- 393 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Göçe Göçe-4
Yörük Dede anlatmaya devam ediyor;
93 Harbi sırasında Dobromirka’ya fazla yanaşamayan ve o yüzden de giderek kinleri artan Bulgarlar, savaştan sonra etrafımızdaki Türk köylerine acımasızca saldırmaya başladılar. Evleri yaktılar, köylünün hayvanlarını ve eşyalarını gasp ettiler, kadın ve kızlara tecavüz ettiler, insanları hunharca öldürdüler. Dün bizimle sıkı fıkı dost olan Bulgarların bile çoğu, bu katillerin yanında yer aldı. Çünkü onlar da biz buradan gidersek kalacak olan tarla ve mallarımıza göz dikmişlerdi. Tek tük de olsa bu yapılan zulümlere karşı çıkan, onaylamayan Bulgarlar da vardı. Daha sonra kendilerine de yöneltilen tehdit dolayısıyla, onlar da seslerini kısmak zorunda kaldılar.
Bulgar çeteleri Dobromirka’ya saldırıp üç evi ateşe verince, ciddi ciddi buraları terk etmeyi düşünmeye başladık. Konuyu görüşmek üzere bir gece, her ailenin reisini camiiye davet ettik. Çağrılanlar arasında Şaman da vardı.
O gece sabaha kadar, ne yapacağımızı uzun uzun tartıştık. Genel kanaat, bir an önce buradan ayrılmak yönündeydi. Gitme taraftarı olmayan kişilerin sayısı çok azdı. Bunlardan biri de Şamandı. Hatta Şaman çok da ağır bir konuşma yaptı. “Türkün topraklarını terk etme hakkı bulunmadığını, her ne pahasına olursa olsun yurdunu savunması gerektiğini, ölümden kaçış olmadığını; o yüzden de bu kutsal topraklarda ölmenın bir şeref sayılacağını, ölülerimizin bu topraklara sahip çıkacağını ve bir gün mutlaka gene Türkün bayrağının bu topraklarda dalganacağını, böyle bir kaçışı Gök’ün yüce ruhu olan Tengri’nin de istemediğini” söyledi. Oylama yapılıp göç kararı alınınca da, öfkeyle yerinden kalktı ve hemen orayı terketti.
Oylamadan sonra, göç tarihi tespit edildi: Bir hafta sonra sabah namazı kılınıp yola çıkılacaktı. Yolculuk sırasında en çok gerekecek olan eşyaların alınması tavsiye edildi. En başta yiyecek, giyecek ve çatışma anında kullanılmak üzere silah, pala, kama, bıçak, orak, demir diren gibi aletler geliyordu. Bilhassa bu silah türü aletlerin, çok kolay ulaşılabilecek bir yerde saklanması uyarısı da yapıldı. Çünkü çıkılacak olan yolculuk, tehlikelerle doluydu. Gereksiz yük alıp hayvanları yormanın zararından bahsedildi, yolculuğun çok uzun sürebileceği, o nedenle hayvan kaybının büyük zararlara yol açacağı anlatıldı. Varsa para ve altınlar da çok gizli bir yerde saklanacaktı. Alınacak yiyeceklerin çok uzun süre dayanması gerektiği, çünkü göçün aylarca sürebileceği tekrar tekrar hatırlatıldı.
Bir hafta sonra yola çıkılacak olmasına, sürenin azlığı nedeniyle karşı çıkan biri oldu. Ona göre bir haftada hazırlanmak imkansızdı. Orta sıralardan bir ses yükseldi:
-Göç, yolda düzelir, diye. Bunu birkaç kişi daha tekrarlayınca, itirazı olan da, sesini kesmek zorunda kaldı.
Bir hafta hayvanların bakımı, arabaların onarımı ve yiyecek hazırlamakla geçti. Giysiler elden geçirildi, varsa yırtık ve sökükleri dikildi, en iyileri götürülmek üzere ayırıldı. Birçok kişi, geride bırakacağı malını mülkünü yok pahasına Bulgarlara sattı. Bazıları mallarını öküzle takas ederken, bazıları da alıcı bulamadığı için öylece bıraktı.
O kadar konuştuk, tartıştık ama hiç kimse “Biz nereye gideceğiz, nereye göç edeceğiz?” sorusunu sormadı. Çünkü herkesin zihninde bu soru çoktan cevap bulmuştu: Türkiya.
Beni göç öncesi kaygılandıran, bu işi beceremeyeceğimiz endişesiydi. Beş yüz yıldır göç etmemiş olan bu toplum, acaba şimdi işin içinden nasıl çıkacaktı? Bu kadar uzun bir zaman geçtiğine göre, göç etme yeteneğinimizi kaybetmiş olabilirdik. Aklıma korkunç görüntüler geliyordu. Yollarda çoluk çocuk hepimiz, ölüp gidebilirdik. Sonra kendimi biraz topluyor ve “Hayır, biz bunu başarabiliriz. Bizim özümüzde bu yetenek zaten var. Beş yüz değil bin yıl da geçse, bu yeteneğimiz bizi kurtuluşa götürecektir.” diyordum.
