- 882 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Dağlarca'dan Bir Şiir Tahlili
AT AĞUSTOSLAR TÜRKÜSÜ
(Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan bir şiir tahlili)
İçimden “Bu şiiri ben yazsaydım, sonra da ölseydim…” dediğim, dostlarıma tavsiye ettiğim, hayranlıkla ve tekrar tekrar okuduğum, şairini kıskandığım, canım sıkıldığı zaman şiir defterimi açıp bir şarkı söyler gibi mırıldandığım şiirler vardır. “At Ağustoslar Türküsü” de bunlardan biridir. Bu şiiri yıllar önce Türk Kültürü dergisinde görmüştüm ve üşenmeyip bir kenara not etmiştim. Şiir, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait; fakat onun çok bilinen şiir kitaplarında bir daha göremedim bu eseri. Dağlarca o kadar çok şiir yazdı ki, kendi kendime: “Acaba bu eseri unuttu mu?” diye soruyorum.
Bu yazıma “Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Bir Şiirini Tahlil” başlığını koyacaktım fakat “At Ağustoslar Türküsü”nü daha uygun buldum. Çünkü başlık kısa, öz, anlamlı, ilgi çekici ve merak uyandırıcı olmalıdır. Dağlarca’nın bu başlığı bahsettiğim niteliklere fazlasıyla sahip.
“At Ağustoslar Türküsü” her şeyden önce dil bilgisi kurallarına aykırı bir tamlama… Dilin sınırlarını zorlayan, Türkçenin ifade imkânlarının sınırsız olduğunu kanıtlayan bir kelime grubu… Söyleyenin yaratıcı zekâsını, dile hâkimiyetini; farklı, yeni, özgün bir şair olduğunu haykıran bir ifade…
27 Ağustos 1071 Malazgirt savaşından 30 Ağustos 1922 Dumlupınar’a kadar ağustos aylarında gerçekleşen Türk zaferlerini anlatan bu şiire “Ağustos Atları Türküsü” başlığı konsaydı, “Bu kelime grubu zincirleme isim tamlamasıdır. “ derdik. Fakat şair “At Ağustoslar Türküsü” diyerek bizi şaşırtıyor. “Ağustoslar türküsü” belirtisiz isim tamlamasıdır ama başa “at” kelimesi gelince “bu kelime grubu şu tamlamadır” diyemiyoruz. İlginç olan “şair yanlış kullanmış, anlatım bozukluğu yapmış” da diyemiyoruz. Çünkü bu kullanış bilinçlidir ve başlık şiire çok yakışmaktadır.
Başlıkta dikkati çeken bir özellik de “türkü” kelimesinin seçilmesidir. Kelime seçimi şiirde çok önemlidir. Meselâ Akif, İstiklâl Marşı’nın birinci dizesindeki “sancak” kelimesini “bayrak” anlamında kullanıyor. “Bayrak” sözcüğünü kullansaydı dize aruz ölçüsüne yine uyardı ve kafiyeleniş de bozulmazdı. Akif’in “sancak” sözcüğünü seçme sebebi şudur: Bilindiği gibi sancak bir askerî birliği temsil eden ve o birliğin şerefi kabul edilen bayraktır. Akif “bayrak” yerine “sancak”ı kullanarak İstiklâl Savaşı’nda milletimizin yediden yetmişe kenetlenmiş bir ordu gibi olduğunu hatırlatıyor; zihnimizde ordu-millet çağrışımı yaratıyor. Tıpkı bunun gibi Dağlarca da bu başlıkta “destan” kelimesini kullanmıyor, destan anlamına gelecek şekilde “türkü”yü tercih ediyor. Çünkü bu kelimenin ardında koskoca bir Türk kültürü, Anadolu insanı, ağıtlar, ninniler, efsaneler… vardır.
Bu şiiri ben yazsaydım “Ağustos Aylarındaki Zaferlerimiz” gibi ilkokul çocuklarının dahi söyleyebileceği basit bir başlık koyardım ve yeteneksizliğimi kanıtlamış olurdum. Yetenekli bir şair ise “Ağustos Aylarındaki Atların Destanı, Atların Ağustos Destanı” gibi başlıklar bulabilirdi. Ama “At Ağustoslar Türküsü” kelime grubunu Dağlarca’dan başka kimse bulamazdı.
