Evi buradaydı. Bu noktada şunu belirtmeden edemeyeceğim. Cumhuriyet Caddesi tanınmaz şekilde değişmiş. Bildiğimiz birçok lokantalar, kahvehaneler yıkılmış, yerlerine daha büyük İşhanları veya oteller açılmış. Oysa o yıllarda bu caddede hiç otel yoktu. Dadaş sineması da görüntü olarak değişmişti. Yerine modern bir bina yapılmış, ama Dadaş Sineması adı değişmemişti. Cadde, gece boyunca çok işlek, çok kalabalıktı. Oysa bizim zamanımızda belirli saatlerden sonra bu caddede in cin top oynardı. Böyle kalabalık, sadece Ramazan Gecelerinde göze çarpardı.
Öğretmen Evi’nde geç saatlere kadar oturuldu. Erzurum’un en büyük özelliği olan çaylar içildikçe içildi. Çok geç vakitlerde yatmaya gidildi. Öyle ki yılların hasreti bitmiyordu. Ve kimse yatmak istemiyordu.
İkinci Gün
Ertesi gün buluşmanın ikinci günüydü. Seyithan Temel geldi. O da Adana’da öğretmen idi. Yine aynı gün şairlerimizden İhsan Tevfik Kırca ve eşi Hülya geldi. Hülya da bizim sınıfımızın bir öğrencisiydi. Daha aralarında o yıllarda başlayan aşk, evlilikle sonuçlanmıştı. Sevdiğine ender kavuşanlardan biriydi Şairimiz İhsan Tevfik Kırca. O Sivaslı idi. Su Şehri’nden. Daha öğrencilik yıllarında şiirleriyle tanıtmıştı İhsan bizlere Suşehri’ni.
Sabah saat 10.00’da toplandık. Şehir gezisi yapacaktık. Arkadaşlar bu iş için çok güzel program hazırlamışlardı. Her şey ayrıntılarına kadar düşünülmüştü. Otobüs bile kiralanmıştı. Kendi aramızda anlaştık. Otobüs ücretini de bütün arkadaş sayısına böldük. Böylece çok cüzi bir rakam düştü herkese. Kimsede şikayet yoktu ve herkes büyülü bir ortamda başları dönercesine geziyordu.
İlk önce Erzurum’a olimpiyatlar için hemen kaldığımız yurtların arkasında bulunan tepeye atlama kulesi yapılmıştı. Bizim zamanımızda bu kule yoktu. Tepe için sadece çeşitli rivayetler atılıyordu ortaya. Kule, tüm Erzurum’a hakimdi. Bütün şehir ayaklarımızın altındaydı. Nereye bakarsak bakalım Erzurum’u bütün azametiyle görüyorduk.
Burada sabah kahvaltısını yaptık. O kadar mutlu idik ki vaktin nasıl geçtiğini anlamadık. Yine hep geçmişte yaşanan olaylar hatırlanıyordu. Birinin unuttuğunu bir başkası hatırlatıyordu. Kahkahalar tüm salonu inletiyordu.
Kahvaltıdan sonra Erzurmu’un önemli ziyaretlerinden biri olan Abdurrahman Gazi Türbesi’ne gittik. Burası gerek Ezurum Halkı için, gerekse İslam dini için önemli bir ziyaretti. Abdurrahman Gazi ermiş islam alimlerimizden biriydi ve kerametleri olduğuna inanılıyordu.
Daha okul yıllarında Erzurum Halkında ve tüm öğrenciler arasında şu inanış hakimdi : “Görevi veya öğrenciliği sırasında Erzurum’da olup da Abdurrahman Gazi’yi ziyaret etmeyen her kim olursa olsun er veya geç Erzurum’a mutlaka yine gelirmiş.” Belki de şu anda benim burada olmamın nedenlerinden biri de bu inanıştı. Çünkü öğrenciliğim boyunca o ziyareti, bir türlü gerçekleştirememiştim.
Vakit öğle üzeriydi. Ezan okununca namaz kılmak isteyen arkadaşlarımız o uhrevi havayı teneffüs etmek için camiiye gittiler. Bizler de hemen aşağıda bulunan çay ocağına gittik. Bir demlik çay getirildi ve o tavşan kanı çayı yudum yudum içmeye başladık.
