- 813 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'düzeniçi bireysellikler'
Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda bir an için kendi seviyemde hayattan soyutlandığımı düşünüyorum. Kısa süreliğine de olsa iyi geliyor. Bulutların beyazlığı kadar kurşuni renge sahip olduğu günler de bu soyutlanmayı yaşıyorum. Hüznün sebebi olamayacak kadar masum ve uzaklar. Şimdiye kadar hayatı berbat edecek bir şey yağdırdıklarına şahit olmadım. Önceden olmuş olabilir, yarında olmayacağına dair bir kesinlik yok. Umursamıyorum, şu anda iyi geliyor. En azından biraz önce söylemeliyim. İhtiyar, zayıf bir adamın kemiklerini andıran ağaç dalları arasında, yapraklara basarak yürüyorum ve telefondaki ses ‘nerede kaldın, unuttum deme bozuşuruz yoksa’ diyordu. ‘Az kaldı, geldim sayılır’ deyince ‘iyi tamam, oh, iyi gel ya, sensiz gidip bakmak istemediğini söylemiştim, hadi evin altındaki marketin önünde görüşürüz’ diyerek telefonu kapattı. Ortalık yerde kimseler gözükmüyordu. Çok uzakta, hastaneye doğru bakınca, ateş içinde iyice pişip, kömürleşmiş insan siluetleri gördüm.
Bugünlerde çoğu insan siyah giyiyor. Yanılıyor olmamın sakıncası olmaz. İnsanlar siyah giyinmeyi seviyorlar. Sanırım kaybolmak gibi bir şey. O rengin içerisinde kaybolup, bulunmama haline ilerliyor bu süreç. Gençler en azından hava kattıkları için siyah rengi seçtiklerini söylüyorlar. Şişmanların tek bahanesi zayıf gözükmek. Yaşlı insanlar da bir kere almışlar, on beş senedir aynı paltoyu kullanmanın kime ne zararı demekle yetinebilirler. Genç çift cadde üzerindeki marketin sol tarafına açılan sokaktan el ele çıkarlarken ikisi birden yüzüme baktılar. Bu hareketin aynısını birkaç gün önce köpeklerini dolaştıran çift yapmıştı. İkisi de yüzüme bakmış, köpeklerini bu hakarete alet etmişlerdi. Ne var ki şu yüzümde? Niye bakıyorlar anlamış değilim.
Marketin camına asılı bültene gözüm kaydı. Haftalık indirim gününde fiyatı düşenler bir yana, gelecek yeni ürünlere bakarken matkap dikkatimi çekti. Senede birkaç defa gelen ürünlerden biriydi bu matkap. Başlarda marka matkaplar bülten de yer alsa da, artık üçüncü kalite matkapları satmaya çalışıyorlardı. Aslında çalışmıyorlardı. Sene de kaç defa geldiğini bilemediğim bu matkapların satılmaya başlandığı sabahın erken saatlerinden itibaren ihtiyacı olsun ya da olmasın gelen matkaplar kısa bir sürede bitiyordu. İnsanlar matkapları seviyorlar olmalılar. Ben de seviyorum ama almak istediğim ürün hayati bir değer taşımıyorsa genelde vazgeçiyorum. Yeniden gelecek yeşil renkteki bu matkabı alacak insan çok olacak. Sayılı gelecek bu ürün de kısa sürede bitecek. Markette çalışanların umurunda bile değil gelecek olan matkap. İki kişi görüyorum içeride. Bütün şubelerinde aynı renkte giyinen mağaza elemanlarından bayanın yüzü gergin. Bir derdi olduğu belli. Sıkıntılı. Belki bir şeye sinirlenmiş. Kasa da duran erkeğin yüzündeki umursamazlık ilgi çekici. Her şey onun için fark edilmeyecek kadar uzaktaymış gibi. Yüzümü görüyorum. Bir süredir marketin önünde beklesem de yüzümün yansıdığını yeni fark ettim. Bıyıklarımı düzelteyim bari. Arada birkaç kıl oryantal gibi kıvırtması hoş durmuyor.
