- 753 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
BİLGE ÖKÜZ
(Latekmenden Büyüklere Masallar)
Güz zamanı otlar kurumuştur ve çürümeye doğru yön tutmuştur ki, yerin yüzü kirli sarı gibidir. Yabani meyveler olgunlaşmıştır ama suyu azalmış, yaprakları eskiyip solmaya yüz tutmuş gibidir. Orman yeşil değildir artık. Oldukça değişmiş, yapraklar çokça renklenmiştir. Güneş tepede değil, yandan gelip yandan gidiyordur. Gölgeler uzundur. Yel; sıcak değil serin esiyordur. Küçük dereler kurumuş, büyük olanlarsa azca akmaktadır…
Güz, kışın habercisidir. Bu yüzden leylekler göçmüş, kırlangıçlarsa hazırlık içindedir. Her ne kadar bazıları için göç zamanı ise de güz, sığırlar için özgürlük mevsimidir. Çünkü ekinler biçilip hasat edilmiş; tarlalar anızdır artık. Gündöndüler, mısırlar kesilmiş; yerler toz topraktır. Bağlar bozulmuş, fasulye, nohut yolunmuş; bahçeler boştur. Yaz gitmiş güz gelmiştir ki, bu zamanda kırlar bomboştur…
Sığırlar bu zamanda özgürdürler. Geceleri avluda başları bağsız, kapıları açık uyurlar. Sabah olduğunda hadi kalk diyen yok, özgür uyanırlar. Canları çektiğinde geç, canları istediğinde erkenden kalkıp özgür kırlara doğru özgürce yol tutarlar. Başlarında eli sopalı çoban yoktur. Alabildiğine engin kırlarda köpekler korumasında salma yaşarlar. İstedikleri yerde gezer, istediklerini yer, içer, istedikleri zaman yatıp dinlenirler. Zaten iş güç de yok; bu yüzden karışan görüşen de yoktur. Her ne kadar yeşil ot az kalmış olsa da öylesine özgürdürler ki, keyiflerine diyecek yoktur.
O gün köydeki avlularından erken çıkmışlar, Istranca kaynaklardan doğup gelen ve akıp Karadeniz’e dökülen koca derenin kıyılarındaki yeşilliklere yayılıp özgürce otlamışlardı. Öğlen olduğunda su içip işkembeleri iyice şişirince tek sıra olup iğrek yerleri gümüş alana çıkmışlardı. İkindiye kadar ormanın kuytuluğunda yatacaklar, geviş getirerek yolup işkembelerine doldurduklarının hazmını yapacaklar, vakit geldiğinde tekrar dere boyundaki yeşil yerlere inip otlayarak akşamın hazırlığına başlayacaklardı…
Küçük Mu, koşup geldi. Büyük endişesi varmış gibi oldukça telaşlıydı. Elleri arkasında bağlı, alanın berisinden sürüyü izleyen Koca Mu’nun karşısına dikildi; telaşlı ve endişeli bakışlarla hızlı hızlı tekmil verdi:
“Üç çift işçiMu, yirmi dört ana Mö, on sekiz genç Mö, on üç genç Mu, dokuz tane de küçük; saydım, toplam yetmiş kişi… İki eksik var dede! Bir Mu, bir de küçük kayıp. Ne olacak şindi?”
Koca Mu:
“İyi saydın mı?” dedi, kara gözlü küçük Mu’ya
Küçük Mu:
“Saydım dede!” dedi, “Bi kere, iki, kere, üç kere… Kaç kere saydım, kaç kere! Her seferinde iki eksik! Hep yetmiş, hep yetmiş…”
“İyi, tamam” dedi, koca Mu, “telaş yapma! Bir daha toplayalım bakalım. Altı öküz, yirmi dört inek, on sekiz düve, on üç tosun, dokuz da buzağı mı dedin sen?”
“He dede!”
“Hepsi yetmiş…”
“He dede!”
