- 645 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Atlar Ve Rüzgar/2
Atları olmuştu ama düzen istediği gibi işlemedi. Kızdı bu duruma Rüzgar. İçlendi, içerledi. Gel zaman git zaman bu sefer de geçti karşısına anasına diklendi:
“Adımı neden Rüzgâr koydunuz?”
Anası dedi:
“Ben ne bilirim çocuğum, git bubana sor.”
“Sordum."
Anası dedi:
Nedenmiş?”
“Özgürce esip gezeymişim deye.”
Anası dedi:
“İyi ya işte!”
“Hem de neden Doruk?”
Anası dedi:
“Bubana sor.”
“Sordum.”
“Ne dedi?”
“Başım göklere ersinmiş diye.”
“Ne gözel işte!”
“Öf ana!”
“Neye püfledin ki şindi?”
“Püflemedim.”
“Her neyse.”
Sordu anasına:
“Abamın adı neden Çiçek, ot mu o?”
Anası dedi:
“Canın neye sıkıldı senin?”
“Ötekinin adı Pürçek, mısır mı o?”
“Bilmen. Şakir bubana sormak ilazım.”
“Bilmem bilmem! Öf ana, bi şey bilmez misin sen?”
“Bilmez olur muyun çocuğum. Teknede hamur garıp kim ekmek yapıyo? Ateş yakıp yemeği kim pişiriyo? İnekleri kim sağıyo, yayığı kim dövüyo? Evi kim süpürüyo, çamaşırları kim çitiliyo? Oo, say say bitmez…”
Rüzgâr:
“Boyularına hamut geçirip arabaya koştunuz…”
“Kimi?”
“Atları.”
“He ya, koştuk.”
“Peşlerine saban takıp toprağı sürdünüz...”
“Ekin ekmek için.”
“Harman dövdünüz döndüre döndüre…”
“Taneyi samandan ayırmak için…”
“Bana ne, bana ne! Köle mi onlar?”
“Töbe estağfurullah! Kimi koşsaydık ulan? Üçünüz bir olup öküzleri sattırıp beygir aldırdınız bubana. Bütün bu işleri yaparken öküzler köle miydi? Ne alaka! Yazın sıcağında birlikte çalışıp kışın soğuğunda beraber yimedik mi?”
“Bana ne!”
“De hadi!”
“Öküz mü onlar ana?”
“Öküz diilse biğgir. Var mı çalışmadan yaşamak?”
“İş varken koşup çalıştırdınız, iş yokken zincirleyip çaktınız.”
“Ya ne yapsaydık?”
“Salıp özgür bırakmadınız…”
“Çekil karşımdan, işim var benim. Hem üğlen oldu bak, susamışlardır şindi. Git göksu deresinde sula. Ya da dallı bınarda. Hem yolacakları ot galmamıştır, yerlerini diiştir. Çok bilme bu gadar!”
Yanına keskin yüzlü çakısını aldı, lastik ayakkabılarıyla taşlı çakıllı yolu arşınladı. Atlar çıplak tepenin yamacında çakılıydı. Yanlarına yaklaşınca kişneme gibi ıslık çaldı. Doru olan başını kaldırdı, geleni tanıdı. Sorusunu kişneyerek cevapladı…
Demir kazık etrafında döne döne otlamışlar, yolunacak bir tutam ot kalmamıştı. Hava da sıcak mı sıcak, çokta susamışlardı. Hem de sinek vardı çok, onlar da susamış gibi atların göz sularını içiyorlardı…
Öptü kokladı ikisini de, sevdi okşadı. Konuştu onlarla. Sonra götürüp göksuda suladıktan sonra geri getirip gene otlu bir yere çaktı.
İşi bitince çıkıp çıplak tepedeki yalnız ağacın gölgesine oturdu. Keskin çakısıyla kestiği kızılcık çubuğunu soyup yay yaptı. Yedi tane de sivri uçlu ok yaptı…
Atlar kutsal hayvanlardır. Asil, hassas ve zeki… Hem de sadık. Sudan yaratılanı vardır, rüzgârdan yaratılanı. At olan eve cin girmez, nefesi kovar hepsini.
Bedenden kopmuş ruhları öbür dünyaya kim taşır?
Kim olacak, tabii ki onlar…
Bir sürü çalışıp ok ve yay işini bitirince sırtını yalnız ağacın yaşlı gövdesine dayadı, ellerini de başının arkasında bağladı. Durduğu yer yüksekti ama başı göğe ermiyordu nedense. Adı rüzgârdı ama o gibi özgürce esmiyordu…
Atlar kutsalmış.
Diyene bak!
İnsan kutsalı tutsak yapar mı?
Asilmiş.
İnsan biri asili zincirle çakar mı?
Özgürlük sevene gem vurulmaz!
Oku, yayı ve çakıyı orada bırakıp yamaç aşağı koştu. Rüzgâr gibi. Atların yanına varınca “Gel” dedi delibaş doruya, eğilip ayağındaki kayışı boşandırdı. “Haydi,” dedi ona “saldım seni, git. Özgürsün artık.”
Zinciri topladı, demir kazığı çıkardı; gitti uysal yağızın yanına. İki zinciri ekleyip kısayı uzun ettikten sonra ona da “sen de yarı özgürsün.” dedi.
Gene koştu. Bu sefer yamaç yukarı. Rüzgâr gibi. Tepenin yüksek üstüne varınca orada durup dikildi. Biraz da yavru ayıcık gibi parmakları üzerinde yükseldi. O zaman gözleri sevinçle gülümsedi. Çünkü bir ses ona; “gördün mü çocuk, başın nasıl göğe erdi!” demişti.
Gün yarın olunca yine aynısını yaptı. Atların birini özgür bırakıp diğerinin çemberini genişletip açtı. Yine tepedeki ağacın altına oturup yüksekten onlara baktı. Seyretti. Nenesinin anlattığı masalları, destanları, efsaneleri hayalinde yaşattı. Bazı bazı eyersiz doruya binip dallı pınar otlağında koştururken ve uzun yeleler yelde uçuşurken atası Oğuz Kağan gibi yay gerdi, ok fırlattı...
Başına buyruk çıktığı maceranın üçüncü günüydü. Yani öbürsü gün. Öğlen öncesiydi. Ev önündeyken bir at kişnedi. İki kere. Hem de avlunun öte yanındaki taşlı yamaç yolu öttüren nal sesleri vardı. İçi güp güp edince koşup baktı. Doruydu o. Gelip köydeki çeşmeden su içmiş gene dörtnala özgür olmayan eşinin yanına gidiyordu. O zaman içi içine sığmadı. Sığmadı ama biraz da korktu. Çünkü bu özgürlük oyunundan evdekilerin haberi yoktu.
Koştu peşinden. İki tepe bir de çukur aştı. Vardığında ter duman içinde kalmıştı ama özgür olan yarı özgür arkadaşının yanındaydı. Biraz soluklanınca yağızı da serbest bıraktı.
“Özgürsünüz artık” dedi onlara “yılkı atları gibi. Özgürce otlayın, özgürce sulanın, özgürce koşup oynayın. Ama gün kavuşunca evde olun. Tamam mı? Unutmayın, atlar zekidir. Koca nenem öyle demedi mi?”
Yağız her şeye rağmen uysal mizaçlı bir attı. Doru olan deli doluydu ama o günden sonra o da başkalaştı. Tabii Şakir baba da...