Biraz sonra Karslı olan Sakine Bakırtaş arkadaşımız eşi ve çocuklarıyla birlikte gelip bizlere katıldılar. Sakine yine aynıydı. Sima olarak hiç değişmemişti. Hareketli ve canlıydı eskiden olduğu gibi.
Biraz sonra toplanarak şehre doğru yola çıktık. Ama Abdurrahman Gazi’yi iner inmez, otobüsümüz, bir toprak yola saptı. Biraz sonra o kadar şaşıracaktık ki belki de bu şaşkınlığımız ömür boyu başımızdan gitmeyecekti. Sait Malacı “Arkadaşlar burası meşhur mekanik gücü olan yol. Burada arabaları yolun başında boşa alıyorsunuz. Frenden ayağınızı çekiyorsunuz ve biraz sonra araba kendiliğinden geri geri giderek hareket ediyor.” dedi. İnanmamıştım. Öyle şey mi olurdu? Ama gördüklerim beni hayrete düşürdü. Şoför arabayı durdurdu. Vitesi boşa aldı. Ayağını gazdan ve frenden çekti. Direksiyonu dahi tutmadı. Biraz sonra o koskoca otobüs geri geri gitmeye başladı. Herkes “Aaaaa” çekmeye başladı. Gerçekten inanılacak gibi değildi. Bunun sebebini sorduğumuzda Sait şöyle anlattı: “Halk arasında inanışa göre Abdurrahman Gazi Hazretlerinin manevi güçleri olduğu ve bu güç sayesinde araçları kendisine çektiğine inanılıyor. Bilimsel olarak ise burada bir manyetik gücün olduğu ve doğal olarak da bu manyetik alanın araçları kendisine doğru çektiği söyleniyor”
Şaşkınlığımız devam ederken otobüsümüz Karskapı’daki şehitliğe doğru gitti. Burada aziz vatanımız için şehit düşen askerlerimiz vardı. Arkadaşlarımızdan Sevilay’ın kardeşi de şehitlik mertebesine ulaşan askerlerimizdendi. Hep beraber burada yatanları ziyaret ederek onlara Fatiha okuduk. Burukluk ve üzüntü içinde şehitlikten ayrıldık.
Yorulmuştuk. Belediyenin otantik tarzda yaptığı Tebrizkapı Çarşısı’na gittik. Burası ahşaptan yapılmış ve özellikle antika tarzındaki eşyalarla turistlere hitap eden çok güzel bir yerdi. Dileyen burada dinlenip çay içti, dileyen de hemen karşıda bulunan ve Erzurum’un simgelerinden biri olan Üç Kümbetleri gezmeye gitti. Ben de burayı gezmeye gidenler arasındaydım. Küçük bir geziden sonra biz de Tebrizkapı Çarşısı’na oturup çaylarımızı yudumladık. O büyülü havayı çayımıza katarak yudum yudum içtik.
Çaylardan sonra şehir yürüyüşüne çıktık. Kuyumcular Çarşısı’na indik. Erzurum’un her tarafından boşalırcasına akan kaynak çeşmelerinden, o, buz gibi sularından içtik. Çarşıda yürürken duyduğumuz sesle hepimiz irkildik. Gökyüzünde bir avaz çınlıyordu. Nereden ve kimden geldiği belli olmayan bu sesi aradık hep beraber. Taa gerilerden gelen yanık bir sesti bu. Ama ne ses! Gönüllere ilmek ilmek doluyordu sanki. Nakış nakış yüreğimize işliyordu. Biraz sonra kime ait olduğu ortaya çıktı bu sesin. Gözleri hafif ama olan, yaşı biraz ilerlemiş beyaz saçlı, zayıf bir hacıdan geliyordu. Sanki irticalen okuyordu şarkısını. İlahiye benzeyen, sevgi, barışı konu edinen bir terennümdü bu. Makamını da o kadar ahenkli söylüyordu ki değme konservatuvar mezunu müzisyenlerden daha iyiydi. “Sofi” diye sesleniyordu herkes. Yanından geçenler üç-beş lira harçlık sokuyordu cebine. O kadar içten, o kadar yanık bir sesi vardı ki beni büyülemişti. Gözlerim dolmuştu. Ağlamayı beğenmemiştim. Tam yanıma geldiğinde cüzdanımı çıkarıp uygun bir para da ben soktum cebine. İçimden de “Helal olsun sana bu para” dedim
Yürüyerek meşhur Oltu taşlarından teşbih yapılan Tarihi Taşhan’a geldik. Burada nostaljik bir gezi yaparak Oltu Taşlarından yapılan takıları, süs eşyaları ve teşbihleri gördük. Birçok arkadaşımız hatıra olarak aldılar bu ürünlerden.