Ayrıca şair hemen hemen her şiirinde yararlandığı aliterasyonla –aynı ünsüzlerin bulunduğu sözcükleri seçerek iç ahenk yaratma– bu dizeye bir ahenk katıyor. Bahsettiğimiz iç ahenk “t” ve “s” ünsüzleriyle sağlanıyor. Şiiri okuyunca göreceğiniz gibi “s” ünsüzü başlıktan son dizeye kadar şiire hâkim olan en belirgin ses… “Ağustos” kelimesindeki “s” ünsüzünün çokluğu, yaz mevsiminin kavurucu sıcaklığını okuyucuya hissettirmek için tercih edilmiş.
Şimdi bu şiirin ilk bendini birlikte okuyalım:
26 Ağustos 1071:
Malazgirt; doruklardan
Parlamıştı kocaman Asyalılar.
Asya’nın sıkılmış bir yumruğa benzeyen ucunda
Selçuklu, Uygur, Karahanlı, Kırgız…
Gökyüzü kocaman bir tuğ avucunda,
Aha, almıştır uzağı ağustos atlarımız!
Bu yedi dizelik bentte ilk göze çarpan Dağlarca’nın mührüdür. Başka bir deyişle şair, daha ilk dizelerde şiire damgasını vuruyor. “Hani mühür, damga nerede?“ diyebilirsiniz. Mühür veya damga “kocaman, aha” kelimeleridir. Dağlarca’nın yirmi-otuz şiirini okuyan iyi bir okuyucu, onun “kocaman, aha, daha” gibi bazı sözcükleri çok sevdiğini ve birçok şiirinde kullandığını fark eder. Şöyle de diyebiliriz: Fazıl Hüsnü’yü seven bir okuyucuya, hiç okumadığı bu şiiri gösterdiğinizde hemen: “Bu, Dağlarca’nın şiiri olmalı.” der.
Dikkati çeken başka özellik de kelimelerle oynamayı seven, bazı sözcüklere alışılmış anlamları dışında anlamlar yükleyen şairin “parlamak, uzak” sözcüklerini kullanış biçimidir. Dağlarca üçüncü dizede, yaratıcılığının bir ürünü olarak “parlamak” sözcüğüne “görünmek, belirmek, ortaya çıkmak” gibi bir anlam kazandırıyor.
Ayrıca “uzağı almak” imgesi bir okuyucu olarak bana Osmanlının “Kızılelma” idealini çağrıştırıyor. Kızılelma Osmanlıda bir hedeftir ama belirli bir mekân değildir. Kızılelma önce Bursa’ydı, sonra İstanbul oldu, sonra da Viyana… Kısaca Kızılelma, fethedilecek uzak diyarlar demekti. Son iki dizede “uzağı almak” kelime grubuyla birbirini tamamlayan “gökyüzünün avuçlarda kocaman bir tuğ olması” Kızılelma idealinin İslâmiyet öncesi dönemdeki hâlini de hatırlatıyor bize.
Oğuz Kağan fetihlere başlamadan önce askerlerine bir nutuk söyler ve hitabesini:
“Takı taluy takı müren
Kün tuğ bolgıl kök kurıkan”
(Daha deniz, daha ırmak; güneş tuğumuz, gök çadırımız olsun.) sözleriyle bitirir. Oğuz Kağan’la başlayıp Osmanlılarla devam eden Kızılelma ülküsünü, güneşin tuğ olması hayalini Dağlarca ustalıkla yansıtmış şiirine.
Birinci bentte dikkat çeken bir başka özellik de bilinçli olarak yapılmış, çok ilginç ve özgün bir benzetmedir. Şair Asya’nın ucunu, sıkılmış bir yumruğa benzetmektedir. Bu benzetme zihnimizde birçok çağrışımlar yaratır. Avrupa’nın asırlardır Asya’yı sömürdüğünü; Asya’nın geri kalmışlığını, Asya’nın Avrupa’ya kin beslediğini, intikam almak için fırsat kolladığını düşünürüz. Bu benzetme günümüzde de geçerlidir. Asya, Avrupa’ya karşı hâlâ sıkılmış bir yumruk gibidir. Günümüz Türkiye’sini düşünelim. Avrupa’daki bir ülkeyle yaptığımız basit bir futbol maçında bile sıkılmış yumruğa benziyoruz. Maça giderken bazı fanatik seyircilerimizin: “Avrupa, Avrupa; duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri!” sloganları binlerce yıllık öfkenin bir tezahürü değil midir?
