- 898 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Taş VII
"Bak işte O! En baştaki... En baştaki... İsveçli Yavuz. Görebiliyor musun? Belki şu an karanlıkta çok iyi fark edemezsin. Sapsarı saçları var. Kaşları da turuncu ve kuzey Avrupalılar gibi elmacık kemiklerinde turuncu çilleri var. Bu yüzden O’na İsveçli Yavuz diyorlar. İsveçli Yavuz’u geçen sene evlatlık almışlar. Aslında tam evlatlık denemez, koruyucu aile gibi bir şey. O’nu alan aile karı-koca ikisi de doktor. Arkadaş çevrelerinden Yavuz’un hikayesini duymuşlar ve psikolojik tedavi gördüğü merkezden, ayda bir devlet psikologları tarafından kontrol edilmek şartıyla koruyucu aile olarak almışlar. Bu çift mahalleye taşınalı yaklaşık altı yedi ay oldu, ben İsveçli Yavuzun hikayesini polis memuru olan bir arkadaşımdan öğrendim. Müsaade edersen bunu sana da anlatmak isterim. Çünkü O tam bir efsane. Taş savaşlarında gelmiş geçmiş en fazla taşı parçalamış, en güçlüleri bile iki, bilemedin üç vuruşta tuzla buz etmiş bir savaş makinesi. Ve bütün bunları sadece dört ayda başardı. Tabii bu başarıda en büyük pay sahibi benim O’na verdiğim taş. İsveçli Yavuz’un taşının ismi: Beyaz Isırgan’ın Oğlu"
Mehmet Ali taşın ismini söyler söylemez hafifçe gözlerini kısıp, kafasını benim yüz hizamdan biraz daha aşağıya indirdi. Sanki vereceğim tepkiyi en iyi görebileceği açı buymuş gibi. Artık mahallede ilk karşılaştığımızdan beri yapmak istediğini sonunda başarmıştı. Hem de fazlasıyla... Beni şaşkınlığa uğratıp köşeye sıkıştırmıştı. Tek bir cümleyle. Bir isimle... Sanki profesyonel bir boksörün en güçlü yumruğunu son ana saklaması gibi... Artık Mehmet Ali, ringin köşesinde benim endişe içinde kıvranmamı zevkle izliyordu. Zalo, Krivetz ile olan savaşında üç parçaya bölündükten sonra, benim Zalo’yu alıp farklı işlemlerle başka bir taşa dönüştürdüğümü ve adını Beyaz Isırgan koyduğumu biliyordu. Muhtemelen bunun sonrasını da öğrenmiştir diye düşündüm. Bu hikayeyi benim dışımda bilen tek kişi Esra’ydı ve tahminimce Esra bunu Yusuf’a da anlatmıştı. Yani Mehmet Ali, Zalo’nun dönüşümünü öğrendiğine göre Esra veya Yusuf ile mutlaka görüşmüş olmalıydı. Beni köşeye sıkıştırıp darmadağın eden Mehmet Ali tamamen konuşmanın kontrolünü ele almanın da özgüveniyle sözlerine devam etti. "Neyse. Bunları konuşacak zamanımız olacak zaten. Zalo’nun ruhu burada. Ve O hiç gitmedi. Ama öncesinde İsveçli Yavuz’dan biraz daha bahsetmek istiyorum. Mümkün olduğunca özet geçeceğim. Çünkü birazdan hazırlıklar tamamlanmış olur ve savaşı başlatırlar."