‘A, benden önce gelmişsin’ dedi Hüseyin marketin önüne geldiğinde. ‘Yani’ deyip sözümü kısa tuttum. Söyleyecek pek bir şey de bulamadım. Ağzımı bıçakla açmaya çalışsa ‘bir saniye’ der, yere tükürürdüm. Tükürmenin ciddi bir iş olduğunu bilmeyen bazı medeniyet budalası canlıların tükürmeye karşı taraflı bir tutumla yaklaştıklarını ve bu işe iğrenç dediklerine birkaç yer de denk gelmiştim. Can sıkıcı budalalar! Hâlbuki tükürmek başlı başına keyif işidir. Ehli keyifler bile zamanında bir işe başlamadan önce tükürürlermiş ki, işleri rast gitsin. Buna yıllar önce okuduğum saçma bir roman içerisinde rast gelmiştim. Pek inandığım da söylenemez ama en azından ben tükürmenin değerini bilen insanlardanım. Hem eleştirmeden önce sormak daha medenice olmaz mı? Aşırı derece de mide problemi olan birine ‘tükürüğünü tut’ diyebilir misin? Yanında poşet taşıyıp, o poşete mi tükürecek? Kusmuk için kitle üretimin poşet imal ettiklerini biliyorum ama tükürük torbası ya da poşeti hiç duymadım. Duymadım diye olmayacak bir şey değil. Hem hiç imal edilmemiş dahi olsa, günün birinde akıllı biri çıkıp imal edebilir. En azından kâğıt peçete içine tükürenlerden daha keyif verici olurdu. Tükürüğün rengine bakılıp herhangi bir hastalığın olup olmadığı anlaşılabilirdi. Tabi üstü üstüne kaç tükürük olacağına uzmanlar karar verebilirlerdi. ‘Efendim, çevreyi kirletmektense yeni ürün olan ve son derece hijyen sayabileceğimiz tükürük torbalarına maksimum tükürme sayımız dokuzdur. Dokuzuncu tükürükten sonra torbayı, sol tarafında gösterilen siyah bandını çekip, ağzını kapattıktan sonra çöpe atıyoruz. Ürün tamamen geri dönüşebilir malzemeden üretildiği için de ormanlık alan da çöp bulamayıp da, etrafa attığınız bu torbalar haftalar içerisinde toprağa karışacak ve yerküremize zarar vermeyecektir.’ Uzmana ilk sormak istediğim soru elbette neden on değil de dokuz olacaktı? Sekiz niye olamazdı? Dokuzdaki kerametin mililitre hesabı olduğunu duyunca elbette konuyu kavrayıp, uzman görüşüne sahip olmadığım için sonradan kendimi suçlayabilecektim. Böylece ‘tükürük torbası işini ben önceden düşünmüştüm ya’ diye hayıflanmamada gerek kalmayacaktı.
Hüseyin ile daireye girdiğimizde bir arkadaş aklıma geldi. Sanırım arkadaşı aklıma getiren şey, karşıdaki koskoca büyük arazinin sol köşesinde duran ve 112’ye ait helikopterlerin inip kalktığı pistti. H harfini turuncuya boyamışlardı. Mcdonnell Douglas F-4 Phantom II uçağının önünde çektirdiğimiz fotoğrafla, pencere kenarında çok önemli bir şeymiş gibi gözlerimin dikkat kesildiği pist arasında ilk bakışta pek benzerlik yoksa da, arkadaşımızla F-4’lere helikopterler gibi inip kalkacak bir sistem dahil edebilir miyiz konulu beyin fırtınası, kodlamayı doğru yapmamdaki etkin sebepti. Bu saçma beyin fırtınasını yaptığım arkadaşla uzun zamandır görüşmediğimi anımsadım. İncindiğimi, hafif de olsa kalp kırıklığının hala yaşatılabilir olduğunu fark etmem pencere kenarında gereksiz bir uğraştı. Emlakçıyı beklediğimiz süre boyunca daha farklı ne düşünebilirdim ki? Rambo serisinin ikinci filmini bir anlık gözlerimin önüne getirdim. Filmde Vietnam’ın askerleri Rus işbirlikçisi ve cani gösterilirken, masum, ezilen yine Amerikan dostlarımız oluyordu. Başrol oyuncusunun ilk çektiği porno filminden, ilk yazdığı senaryosuna, haklı ününe değin tüm hayat hikâyesini yıllar önce ders gibi ezber ederken bu kadar pasif zihinsel süreçler geçirmiyordum. Kızıyor, yeri geliyor küfrediyor ama yine de vazgeçmiyordum. Sonunda kazanan ya da kaybeden tarihin tozlu sayfalarında sayılardan ve harflerden ibaret kalıyorlardı.