Dağlarca kafiyeyi reddetmez ama kafiyenin esiri de olmaz. Yani bazı şiirlerinde kafiye, redif, ölçü gibi ahenk unsurlarından yararlanır; bazı şiirlerinde bunlara dikkat etmez. Bu özelliği birinci bentte de mevcut… İlk üç dizede kafiye kullanmamış fakat son dizelerde bu ahenk unsurlarından ustaca yararlanarak şiirini taçlandırmıştır.
Dağlarca şiirine şu dizelerle devam ediyor:
27 Ağustos 1389:
Kosova; bir sarı yön, uykusuz
Sancaklar açılmış dağdan taştan.
Gürz sesleriyle,
Kalkan sesleriyle inlemiş Tuna boyları.
Öyle susamışız ki yeryüzü bir yudum kımız…
Doymaz gerile gerile yeniçerilerin yayları.
Suca akan bir yalazdır ağustos atlarımız.
Bu bentle birlikte şiirde ilginç ve özgün bir anlatımın veya konuya farklı bir yaklaşımın mevcut olduğunu görüyoruz. Birinci bendin son dizesinde uzak diyarları fethedenlerin atlar olduğu söyleniyordu. Bu bakış açısı ikinci bentte daha belirgin biçimde devam etmektedir.
Sanatta bir olayı, manzarayı, durumu farklı ve yeni bir bakış açısıyla anlatabilmek ustalık, ustalıktan öte deha gerektirir. Meselâ Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” şiirinin çok sevilme nedenlerinden biri, belki de birincisi şiirdeki farklı bakış açısıdır. Şair gözlerini kapamış İstanbul’u dinlemektedir; işittiklerinden, kokladıklarından, dokunma duyu organıyla algıladıklarından hareketle okuyucunun zihninde çağrışımlar yaratmaktadır. Başka deyişle İstanbul’u binlerce şair anlatmıştır ama hepsi de gözlemlerine ve duygularına yer vermiştir. Orhan Veli ise işitme, koklama, dokunma duyu organları vasıtasıyla algıladıklarını anlatmaktadır bize. Orhan Veli’nin ölçü, redif, edebî sanat gibi unsurlardan yaralanmadan yazdığı bu şiirin beğenilme sebebi işte bu farklı bakış açısıdır.
Bir başka ilginç örnek de Ahmet Haşim’dir. İnsanların çoğu karanlığı sevmez; güneşten, aydınlıktan hoşlanır. Haşim ise güneşi, çirkinlikleri gösteriyor gerekçesiyle sevmez; akşamı ve karanlığı çirkinlikleri örtüyor gerekçesiyle sever ve bu bakış açısıyla akşam şiirleri yazarak ölümsüzleşir.
Dağlarca’nın şiirinde de bu örneklere benzer farklı bir bakış açısı mevcuttur. Sanki savaşanlar uykusuz sancaklarmış, yeniçerilerin yayları ok atıyormuş, su gibi akarak fetihler yapan atlarmış gibi bir anlatım görüyoruz. Bu bakış açısının diğer bentlerde de devam ettiğini söyleyebiliriz. Kısaca bu şiirde Türklerin tarih boyunca, ağustos aylarında fetihlere çıkıp savaşmaları anlatılıyor ama şiir boyunca askerlerden çok az söz ediliyor ve zaferler kazananların atlar olduğu ifade ediliyor. Farklı, ilginç ve şairane bir bakış açısı…
Bentteki ilginç ve beni mest eden bir ifade de “Doymaz gerile gerile yeniçerilerin yayları” dizesidir. Dizedeki “r” ve “l” ünsüzleriyle yapılan aliterasyonun mükemmelliğini söylemeye gerek yok. Bu dizeyi “Yeniçeriler sürekli ok atıyordu” veya “Yaylardan durmadan oklar fırlatılıyordu” biçiminde söyleyin, ak duvara çamur fırlatmış olursunuz. Aslında şairin söylediği budur. Fakat şiirde önemli olan neyi söylediğin değil, nasıl söylediğindir. Yayların gerile gerile doymaması imgesi gerçekten alkışa değer, hayran olunacak bir ifadedir. Tıpkı bunun gibi “askerler yorgundu, uykusuzdu” gibi bir ifade yerine “uykusuz sancaklar açılmış dağdan taştan” cümlesiyle şairlik yeteneğini bir kez daha kanıtlamaktadır Dağlarca.