Cağ Kebabı Ve Kadayıf Dolma
Yürüyerek tekrar Öğretmen Evi’ne geldik. Akşam yemeği için terminal yolunda bulunan Kadayıfçı Muharrem Usta’nın yerine gidecektik. Burada Erzurum’un iki meşhuru olan Cağ Kebabı ve Kadayıf Dolma yiyecektik. Ama bir saat kadar odalarda dinlendik. Çünkü çok yorulmuştuk.
Bir saat sonra ise Muharrem Usta’nın yerinde buluştuk. Buraya sınıfımızın kurmaylarından dediğimiz Yavuz abimiz de eşiyle birlikte geldi. Kurmaylarından diyorum çünkü Yusuf Önlü, Osman Bölükbaşıdara Yavuz Güllülü, Mesut Akben, Adnan Çakıcı ve Naci Önal yaş bakımından bizden biraz büyük oldukları için onlara kurmaylar diyorduk.
Doğrusu bu gece ziyafet bakımından doruk noktasına ulaştı. Cağ kebabı geçekten harikaydı. Diyette olmama rağmen o gece için kendime izin vermiş ve deyim yerindeyse cağ kebabını götürmüştüm. Tabii cağ kebabı, ünlü Erzurum Lavaş ekmeği ile bir başka lezzetli oluyordu. Üzerine de yöreye has kadayıf dolmanın tadına lezzetine diyecek yoktu doğrusu. Herkes birer tane yerken ben iki hatta üç tane yedim. Ve geceyi çay ile noktaladık. Çaysız olmazdı. Çünkü Erzurum denildiği zaman akla gelen ilk şeylerden biri de çaydı. Lokanta önünde çektiğimiz hatıra fotoğrafı da o geceyi ölümsüzleştirdi. Hatıralarımızın en güzel karesini oluşturdu.
Üçüncü Gün Ve Mahmut Bal
Üçüncü gün Kadim Dostum, biricik kardeşim Mahmut Bal geldi. Onu terminale almaya Yusuf Önlü, Refik Albayrak, Ahmet Eser ve ben gittik. Terminalin önündeki buluşmamız ise görülmeye değerdi. Nasıl da sarıldık öyle birbirimize. Yıllardan intikam alıyorduk sanki. İşte Mahmut yine yanımızdaydı. Hiç yanımızdan ayrılmayan, her türlü şakalarıma katlanan ve bana asla küsmeyen mert, adam gibi adam, Anadolu yiğidi, Adıyamanlı Mahmut Bal…
Son olarak da Giresun’dan Ekrem Özdemir geldi. Gelmeye söz veren bazı arkadaşlarımız ise ellerinde olmayan nedenlerden dolayı son anda çıkan işleri nedeniyle aramızda olamadılar. Bir Mustafa Altunok, bir Yakup Yayla, bir Osman Bölükbaşıdara, bir Naci Önal, bir Hacı Donsak, Bir Ayşe Akturan, bir Serpil Sak, bir Fikriye Demir yoktu toplantımızda. Ama onlar hep bizimle birlikte oldular.
Otobüsle önce Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Botanik Bahçesi’ne gittik. Gerçekten de güzel bir yerdi. Görülmesi gereken yerlerden biriydi. Tabii bu arada yolda giderken her gün yanından defalarca geçtiğimiz Havuzbaşını unutmamak gerek. Yine aynı güzelliği ile halkı selamlıyordu. Karşısında o zamanlar Halk Eğitimi Merkezi vardı. Ama bu gün yerinde yeller esiyor. Çünkü yıkılmış. Yine yol üzerinde bulunan Elif Pastanesi, Orkide Çau Bahçesi yerle bir olmuş. Hemen ilerde bizim üç kazıklar dediğimiz anıt, yerli yerince duruyor yıllara inat. O zamanlar hep “Bu kazıklardan biri askeri, biri öğrenciyi, biri de burada görev yapan memurları temsil ediyor, onları nasıl kazıkladıklarını göstermek için de bu anıtları yapmışlar” derdik.