Az önce gördüğüm gerçek miydi? Hayal görüyor olmalıyım. Kameralar nerede? Sanırım burası bir film için kiralanmış daire. Ünlü yönetmenimiz Bay Ford biraz sonra elindeki kahveyle buraya damlayacak. Bir keresinde kızın birine ‘o içtikleri kahveler var ya, hani kağıt bardakla içiyorlar -sen de resmini çekip koymuştun sosyal medya hesabına diyene kadar anlamamıştı- o kahveler soğuk mu? Yoksa sıcak mı? Acayip bir şey yok değil mi içinde? Ne bileyim et yiyen böcekler filan? Hani bir ara ünlü olmuştu hatırlarsan, kolanın içinde böcekler varmış hikayesi. Kolayı sevenler ‘aman be, böcek yeriz, ne olacak protein kaynağı’ derlerken, kolayı sevmeyenler ‘ıyk, o ne be, böcek mi, ıyk, ay, of, kış kış’ diyorlardı’ demiştim. Kız böcek muhabbetine girdikten sonra bana ‘ne kadar iğrençsin, anlattığın şeyi kulağın duyuyor mu’ deyip çekip gitmişti. Halbuki kötü bir amacım yoktu. Sonradan yakın arkadaşlarından biri ‘kelebekten bile korkuyor o be, ona sen de kalkıp böcek filan demişsin’ demişti. Kelebekten korkan biri kitap da okumasın. Hatta solucanı avuçlayıp, ağzına da sokmasın. Kertenkelenin sırtını yalamasın. Ne saçmalıyorum ben yine! Kim bu?
-Siz ikiniz, ne yaptığınızı sanıyorsunuz orada?
-Biz mi? Hey hey, sakin ol. Bizi yanlış anladın.
-Gördüğüme mi inanayım, yoksa sizin o aptalca sözlerinize mi?
-Ne diyor bu kadın, Usain, Tanrı aşkına? Hey, sana diyorum Tanrı’nın cezası, güzelliğin beş para etmez, bu bendeki sevda olmasa.
-Dostum, iyice çamura saplandık şimdi. Bu kadın bildiğin kadınlardan değil. Mahvettin bizi dostum.
-Usain, toz olalım buradan. Bu kadın ajan olmalı.
-Siz iki pislik ne geveliyorsunuz orada?
-Hey, dostum, bu kadın gerçekten bir acayip!
-Siz iki pisliğin amacı ne? Bizi sabahtan akşama kadar ev ev gezip, elindeki karton bardağı mutfak tezgahlarına koyup, elin adamına sakso çektiğimizi mi düşünüyorsunuz? Lanet olsun! Sizin gibi pisliklerin ağızlarından girip, götlerinden çıkmalı. Lanet olası pislikler!
Sahnenin en can alıcı noktasında Hüseyin’in sesiyle irkildim. ‘Dostum, Burcu Hanım geldi. Evi gezdirecek.’ Emlakçının anahtarı önceden müşterisine verip, müşteriden sonra eve geldiğine ilk defa şahit oluyordum. Burcunun kıvırtışları da gözümden kaçmıyordu. Vücut dili Hüseyin’e bir şeyler demek istiyor gibiydi. Bu konu da kendi kendime bir zamanlar eğitim almıştım. Özellikle Avusturya’da bazı kliniklerde bu mevzu üzerine ciddi araştırmaların olduğunu işitmiştim. Araştırmanın canlı örneği gözlerimin önünde gerçekleşiyordu. Hüseyin’in kolundan tuttum. ‘Emlakçı mı bu?’ dedim. Az önce ajan olduğunu sandığım, otuzlu yaşlardaki bayanın emlakçı olduğunu duymak iğrenç bir realiteydi. Bu haliyle bile mangalda kül bırakmayacak bir tipe sahip biri için fazlasıyla aksanlı ve ciddi bir ajan olacağı kesindi. Az önceki hayal âlemine ait diyalog gerçek olsaydı Burcu Hanım gözüme daha sevimli gelebilirdi.