Taş savaşçıları kafilesi alana ulaşmış belli bir sırayla düzgün bir çember oluşturuyordu. Sanki ayine hazırlanan gizli bir tarikatın üyeleri gibi ciddiyetle birbirlerini takip ediyorlar hatta aralarındaki mesafeyi neredeyse santimi santimine aynı ölçüde korumayı başarıyorlardı. "İsveçli Yavuz’un annesi daha O doğar doğmaz hayatını kaybetmiş." diye söze girdi Mehmet Ali. "O’nu üç yaşına kadar halası büyütmüş. Sonra babası bir evlilik yapmış. Evlendikten hemen sonra da yurt dışına çalışmaya gitmiş. Üvey annesi Yavuz’a büyük işkenceler yapmış. Seneler ilerledikçe işkencenin dozu da artıyormuş. Babası senede bir kaç kez izne geldiği için bunu fark etmemiş. Yavuz’un küçük bir odası varmış. Üvey annesi bazı zamanlar günlerce O’nu odadan çıkarmamış. Tuvalet ihtiyacı geldiğinde bile. Yavuz mecburen ihtiyacını odada karşıladığında ise kadın O’nu demir çubukla dövmüş. Üzerinde sigara söndürmüş. Ve odasını zorla temizletip yine günlerce oraya hapsetmiş. Kadın kendi kardeşlerini evinde misafir edip Yavuz’u hizmetçi olarak kullanmış. Yavuz’un hizmetinde en ufak bir hata gördüğünde ise ceza olarak O’nu saatlerce apartman boşluğunda bırakmış. Bir keresinde üvey annesinin kız kardeşi Yavuz’u içeri almak istemiş, fakat kadın hemen müdahale edip: "Bırak şu sarı çıyanı. Kendi gibi sarı anasına tez zamanda gider belki" demiş. O cümleyi unutamamış Yavuz, psikologlara birebir anlatmış bu konuşmayı. Ve üvey annesiyle kız kardeşi kahkahalar atarak tekrar içeri girmişler. İsveçli Yavuz annesine çok benziyormuş. O’nun annesi sarı saçlı, yeşil gözlü, yanaklarında hafif çilleri olan dünyalar güzeli bir kadınmış. Babası izne geldiği zamanlar küçük Yavuz’u alır, annesi ile ilk buluştukları ve ona evlenme teklif ettiği parka götürürmüş. Orada bir banka oturup uzun uzun annesinin fotoğrafına bakarlarmış. Babası dermiş ki, "Annen kelebek gibiydi. Çok güzeldi, ömrü de çok kısa oldu."
Yavuz bir gün aç bırakılma cezasının sonunda yorgun düşmüş ve artık dayanamayıp üvey annesine yalvarmış. O’ndan yemek istemiş. Yaklaşık üç güne yakın aç kalmış. Yavuz yalvarınca kadın daha da zalimleşmiş. O’na günlerdir mutfakta beklettiği ekşimiş yemeği zorla yedirmeye çalışmış. Ve Yavuz o kadar açmış ki, o yemeği gerçekten yemeye çalışmış. Ama her lokmada kusmuş. Öğürmeye başlamış. Her kusuşunda demir çubukla dayak yemiş ve yine küçük odasına kapatılmış. Kusarak ve karın ağrısından kıvranarak geçirdiği uzun geceden sonra güneş doğduğunda, odasının hafif aralık olan penceresinden içeriye bir kelebek süzülmüş. Camın kenarında durmuş biraz. Yavuz, yattığı yerden izlemiş onu. Sonra yerde zor da olsa sürünerek camın kenarına yanaşmış. O üzerinde turuncu benekleri olan sapsarı bir kelebekmiş. Kelebek biraz yerinde sabit durduktan sonra odanın içinde bir kaç tur uçarak Yavuz’un yanağına konmuş. Yavuz’un yüzünde yürüdükten sonra pencere aralığından tekrar dışarı çıkmış. Bir müddet sonra sarı kelebek yine gelmiş. Camın kenarına konmuş. Annesinin O’nu kurtarmaya geldiğini düşünmüş Yavuz. Kelebeğin tekrar havalanıp özgürce kanatlarını çırparak göğe doğru uzaklaştığını görünce doğrulmuş ve kendini pencereden boşluğa doğru bırakmış. Allah’tan evleri çok yüksek değilmiş. Mahalleli hemen O’nu hastaneye kaldırmış. Ve bütün o işkence izleri tedavisi sırasında doktorlar tarafından rapor edilince Yavuz, devlet tarafından kontrol altına alınmış. Üvey annesi yargılanarak hapse atılmış. İşte sonra uzun yıllar yapılan terapilerde bunları anlatmış İsveçli Yavuz. Tutanaklara geçmiş. Bir gün psikoloğa, üvey annesinin evlerine ilk yerleştiği günlerde babası ve O’na sütlaç yaptığından bahsetmiş. "O sütlaçın tadı ne kadar güzeldi" diye anlatırken sütlacın resmini çizmiş. Bir daire yaptıktan sonra üzerine noktalar koymuş. "Üzerinde tarçın vardı. İki tabak üst üste yemiştim ve üvey annem bana hiç kızmamıştı. Belki de ondan sonra ben O’nu çok kızdıracak şeyler yapmışımdır" demiş.
Ben, Mehmet Ali’nin sözleri bittiğinde nereye bakacağımı bilemedim. Gözlerim, göğün karanlığında ufacık bir ışık aradı. Bulamadı. "O çok korkmuş" dedim. "Çok korkmuş..." Bu sözler dilimden dökülürken, kendimi apartman boşluğunda eve alınmayı bekleyen yapayalnız ve çaresiz bir çocuk gibi hissettim. Boşlukta... Dünyanın sevgisiz kalmış boşluğunda...
...