Botanik Bahçesinden sonra Üniversiteye ittik. Üniversite de çok değişmiş ve çok modern binalar ile ortama uyum sağlamıştı. Değişmeyen sadece bizim fakülte idi. Aynı yerinde idi. Ve aynı bina ile bize hoş geldiniz diyordu. Bu sefer ön kapıdan girdik. O yıllarda buradan öğrencilerin girmesi yasaktı. Sadece hocalar giriyordu. Arkadaşlardan bunun şakasını da yapan oldu. “Yani bu kapıdan geçebilmek ancak 24 sene sonra gerçekleşti. Allah bize bunu da nasip etti.” dediler.
Ve fakülteye girdik. Önce hocalarımızın odalarını gezdik. Rahmetli Muhan Bali’nin odası, koordinatörümüz Mustafa İsen’in odası, Rüzgarın Oğlu Recep Toparlı’nın odası, Saim Sakaoğlu Hocamızın, Kemal Yavuz’un odası, yine sevdiğimiz hocalarımızdan Şerif Aktaş’ın odaları ziyaret edildi. Turgut Karabey Hocamız sevgi ile anılan hocalarımız arasındaydı tabii. Hocalarımız yoksa da adları orada yaptıkları ile yad edildi.
Sınıflarımıza gittik. Önce altta bulunan Anfideydik. İçeri girdik. Hepimiz şaşkınlıktan neye uğradığımızı şaşırdık. Sıralar değişmiş ve modern cihazlar konmuştu. Akıllı sınıf görünümündeydi. Ama hepimiz de şu soruyu sormadan edemedik: “Burası bu kadar küçük müydü yaa?”
İkinci ve üçüncü katta bulunan o zamanlar “6” ve “12” numara olan odalarımıza çıktık. Aynı şaşkınlığı burada da yaşadık. İçerde birkaç öğrenci ders çalışıyordu. Meğer sınıflarımız şimdi Tarih Bölümü öğrencilerine verilmiş. Ve buraları Tarih Bölümü olmuş.
Hepimiz aynı yerlerimize oturduk. 24 yıl önceki gibiydik. Başka bir deyimle 24 yıl sonra yine öğrenci olduk. Neler geçmedi ki o an aklımdan. Başım yine tıpkı 24 yıl önceki gibi sağ tarafa kayıverdi. Gözlerim, o boş kalan o sıralarda, birini aradı. Dört yıl boyunca her defasında göz göze geldiğimiz ve her defasında beni tir tir titreten, buz gibi donduran, o bakışları, o büyülü gözleri aradı. Ama yine o yıllardaki gibi 24 yıl sonra da bakışlarım boşluğa takıldı. İçim cız etti. Kalbim yine o yıllardaki gibi hızlı hızlı, yerinden fırlayacakmışçasına çarpmaya başladı. İşte tam o sırada Refik demez mi “Şu sınıf ne aşklara sahne oldu. Bazı arkadaşlarımızın sağ tarafa doğru olan bakışları hala gözlerimin önünde. Hakan, ders boyunca hiç tahtaya bakmazdı. Hiç hocaları dinlemezdi. Hep sağ taraftaydı gözleri.” deyince ben de “Oğlum bi sus, deşme yaramızı” dedim. Sen misin bunu söyleyen, bir kahkaha tufanı koptu sınıfta. Öyle ki meşhur olan, Leyla ile Mecnun’u, Ferhat İle Şirin’i bile kıskandıracak gizli sandığım aşkımı hepsi biliyordu.