Mutfak dolaplarını inceliyordum. Menteşeleri sağlamdı. Kombi için ayrılan bölge de son derece sağlıklıydı. Aslında mutfağın balkonunda da kombi yeri vardı. ‘Buranın kuşları taşa oturup, ishal olmuş çocuklar gibi sıçarlar. O yüzden balkon işi sakat. Yaz kış nem var burada. Kombi ucuz bir şey de değil. Bin liraya da var, üç bin liraya da. Alıp, her yıl bakım yaptıracağın bir alet yeri geldi mi.’ Hüseyin’e kombi meselesi üzerine fikrimi beyan ederken, Burcu Hanım’ın kıs kıs güldüğünü fark ettim. Söylediklerimi komik bulmuş gibiydi. Aldırış etmeden fırının koyulacağı bölmeye bakındım. ‘Prizin koyulduğu yer sakat, cam kenarına yakın priz mi olur’ dedim. Şikâyetçi ev sahipleri gibiydim. Hüseyin bunu benden istemişti. ‘Evi didik didik et abi, emlakçı da yanımızda olur ama hiç çekinme sözünü, sen ne dersen o. Yok dersen evi almaktan vazgeçeceğim’ demişti. Sanki bilmiyorlarmış gibi depremden dolayı üç kattan fazlasına izin verilmeyen yeni tip evlerin hep birbirine benzediğini söyledim. Burcu Hanım arada ‘arkadaşınız çok haklı Hüseyin Bey’ diyordu. Mutfağın zeminindeki fayanslar hoşuma gitmemişti. ‘Bak’ dedim Hüseyin’e dönerek, yere çömeldim, cebimden çıkardığım anahtarla hafifçe fayansa dokundum. ‘Bunlar üçüncü kalite fayanslar. Bakma, müteahhit ucuz mala kaçmış. Sorsan depoda kalan, geçmiş yılın modasıdır der ama seramik dediğin malzeme de kalite kalite ayrılıyor. Ağır seramiği öyle kolay kolay kıramazsın. Bu seramikler bildiğimiz cam gibi. Kalitesizler bir de. İç yapılarındaki atom bağları çok zayıf. Atom yapılarından dolayı…’ Burcu Hanım araya girerek ‘kimya öğretmeni misiniz’ diye sordu. ‘Pardon, ne alaka, anlayamadım’ diye cevapladım. ‘Ev beyefendi burası, üç artı bir, yüz yirmi metre kare, banyosunda modern küveti olan, iki tuvaletli, mutfağı geniş, iki yönlü de güneş alabilen bir evden bahsediyoruz. Siz kalkmış atom filan saçmalıyorsunuz’ dedikten sonra Burcu Hanım Hüseyin’in göğsüne doğru elini uzattı. Bir duvara yaslanıyormuş gibi diğer elini de uzatıp ‘of Hüseyin, sıkıldım ben bu salakça oyunundan’ dedi. Emlakçının bir anda Hüseyin’e yazdığını düşündüm. Aklıma bir şey gelmiyordu. Hala kimya öğretmenliği meselesine takılıp kalmıştım. Yılların Eyüp hocası aklıma gelmişti. Fen-Edebiyat fakültesinde sürünen, yıllarını Yardımcı Doçent olmak için harcayan Eyüp hocadan bahsediyorum. Sırf adamın karizmasının üzerindeki beyaz önlükten olduğunu düşünerek bir gün ‘ben de şu beyaz önlükten alacağım, biliyorum kullanacağım yer yok ama olsun, ev de kalır. Belki cübbe niyetine bile kullanılabilir’ demiştim. Sınıfta yanımda oturan arkadaş ‘ya bi git işine arkadaş, ne saçmalıyorsun’ demişti. O arkadaşa kırılmamıştım ama Burcu Hanım’a kırılmıştım. Bana saçmalıyorsun demişti. Hüseyin bana bakıyordu. Mahcuptu. ‘Abi’ dedi, ‘kusura bakma. Hani sana bir kızla çıkıyorum, ciddiyim diyordum ya, hah, o işte Burcu, bu yani. Kendisi emlakçı ayrıca. Bu evi bana o önerdi geçen gün. Evlenirsek beraber kredisini öder, otururuz dedi. Senin fikrin de çok önemli benim için, buraya onun için çağırdım seni. Yani bir arkadaş değil de, aileden biri gibisin gözümde. Burcu’yu da, evi de gör diye çağırdım abi ama biraz kötü bir sürpriz gibi oldu. Gerginliğe gerek yok. Ev bu abi, ne dersin? Alalım mı sence? Burcu çok istiyor.’ Burcu çok istiyor derken Burcu’nun kolundan tutmuş, Burcu’yu kendine doğru çekmişti. Ne isteyip istemediğini pek anlamasam da, pencereden gördüğüm helikopter pistini anımsadım. Birkaç adım sonra tekrar o pisti görebilirdim. Bana eskiden çok samimi olduğum ama artık görüşmediğim arkadaşı hatırlatıyordu. ‘Güzeldi’ dedim, ‘çok güzeldi. İyisiyle, kötüsüyle çok günler geçti. Niye böyle oldu anlamıyorum. Yani düşün uçak nerede helikopter nerede! Ama biz yine de denemek istiyorduk. Bize dört tekerlekli, arkasında yük taşınabilir elektrikle çalışan aracı vermiyorlardı, kaldı ki uçak. Peh, hayalperest çocuklar işte!’ Hüseyin’de, Burcu’da şaşırmış gözlerle bana bakıyorlardı. ‘Ne oldu’ dedim birden. ‘Niye öyle bakıyorsunuz?’ Hüseyin ‘abi’ dedi, ‘ne dedin az önce?’ Az önce söylediklerimi anımsayınca evle alakalı bir şey söylemediğimi fark edince, ‘ya kusura bakmayın olur mu, evi diyorduk, ev şahane bence. Müteahhit biraz ucuza kaçmış olsa da mutfak fayanslarında, geri kalan yerler on numara. İki yüz elli bin lira normal böyle bir ev için’ dedim.
Hayal kuruyorlardı. Yatağı şuraya koyarız diyorlardı. Çocuk odası yapacakları odaya, beşiği koyacakları yer bile belliydi. İki yüz elli bin lira çok fazlaydı. Armut kokusu aldım. Canım birdenbire armut dişlemek istemişti. Hüseyin Balıkesir’deki tarlayı satıp, yüz bin lira peşin para verip, yüz elli bin lirasını kredi çekme düşüncesindeydi. Hâlbuki Balıkesir’deki satacağı tarlayı satmasa, orada kendine iki katlı ahşap bir ev yapsa, ileride bir gün orada oturabilirdi. Hiçbir şey yapmasa bile ‘oralar verimli toprak, bugün işine yaramasa da, yarın bir şeyler ekersin, güzel güzel ektiğini yersin’ diyordum. Banka yüz elli bin liralık krediye yüz yirmi ay üzerinden gereğinden fazla faiz uyguluyordu. Hüseyin’e de üzüp, hevesini kırmak istemiyordum ama Burcu’nun bu ev meselesi üzerinde fazlasıyla parmağının olduğunu fark edebiliyordum. ‘Karı sözüyle yola çıkılmaz’ sözünü pek sevmesem de, Burcu bu sözü doğrulatacak tepkiler veriyordu. Hüseyin on yıl boyunca neredeyse ayda maaşının üçte ikisini krediye vermek zorunda kalacaktı. Burcu çalışmaya devam etse de, evlenince masraflarının artacağı gerçeği vardı. Yarın çocukları olunca, Burcu her ne kadar çalışsa da, Hüseyin maaşından kalan bin lirayla