Göze ve kulağa hoş gelen bir diğer ifade de “bir sarı yön” tamlamasıdır. Yazımın başında belirttiğim “s” ünsüzü ikinci bendin ilk iki dizesinin hâkim sesidir. Nasıl ki bilgisayarda internetteyken bir tıklamayla karşınıza çok farklı manzaralar, çok farklı yazılar bir anda çıkabiliyorsa “bir sarı yön” tamlamasıyla gözlerimizin önüne dümdüz, alabildiğine geniş, sapsarı buğday tarlaları gelmektedir. Veya bu kelime grubu zihnimizde ağustos sıcağında kavrulmuş sarı otlardan ibaret geniş bozkır çağrışımları yaratmaktadır.
Dördüncü ve beşinci dizelerde mecaz anlamlı sözcükler yoktur ama bu dizeler de sanatkârca söylenmiş bir cümle oluşturmaktadır. Şiirde ses, anlamı pekiştiren bir öğe olarak kullanılabilir. Meselâ Köroğlu bir koçaklamasının her dörtlüğünü “Meydan gümbür gümbürlenir / Divan gümbür gümbürlenir” gibi dizelerle sonlandırıyor.” Dilimizde “gümbür gümbür, şırıl şırıl” gibi bir yansımanın tekrarından oluşan ikilemeler çoktur. Fakat “gümbürlenmek” diye bir fiil yoktur. Bu fiili ilk defa Köroğlu kullanmıştır. İşte dilde yaratıcılık budur. Şair “gümbür” yansımasıyla “gümbürlenir” fiilini öyle ustalıkla kullanıyor ki biz bunu yadırgamıyoruz, aksine bu ifadeye hayran kalıyoruz. Çünkü bu sözcükler bize savaş alanındaki gürültüyü işitsel olarak da iletmektedir. Dağlarca da tıpkı Köroğlu gibi "Gürz sesleriyle, kalkan sesleriyle" diyerek savaş alanındaki gürültüyü bize duyurmaya çalışıyor.
İkinci bentteki çok özgün bir ifade de atların su gibi akan bir aleve benzetilmesidir. Fakat şair bu benzetmeyi benim ifade ettiğim gibi yapmıyor. Daha şairane ve farklı bir anlatımı seçiyor. “Yalaz” ve “suca” sözcüklerini tercih ederek gerçekleştiriyor bunu.
“Alev” yerine “yalaz” sözcüğünü seçme nedeni “destan” yerine “türkü” sözcüğünü seçmesiyle aynı sanırım. Destan ve alev Türkçe kökenli değildir, Arapçadır. Türkü ve yalaz Türkçedir. Bu sözcükler okuyucuya Türk kültürünün birçok öğesini çağrıştırabilir.
“Suca” sözcüğünün kullanılmasına gelince, bu konu için ayrı bir makale yazmamız gerekir ama yine de kısaca ifade edeyim.