Artık herkes sınıfta yaşadıklarını anlatıyordu. Bazı hocalar taklit ediliyordu. Adeta geçmiş, halde, yeniden yaşanıyordu. Biraz sonra, bizden bir üst sınıfta olan ama bazı derslerini bizimle alan, şimdi okulumuzda bir akademisyen olan arkadaşımız Prof Dr Kazım Köktekin geldi. Bizimle sarmaş dolaş oldu. Kucaklaştık. O da hemencecik ortama uyuverdi. Hatırladığı anıları bizimle paylaştı. Geçmişte yaşadığımız ortak anılar bizi bütünleştirdi. Sima olarak hiç değişmemişti. Ve o da aynı şeyi bizim için söyledi. Uzun bir sohbetten sonra yurtlara gitmek üzere fakülteden ayrıldık. Çünkü yurtları görmeden yapamazdık.
Yurtlar da değişikliğe uymuştu. Yeniliğe dayanamamışlardı. Bazı binalar yıkılmış, yerlerine yenileri yapılmıştı. O zaman kız yurdunun arkası, bizler için futbol sahasıydı. Orada sabahın ilk saatlerinden itibaren maçlar yapardık. Ve gün boyunca o saha hiç boş kalmazdı. Şimdi yerinde bahçe var. Yapay dere yapılmış. Ağaçlandırılmış ve çok güzel olmuş. Kantinler ve restoranlar çoğalmış. Çok modern mekanlar haline gelmiş. O kadar lüks olmuşlar ki şaşkınlıklarımızdan gözlerimiz dönmüştü.
Tatil olduğu için yurtlar tenhaydı. Sadece yaz okulu için kalan öğrenciler boy gösteriyordu tek tük. Hevesimizi aldıktan sonra Mediko Sosyal’a gittik. Burası, o zamanlar bizim yemekhanemizdi. Bütün okul burada öğle ve akşam yemeği yerdik. Ucuz olduğu için genelde burayı tercih ederdik. Özellikle Ramazan Ayında çok güzel yemekler çıkardı. Salı günleri benim için bayramdı. Çünkü o gün makarna ve tavuk çıkardı. Ve o günü ben sırf makarna olduğu için hiç kaçırmazdım. Yemekleri koyan arkadaş olduğu için bana makarnayı doldururdu. Tepsi adeta taşardı. Bütün gözlerden makarna akardı. Görenler kendi arasında “yer-yiyemez” diye iddiaya girerlerdi.
Ve son olarak Palandöken Kayak Merkezi’ne gittik. Tabii bu arada yeni yapılan kentleri de otobüsle hızlı turladık. Yenişehir, Palandöken olmuş, bizden sonra Dadaşkent ve Yıldızkent yapılmış. Buraları da yıldırım hızıyla gezdikten sonra Palandöken’e gittik. Burada hazırlatılan döner kebapları yedik. Evden yaptırılıp getirilen Kadayıf dolmaların tadına diyecek yoktu yine.
Yemekten sonra isteyen arkadaşlarımız Kondollara binerek Palandöken zirvesine nostaljik bir gezi yaptılar. Tabii bende yükseklik korkusu olduğu için, bu zevkten yine mahrum kaldım. Mahmut ile beraber bir köşeye oturarak geçmişi konuştuk. Dertleştik. Adeta yılların acısını çıkardık.
Son Gece Ve Müceldili Kültür Evi
Hiç bitmeyecek sandığımız rüya hızla sona doğru yaklaşıyordu oysa. Biraz sonra akşam olmuştu. Ve öğretmen evine dönmüştük. Akşam ise son buluşma gerçekleşecekti. Güzel bir akşam yemeğini hep beraber yiyecektik. Erzurumlu arkadaşlarımız bunu da en güzel şekilde planlamışlar ve bize gerçekten unutulmaz bir gece yaşatacaklardı. Ve nihayet son buluşma vakti geldi.
Erzurum Buluşmasını süpsüper bir gece ile noktaladık. Erzurum Müceldili Kültürevi’nde Erzurum’a yakışır bir güzellikte unutulmaz, duygu yüklü bir gece yaşadık. Erzurum yemekleri, kadayıf dolma, çay, Erzurum Barı, şiirler ve Erzurum Türküleri geceyi ölümsüz yaptı.