nasıl bir ruh halinde olabilirdi? Bunları onlar yerine ben mi düşünüyordum yoksa Hüseyin’de benim gibi düşünüyor muydu, bilemezdim. Sormam gerekiyordu. Burcu böyle bir soru sorduğumu duyunca, Hüseyin’e dönüp ‘aileden saydığın, evi yorumlattığın adam bu mu Hüseyin, aferin sana, aferin, gerçekten aferin Hüseyin’ diyebilirdi. Helikopter pistini bir daha böyle bir pozisyondan göremem korkusu gelip saçlarıma yapıştı. ‘Kahretsin’ dedim, fısıldıyordum resmen kendime. ‘Kahretsin, bir pist için katlandığım şeylere görüyor musun? Göz göre göre Burcu denen kadın Hüseyin’i ayartmış halde, birlikte oturacakları evi Hüseyin’e satmaya çalışıyor. Şaka gibi. Acaba komisyon da alır mı müteahhitten? Alırsa ne yapar? Bari peşinata eklesin biraz da, bankadan daha az kredi çeksinler beş on bin lira daha.
Evime geldiğimde pantolonu, paltoyu, çorapları çıkarıp yorganın içine girdim. Yatağın yayları gıcırdıyordu. Gözlerimi tekrar açınca ‘sen de bir sorun var, rüyada Marx’ı gördün, farkında mısın, adam gelmiş senden borç para istiyor, sağlık sorunları olduğundan, kimsenin borç vermediğinden bahsediyor. Sen de cüzdanı açıp, hiç paranın olmadığından bahsediyorsun. Uyumadan önce ne içiyorsun?’ dedim. Yazın daha önce hiç gitmediğim köylerin kahvelerine gidip, şaşkın bakışlar içerisinde sigara içtiğim zamanları anımsadım. Elleri nemlendirici bakım kremi kokan bir kadının uzattığı bardaktan içilen su gibi yüzümü buruşturdum. Hüseyin için yapabileceğim bir şey yoktu. Tarlayı satacak ve peşinat sonrası çekeceği kredi miktarını bankalardan biriyle görüşecekti. Gözlerimi tekrar açtığımda, hiç tanımadığım bir kadının benim annem olduğunu ve çoraplarımı tutup, havaya kaldırmış halde bana ‘bu nedir oğlum ha, bu nedir, sütümü sana helal etmeyeceğim, çoraplar yere mi atılır böyle, kirliyse katlayıp sepete atıyoruz, katlayıp pantolon cebine koymuyoruz, sepete, anladın mı, sepete koyuyoruz’ dediğini hatırladım. İğrenç bir rüyaydı. Ayrıca aynı uyku boyunca iki kez uyanmaktan nefret etmiştim. Sanırım yaşlanıyorum. Bunu dedemin nasıl olur da her sabah namazına çalar saatini kurmadan kalktığını kendisine sorduğumda öğrenmiştim. ‘Yaşlılık’ demişti. Yaşlanıyorum ama yavaş bir yaşlanma süreci bu.
Uyandığımda televizyonu açtım. Yabancı sesler iyi geliyordu. Biraz sonra da pencereyi açacaktım. Haberler başlayacaktı. Haberlerin birinde dünya devinin başının müteahhit olduğundan bahsedecekti. Haberlerden sonra tartışma programı başlayacak, milyoner müteahhit nasıl bir başkan olacak, faydası nedir, zararı ne kadar olur tarzı soruları günlerdir konuşan aptalları dinleyecekti insanlar. Cidden insanlar bunları merak ediyorlardı. Benim aklım hala Burcu’nun tavsiyesi üzerine Hüseyin’in alacağı evin mutfağındaki fayanslardaydı. Müteahhit ucuza kaçmıştı.