Yaratıcı şairler sözcüklerin anlamlarıyla oynadıkları gibi yapım ekleriyle de oynar. Böylece dile yeni ifade imkânları sağlamaya çalışırlar… Dağlarca bu şairlerin başında gelir. Şairimiz “su gibi” diyecek yerde “suca” diyor ve sözcüğü şiire yakıştırıyor. Ben okuyucu olarak bu ifadeyi yanlış veya gülünç bulmuyor, tam tersine beğeniyorum. Dağlarca’nın çok beğendiğim bir şiirinden iki dörtlük yazıyorum:
Altı oğlu vardı Mehmet oğlunun
Altı kavak altı söğüt altıca
Gece ile gündüz ile uzardı
Altı kavak altı söğüt altıca
Öyle hızlı yaşardı ki yelleyin
Altı kavak altı söğüt altıca
Öyle hızlı öyle enli öyle gür
Altı kavak altı söğüt altıca
Bu şiirin tamamını yazıp hakkında yorum yapsam çok uzun bir tahlil yazısı çıkar ortaya. Şimdilik sadece “altıca” ve “yelleyin” sözcüklerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Şair –ca isimden isim yapma ekini alışılmamış biçimde “altı” sözcüğüne ekliyor. Bu tür dil bilgisi sapmalarında önemli olan gülünç veya garip olmamaktır. Yani yapılan yeniliği şiire yakıştırmak veya okuyucunun beğenisini kazanmak gerekir. “Yelleyin” sözcüğünde de aynı başarıyı görüyoruz. Şairimiz sadece “sabah, ikindi, akşam” gibi zaman isimlerine eklenen –leyin ekini “yel” sözcüğüne getirerek “yel gibi” demek istiyor. İşte bu ilginç sözcükler, zengin çağrışımlar yaratan imgeler, harika benzetmeler ve farklı bakış açıları bu şiirin sanat eseri mertebesine yükselmesini sağlıyor.
At Ağustoslar Türküsü şiirinin 3, 4 ve 5. bentleri şöyledir:
11 Ağustos 1473:
Otlukbeli; kaya savaş,
Yankılanmış mağaralar:
Ur bre, ur bre!..
Yaylalar kan çiçek, kan kardeş…
Apayrı, apaçık, şahadetler yapyalnız.
Geceyi gündüzle değiştirecek
Çağlayanlar köpüğü ağustos atlarımız.
23 Ağustos 1514:
Çaldıran; inançla yakın,
Kardeşin kardeşle boy ölçüştüğü bir aygır ova…
Çaldıran’da bin sayılır yiğidin teki.
Ölüm mü? Kız oğlan kız…
Kara gece kılıçların ölümle bilendiği
Bir kara pösteki…
Almıştır yokluktan varlığı ağustos atlarımız.
26 Ağustos 1516:
Mercidabık; şimşekten üzengiler…
Üç kara parçasını kilitlemek tanrı katında…
Asya’yı, Avrupa’yı, Afrika’yı birlikte yaşamak…
Yaklaşa, yaklaşa, yaklaşa bizim olmuş bir yıldız;
Bayraklarca kırmızı, yüreklerce ak.
Çöller susuzluğundan dokunmuş güney denizlerine
Ağustos atlarımız.
Şair bu bentlerde de atların sonu gelmez fetihler için sürekli koştuğunu, fetihler yaptığını anlatıyor. Atların ter içinde kalarak yol almaları “çağlayanlar köpüğü” benzetmesiyle, atların hızı “şimşekten üzengiler” imgesiyle, yeni diyarların fethedilişi ise “atların yokluktan varlığı alma” tasavvuruyla ifade ediliyor.
Bana göre bu bentlerde en dikkat çekici dize “Yaklaşa” sözcüğüyle başlayan dizedir. Şair burada aynı sözcüğü üç defa kullanarak dörtnala koşan atların sesini duyurmaya çalışıyor. Bu dizeyi “yak / laşa yak / laşa yak / laşa bizim olmuş bir yıldız” şeklinde okursanız o sesi daha rahat duyarsınız. Şair bu sesi veya dörtnala koşan bir atın temposunu bu şiirin son dizesinde şöyle hissettirir:
“İşte yellerle yellerle yellerle uzun ağustos atlarımız.”
Bu dize “İşte yel / lerle yel / lerle yel / lerle uzun…” biçiminde okunursa bahsettiğimiz tempo çok daha belirginleşir.
Şiirde atların sürekli olarak koşması daha başka ses unsurlarıyla da hissettirilmektedir.