“Yani iki eksik…”
“He dede…”
Koca Mu; koca boynuzlu başını az büktü, ak tüylü kulaklarını ileri doğru itti ve kaş altından bakıp küçük Mu’yu şöyle bir süzdü:
“Bre Nasrettin,” dedi ona, “beni saymadın! Kendini de… Saydın mı?”
Küçük Mu:
“Tüh, gördün mü, gene telaş yaptım. Padon koca dede!”
Gümüş alan, koca bir alandır. Sağ yanı koca deredir. Üst yanı ormandır ve orman engin yeşil bir yerdir. Sol yanında Sevindik köyüne kadar uzanan biçilmiş tarlalar vardır. Alt tarafıysa denize doğru uzanmaktadır. Bu koca alanın ortasındaki yüksekçe yerde koca bir ahlat ağacı vardır ve onun altı da Koca Mu ve kabinesinin yazlık mekânıdır.
Elleri arkasında, nalsız ayaklarıyla oraya doru yürürken yüzüne hoş bir gülümseme geldi. Bu gülümseme, altındaki eşeğini saymayan Nasrettin hoca gibi kendisini ve dedesini saymayan Küçük Mu’nun telâşe tavrınaydı.
“Hadi gel!” dedi ona. “Gel benimle. Yetmiş iki deyince aklıma bişey geldi de…”
Küçük Mu, şaşırdı. Hadi sen de benle gel diyen bilge Mu’yu acaba yanlış mı anlamıştı?
“Ne dedin dede? İyi duyamadım da…”
“Gel dedim ya!”
“Geleyim mi?”
“Osurmazsan…” deyip gülümsedi koca Mu?
Küçük Mu bu teklife, hem de bilge dedenin sevimli haline çok sevindi. Uzun uzun adımlar atarak, her seferinde sağa sola ritimli şekilde sallanarak çocuksu bir oyun temposunda yürürken; “osurmam dede, osurmam, osursam bile kokutmam…” gibi mukallit yaşlılardan duyduğu bir sözü türkü gibi söylemekteydi.
Bilge öküz önde, karagöz tosun onun peşinde yürüyüp alanın ortalık yerindeki koca ahlatın altına gittiler. Koca Mu, ağacın dibine usulca oturdu, ellerini nasırlı ensesinde, sırtını ağacın gövdesine dayadı, bir de bacak bacak üstüne attı. Şöyle bir gerindi, gerinirken de oh dedi. Küçük Mu da karşıda bir yere geçti, o da bilge dedesi gibi bağdaş kurup usulca çömeldi, ellerini dizleri üstüne koyup dinler birinin saygılı vaziyetini seçti.
Koca Mu:
“Yetmiş iki deyince aklıma geldi. Bu, nesli yok olan yılkı atlarının hikâyesidir. Anlatmış mıydım sana?”
Küçük Mu:
“Anlatmadın.” dedi.
Koca Mu:
“Ha işte, anlatmasam olmaz. Anlatayım da dinle. Şimdi familyamız yattı dinlenceye, kime güveniyorlar? Bize ve köpeklere… Sahi unuttum çocuk; köpekler nerede?”
“Top kayınların dibinde... İkisi de nöbette. Sorun yok dede!”
“İyi,” dedi, koca Mu,“rahat rahat sohbet edebiliriz öyleyse.”
“Edebiliriz” dedi küçük Mu, “kurt saldırıp ziyan veremez. Çünkü köpekler...”
Koca Mu:
“Kurt… Tu tu tu! Adı söylenmez çömez! Yaban denir ona. Sahip koca Tolga ne der hep?”
Küçük Mu:
“Ne der?”