YORUMLAR
müteahhit ucuza kaçmış dedin de aklıma geldi; notos öykü'nün 59. sayısında okumuştum, Kısa kitap merakı başlığı altında yazılmıştı yanlış hatırlamıyorsam. iki girişimden bahsediliyordu. birincisi, kitapları tek oturuşta okunabilecek uzunlukta, en fazla yüz elli sayfa, anlatımdan çok olay örgüsüne odaklı tasarlayıp basmak. ikinci girişim haberiyse, diziler örnek alınarak tasarlanacak romanlardan bahsediyordu, kitabın tamamı bir anda yayınlanmayacak, diğer parçalar yıl içinde aralıklı olarak yayımlanacakmış filan.
yoruma not: fayansta, halıda, kilimde, koltuğun sarkan örtüsünde her yerde bu yüzler. bir zamanlar en büyük eğlencemdi. hatta eski bir arkadaşın ablasına halıda gördüğüm bir şeklin resmini çizdirmiştim. sonra resmi kendi duvarlarına astılar. işte ona bozulmuştum.
ekmek arası bi yazı...peynir, domates ve mayonezli karışık sandwiçe benzettim... ne demekse içimden anlık geçen bi düşünceydi...yazıya bi faydası yok bunların elbette farkındayım...ama yer yer aynı düşüncelerle aklımı kurcaladığım bulutların üstündeydim...bana kuş tüyü hafifliğini duyumsatan görüntü ama yer yer kapalı ve bulanık...şimşeklerden korktuğum için tam güvenemiyorum da...yoksa niye teslim olmasın ki yüreğim bi kanada¿..
dün ay'ın yeryüzüne çok yaklaşacağını ve olduğundan daha büyük görüleceğini duymuştum...sabah yola koyulduğumda havada ay'dan maydan eser yoktu...normalde kurulduģu mekanında kara bulutlar kendi aralarında iç işlerini düzenlemekle meşgul ya da gözden ırak bi kara parçasına eşit miktarda düşürmeyi bi türlü beceremedikleri damlaların hesabını yapmaktaydılar yine...on dakika sonra aradığım ay tepemde parlıyordu şimdi ışıl ışıl...her zamankinden daha büyüktü diyemeyeceğim...en azından gözüme çarpan aşırı bi şişmanlığı yoktu eskisine oranla ama epey bi aşağı çekilmişti...ilk başta korkacağımı düşünmüştüm ama öyle olmadı...o saatte yürümeyi isterdim oysa...çünkü bu anı hem belgelemiş hem de daha iyi değerlendirmiş olmayı isterdim...bu şekilde üç dört saniye sürdü sadece bakışmamız...evet itiraf etmeliyim ki karanlıkta uzun bi süre gökyüzüne bakamıyorum...benim saçma sapan tiklerimden ötürü...eskiden fayansların desenlerini cins cins hayaletlere, daha doğrusu bi takım şekillere benzetirdim...fayans dedin de yazmadan geçmiyim bari:)..işte gökyüzünün bu hareketliliği de içimde farklı çağrışımlar uyandırıyor...bi ruh alemi de onlar işte...veya ona benzer bi durum söz konusu...ben öyle elektrik alıyorum ama evin fayanslarından az çekmedim doğrusu...birçoğu korku filmlerine aktör olabilecek nitelikte, kötü karakterlerdi...
şimdi beni ne kadar anlayabilirsin(iz) ki¿
paranoya ve şizofreni diyeceğim ama teşhisi konulmamış...bulgular da bulanık...söylentiden ibaret sadece...bi kulaktan bi kulağa dalgalı frekans ama titreşimler bozuk...
neyse daha fazla saçmalamiyim...
p.s. Marx'lı bölüme iyi güldüm...güzeldi...
HakkınSesi
Dün gece ikiye kadar dışarıdaydım. Eve gelince öğrendim Ay ne kadar yakın olacak filan vs
Ne oldu? Yani ne var? Fayanslarin arasındaki siyah lekeler mi çıkacak? Sabun lekelerini kim çıkaracak? :)
Anlarım yani anlamaya çalışırim.. İşi yalandan hastalığa psikolojik patilere sürmeye gerek yok :)
Gule
HakkınSesi
:) anladım doğrudur..