“Apayrı, apaçık, şahadetler yapyalnız
Asya’yı, Avrupa’yı, Afrika’yı birlikte yaşamak”
Bu iki dize için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
Yukarıdaki bentlerde geçen “Üç kara parçasını tanrı katında kilitlemek” imgesi şiirde parıldayan mücevherlerin başında gelir. Osmanlı Kızılelma seferlerine topraklarını genişletmek, fethettiği yerleri sömürmek için çıkmazdı. Fetihleri “İlâ-yı kelimetullah” için yapardı. Yani Allah adını her yere götürüp yaymak, Allah adını yüceltmek amacıyla… Dağlarca’nın bu dizesini okuyunca zihnimizde bu ve buna benzer tasavvurlar beliriyor. Ayrıca günlük sohbetlerimizde: “Osmanlı üç kıtayı fethetti, oraları asırlarca idare etti.” gibi konuşmalarımız olur. Şair bu düşünceleri şairane bir ifadeyle “Asya’yı, Avrupa’yı, Afrika’yı birlikte yaşamak” şeklinde ortaya koyuyor.
Bunlardan başka “atların geceyi gündüzle değiştirecek olması, ölümün kız oğlan kız oluşu, yaylaların kan çiçek ve kan kardeş oluşu, atların çöller susuzluğundan güney denizlerine dokunması” gibi imgeler şairane ve güzel buluşlardır.
Dördüncü bentte geçen “Kara gece kılıçların ölümle bilendiği bir kara pösteki” dizelerindeki benzetmeyi önceleri gereksiz ve mantıksız buluyordum. Bu kitabımı yayına hazırlayıp son düzeltmeleri yaptığım günlerde, tahlillerim hakkındaki fikirlerini almak amacıyla, otuz iki yıl önce öğrencisi olmak şerefine nail olduğum Prof. Dr. İnci Enginün’ü telefonla arayıp bir görüşme talep ettim. Hocam sağ olsun, beni hatırladı ve evine davet etti. İnci Hanım kitabımın başında bulunan bu yazıyı okurken dördüncü bende gelince birden heyecanlandı ve: “Harikulâde mısralar! Bak, burada Dede Korkut’a atıf var.” deyiverdi. O an âdeta şok oldum ve eskiden bir anlam yükleyemediğim için beğenmediğim bu dizeler, İnci Hanım’ın ışığıyla adeta inci gibi parıldadı.
Bilirsiniz; Dede Korkut hikâyelerinde Bayındır Han, şölene davet ettiği beyleri otağında farklı şekilde ağırlar. Onların yaşlarına, mal varlığına veya askerî gücüne dikkat etmez. Beyleri, sahip oldukları çocukların sayısına ve cinsiyetine göre sınıflandırır ve beyler bu tasnife göre itibar görür. Bayındır Han, konuklarını ağırlarken adamlarına şöyle emirler verir: “Oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun. Kimin ki oğlu kızı yok; kara otağa kondurun; altına kara keçe (pösteki) döşeyin, kara koyun yahnisinden yedirin. Yer ise yesin, yemez ise çeksin gitsin.” Bu ifadelerden anlaşılıyor ki hiç evladı olmayan Türk beyleri ayıplanmakta ve hanlar hanı tarafından kınanmaktadır.
Hocamın işaret ettiği gibi Dağlarca da “kara geceyi kara pösteki”ye benzeterek 1514 Çaldıran Savaşını ayıplayıp kınamaktadır. Çünkü bu savaşın temelinde mezhep çatışması vardır ve şairin ifadesiyle Çaldıran: “İnançla yakın kardeşin kardeşle boy ölçüştüğü” bir mekândır. O savaşta o kadar çok Türk ölmüştür ki âdeta orada kılıçlar ölümle bilenmiştir.
29 Ağustos 1516 Mohaç ve 4 Ağustos 1578 Vadi’s- Seyl seferlerinin anlatıldığı 5 ve 6.bentleri yazmadan ve yorumlamadan şiirin son iki bendine geçiyorum:
30 Ağustos 1922:
Dumlupınar; nineden bebeğe dek
Erdemin dirilişi koçaklama gerisinden…
Biri var,
Ulus tutsaklığını son kez parçalamış orda.