“İti an, çomağı hazırla! Bu yüzden… Kurt dersen ağzından çıkan uçup mendeburun kulağına gider. O da kalkar yattığı yerden; biri adımı söyledi, acaba beni davet mi etti deyip çıkagelir. Neyse… Anlatacağım hikâye de zaten onunla ilgili. Yani kurt denilen o baş belasıyla…”
“Tu tu tu! Duymasın, duymasın dede! Onun adı yaban…”
Koca Mu:
“Dinle. Çok zaman önce, çok çok uzak bir yerde bizim gibi bir sığır sürüsü varmış. Onlar da biz gibi özgürce yaşarmış. Dağ bayır onların, çayır çimen onların, dere, göl onların. Yiyip içiyormuşlar, sıçıp işiyormuşlar. Gece olunca beylik çayırına gelip biz gibi geviş getirip yediklerini sindiriyormuşlar. Hayatları güzel. Sahip yok, dama kapatılıp yularlanmak yok; gel keyfim gel yani. Başlarında da ben gibi koca biri varmış, yardımcısı da sen gibi küçük biri. Bizim familyamız gibi yani. Koca mu sürüye yol, yön çizermiş, küçük mu da ona yardımcılık edermiş. Sürü de onlara koşulsuz itaat edermiş. Her şey iyi güzelken bir gün aç bir kurt sürüsü musallat olmuş onlara. Her gün saldırıyor, her gün sürüden birini kaldırıp dağa kaldırmak istiyormuş. Çayıra gitseler yiyemez, dereye inseler içemez, yattıklarında sakız çiğneyemez olmuşlar. Mendeburlar hep enselerinde! Bir gün, iki gün, üç gün… Beş gün, yedi gün, dokuz gün… Kaç gün ama kaç gün! Merada otlayamaz olmuşlar, dereden içemez olmuşlar, gece uykuları kaçmış; paranoyak olmuşlar. Huzurları öyle kaçmış ki, sonunda dayanamaz olmuşlar. Aç mendeburlar gündüz enselerinde, gece diplerinde; ne yapacaklarını şaşırmışlar. Koca mu, demiş bir gece yardımcısı küçük mu’ya; ne yapsak acaba? Benim aklım durdu. Çayırda nöbet, derede nöbet, geceleri nöbet; dayanacak gücüm de kalmadı. Çekip gitmiyorlar şaşırdım kaldım! Ne yapsak da bu baş belası durumdan kurtulsak? Küçük mu; savaşalım demiş. Savaşa devam dede! Yılmak yok! Onlar on iki, biz yetmiş iki kişi; pes etmek yok! Tamam, demiş koca mu? Aklı algılamış, mantığı yorumlamış ama beden gücü tükenmiş haldeymiş. Ya gündüzleri yorgunluktan sızıp kalırsa? Ya geceleri uyuyup nöbeti bırakırsa? Mendebur kurtlar da sürüden birini kapıp kaçırırsa! Hem de gencecik torunlarından birini! Vesveselenmiş. Kıyamam demiş. Ne kızıma, ne oğluma; hele hele torunuma hiç! Şu kurtlarla pazarlık yapalım, anlaşalım, başka çare yok. Göndermiş yaverini. Yani yardımcısı küçük Mu’yu. Git demiş, konuş. Size birini verelim de bırakın peşimizi. He demiş kurtlar, anlaştık. Sürünün en yaşlılarından birini verip kurtlarla barış yapmışlar. Lakin barış üç gün sürmüş. Üç gün sonra gene saldırmışlar. Yaşlı birini gene kurban vermişler. Barış olmuş. Barış gene üç gün sürmüş. Üç gün sonra gene saldırmış kurtlar. Birini daha vermişler…”
“Dedeee” dedi küçük Mu “kes, kes! Kartı vermiş, ortancayı vermiş, körpeyi vermiş. Aç kurt doyar mı? Ver ver nereye kadar? Sürü bitince tabii ki sıra sürü başı kendisine gelmiş? Öyle olmak yok dede, öyle olmak yok! Kaç kişiydik biz?”
Koca Mu:
“Yemiş iki…”
Çömez Mu:
“Yemiş iki buçuk dede!”
Koca Mu:
“Neden bre?”
Çömez Mu:
“Öyle dede, öyle…”
Tevfik Tekmen 16/ağustos/2015-Koruköy