Müceldili Kültür Evi ilgi çeken bir mekan oldu benim için. Tarihi bir binada yer alıyor. Müceldi, Erzurum’da bir köy adıymış Ve Müceldili olan bir kişi de bu binayı alarak, Erzurum Kültürünü ve sanatını yaşatmak istemiş. Burayı bu hale getirmiş. Zamanla burası Erzurum’un Kültür ve Sanat Evi haline gelmiş. Erzrurum’un gelenek, görenek ve adetlerini tanıtmaya çalışıyor. Kendine has bir havası var. Etkilenmemek elde değil.
Erzurum yöresine has yemekler getirildi. Dolma, suböreği, ve kızartmalar… Tabii ki vazgeçilmez kadayıf dolma ile demlik demlik çaylar…
Yemekten sonra Erzurum’un yiğitlik simgesi olan Erzurum Barı gösterisi bizi derinden etkiledi. Hele bıçaklarla yapılan gösteri yüreklerimizi ağzımıza getirdi. Oyun gereği oyuncuların “Tey tey tey” naraları kulağımızın pasını giderdi.
Şairlerimizden İhsan Tevfik Kırca ve Murat Arıcı’nın şiirleri bizi duygu selinde boğdu. Son olarak Erzurum Türküleri bizlere tam bir Erzurum Gecesi yaşattı. Özellikle Erzurumlu arkadaşımız Haşim Özcan, o yanık sesiyle “Kadem Bastı a sultanım” derken bizleri yine 24 yıl öncesinde yaptığımız Türkoloji gecelerine götürdü.
Ve Ayrılık
Ve Yine ayrılık... 24 yıl önce Erzurum’u yağmurlu bir günde terk etmiştim. Sanki Erzurum, benim gidişime ağlıyordu. Gözyaşlarına hakim olamamış ve sel olup boşalmıştı. 24 yıl sonra Erzurum buluşmasının ardından yine burukluk, yine üzüntü, yine ayrılık...
İtiraf etmem gerekirse üç gün boyunca Erzurum sokaklarında kendimi aradım. Daha sabahın saat 06.00’sında kalkıp ıssız sokaklarda kendime ve o vefasız sevgiliye baktım. Onları aradım. Ama nafile. Anladım ki eski aşklar tarihe mal olmuştu ve şanla şerefle yüreklere gömülmüştü. Oysa son sevgili, hep benimleydi, hep yanımdaydı. Her an aklımdaydı ve hep onu düşünüyordum. Aklımdan çıkmayan sadece oydu…
Doyumsuz, unutulmaz 3 gün yaşadık Erzurum’da... Belki o yıllardaki kendimizi, eski sevdalarımızı, kaybettiklerimizi bulamadık... Belki Eski Erzurum’u da bulamadık. Ama o dostluğumuz, sevgi bağımız, kardeşliğimiz, yarenliğimiz hala dünkü gibi; hatta daha da kuvvetlenmiş, perçinlenmiş olarak duruyor. Sımsıcak sevgimizi bulduk. Erzurum dostluğu, misafirperverliği yıllara meydan okurcasına ayakta duruyor.
Erzurum, bizi 24 yıl öncesi gibi yine bağrına bastı. Kucakladı. Misafir etti. Asla yüksünmedi. Sevgisini paylaştı. Bu sefer ağlayarak değil, gülerek, sevgiyle, muhabbetle ayrılıyoruz. Başlangıcı olan her şeyin mutlaka bir de sonu var. Ve biz üç günlük buluşmamızın son demindeyiz. Özellikle final gecesi muhteşemdi. Ömrümüz boyunca unutamayacağımız kültür dolu, sanat dolu, sevgi dolu, yürek dolu, dostluk dolu bir gece yaşadık.
Bu gecenin mimarları olan Filiz Kırbaşoğlu, Sevilay Aksu, Haşim Özcan ve bizleri hiç yalnız bırakmayan, buluşma boyunca mihmandarlığımızı yapan Sait Malacı’ya kendim ve tüm arkadaşlarım adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bu arkadaşlarımız, bütün yükü omuzladılar. Ve bizlere muhteşem üç gün yaşattılar. Seneye Trabzon Uzungöl’de buluşmak üzere hoşçakal dost Erzurum, yar Erzurum, can Erzurum, Yahşi Güzel Erzurum, TEŞEKKÜRLER ERZURUM
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.