Biri,
Kurtuluşlardan bütün ülkelere inen hız…
Yarışmış güne karşı alda, yeşilde, morda;
Aldır, yeşildir, mordur ağustos atlarımız.
İşte dedelerimin nal izleri
Yeryüzü güzelliğince…
Doğudan batıya hep o sevgi,
Hep o arama, hep o sonsuzluk…
Nerde bir daralma varsa oraya bir soluk götürmüşüz neden
Dinelmişiz at ağız?
Nerde bir karanlık varsa oraya inmişiz bir aydınlık düşünceden.
İşte yellerle, yellerle, yellerle uzun ağustos atlarımız.
Bu bentler de şairin özgün anlatımıyla, ilginç benzetmeleriyle ve zengin çağrışımlar yaratan harika imgeleriyle bezenmiştir. Yazımın başında Akif’ten örnek verirken “yediden yetmişe” deyimini kullanmıştım. Böyle bir ifadeyi herkes kullanır. Dağlarca alışılmışın dışına çıkarak “nineden bebeğe dek” diyor.
Dumlupınar Meydan Savaşını “Koçaklama gerisinden erdemin dirilişi” olarak vasıflandırıyor. Şairin bilinçli olarak seçtiği, binlerce yıllık Türk kültürünü hatırlatan “tuğ, kımız, yalaz, türkü” gibi sözcüklerden biri de “koçaklama”dır. Bu dizeyle birlikte gözlerimizin önüne Köroğlu, Dadaloğlu gibi şairler gelir. Onların koçaklamalarını, bu şiirlerde anlatılan kahramanlıkları ve yiğit insanlarımızın vatanseverlik, dürüstlük, fedakârlık gibi erdemlerini düşünürüz.
Atatürk’ün anlatıldığı dizeler de ustaca söylenmiş sözlerdir. Dağlarca birçok şairin söylediği “büyük komutan, eşsiz önder, yüce lider” gibi sıfatlar kullanmıyor. “Biri” diyor sadece. Bu sözcüğün seçilme sebebi Atatürk’ün içimizden biri oluşudur; Türk milletinin bağrından çıkan bir insan olduğunu vurgulamıştır kısaca. “Ulus tutsaklığını son kez parçalamak” imgesi hayalimizde kırılıp parçalanan prangaları, zincirleri canlandırır. “Son kez” demesi ise bu milletin bir daha asla boyunduruk altına girmeyeceğine olan inancın ifadesidir.
Atatürk’ün “kurtuluşlardan bütün ülkelere inen hız” şeklinde betimlenmesi muhteşem diyebileceğimiz bir benzetmedir. Bu dizeyle birlikte çok hızlı uçan bir kartal düşünürüz ve bu kartalın süratle uçarak sömürülen ülkelere konduğunu, yani o ülkelerin insanlarına rehber olduğunu hayal ederiz. Atatürk’ün başarıları; ezilmiş, sömürülmüş, esaret altında yaşayan milletlere örnek oluşu bundan daha güzel nasıl ifade edilebilir?
Son bentte dedelerimizin nal izlerinin yeryüzü güzelliğince olduğunu söylüyor. Savaş katliamdır, savaş korkunçtur ve kötüdür ama Osmanlı fethettiği toprakları sömürmemiş, hâkimiyeti altına aldığı coğrafyalara adalet, huzur ve barış götürmüştür. Bir zamanlar dünyanın en güzel beldeleri sayılan Bağdat, Kudüs gibi şehirler bugün ne hâlde herkes biliyor. O beldelerde Osmanlı varken insanlar huzurlu ve mutluydu. İngiliz oyunlarına kanan Araplar isyan edip Osmanlıdan koptuktan sonra parçalandılar ve emperyalistlerin oyuncağı ve sömürgesi oldular.
Şairimiz son bentte “Doğudan batıya hep o sevgi, hep o arama, hep o sonsuzluk” derken Osmanlının “huzur ve adalet” için fetihler yaptığını ifade ediyor. Ayrıca son dizelerde kargaşa olan yörelere rahatlama, huzur; geri kalmış ülkelere bilim götürüldüğü anlatılıyor.
“At ağız dinelmek, atların yellerle uzun” olması da harika imgelerdir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.