Özümüze güvenmek bana moral veriyordu. Bunun doğru olup olmadığını, bu uzun yolculuk sırasında görecektik.
Bizim evde de, göç öncesi hummalı bir faaliyet vardı. Ayrıca bir de ciddi bir problemle karşı karşıyaydık. Annem, bu göç olayına şiddetle karşı çıkıyor ve biz gitsek bile kendisinin gelmeyeceğini, burada kalacağını ısrarla söylüyordu. Eskiden sakin, uyumlu bir kadın olan annem, geçen sene babamı kaybettikten sonra huysuz ve inatçı bir insan olmuştu. “Ben gitmem, ölürüm gitmem. Giden gitsin, ben burada kalırım.” Diyordu. Beni aldı bir düşünce. Biz gittikten sonra annem burada tek başına kalırsa ne yapacaktı? Hayatını nasıl devam ettirecekti? Bulgarlar ve Ruslar onu sağ bırakacaklar mıydı?
Önce karım, ikna etmek için onunla konuştu, kararından vazgeçmedi. Ben konuştum, gene aynı. Yeşil güzel gözlerini kısarak bana eliyle mezarlık tarafını işaret etti ve “Benim yerim, tee ora. Babanın yanı. Başka bi yere gitmem!” Dedi. Son çare olarak torunları, yani kızım ve oğlum annemi iknaya çalıştılar. Boynuna sarıldılar, buruşmuş yanaklarından öptüler, apak saçlarını okşadılar. Onları kıramayacağını tahmin ediyordum. Sonuç beklediğim gibi oldu. Torunlarını çok seven bu nine, sonunda onların ısrarı ile ikna oldu ve bizimle birlikte gelmeye karar verdi.
Hepimiz annemin bizimle gelmeye razı olmasından dolayı çok sevinmiştik. Hazırlıklarımızı bu sevinçle sürdüyorduk ki, çok acı bir olayla karşılaştık: Göçe üç gün kala annemi yatağında ölmüş olarak bulduk. Neden öldü, nasıl öldü? Bizim bildiğimiz herhangi bir hastalığı yoktu. Güpür güpürdü, sağlıklı bir insandı. Üzüntümüz anlatılır gibi değildi. Annemin ölümüne sadece biz değil, bütün köy şaşırdı ve üzüldü. Babamın yanına defnettik. Bana kalırsa annem, inadından vazgeçmedi ve bilerek öldü. Gerçi bu çok saçma bir görüş olabilir; çünkü hiç kimse intihar etmeden bile bile ölme diye bir seçeneği kabul etmez. Ancak ben, gene de annemin bu olayı kendi isteği doğrultusunda gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Böylece aynı zamanda bizi de zorda bırakmamış oldu.
Göçün başlayacağı sabahın öncesindeki gece, tekrar toplanıldı ve ne yapılması gerektiği konusunda son uyarılarda bulunuldu. Dobromirka’dan göçe katılım çok olacak gibiydi. Öyle ki göçe katılan araba sayısının yüzü geçeceği, binlerce metre uzunluğunda bir kafile oluşacağı tahmin ediliyordu. Bu kafilenin belli bir plan ve disiplin içerisinde hareket etmesi, sağ salim hedefe varmayı sağlayacaktı. Aksi halde hepimizin cesetleri yollara serilebilirdi. Bunun için öncelikle konvoydaki arabalar, aralarındaki mesafeyi çok fazla açmamaya azami dikkat göstereceklerdi. Yolculuk boyunca sadece önümüzdeki araba değil, arkamızdaki araba da gözetlenecek ve ara çok açılırsa yavaşlayarak bize yetişmesi sağlanacaktı. Küçük parçalar halinde gitmemiz, bir saldırıya uğradığımızda kendimizi savunmamızı güçleştirecektir. Diğer önemli bir konu, öncülerden ve koruculardan gelecek uyarılara aynen uyulmasıydı. Öncü ve korucular at üzerinde yolculuk yapacaklar, gerektiğinde hızlı bir şekilde bilgileri tüm konvoya aktaracaklardı. Bu görevi üstlenmiş olanların hepsi de genç, cesur ve bilgili delikanlılardı. Ayrıca öncüler arasında Balkanlar’ı avucunun içi gibi bilen orta yaşlarda üç kişi daha vardı. Onlar uzun yıllar ticaretle uğraşmışlar, buralarda ayak basmadık yer bırakmamışlardı. Göç sırasında izleyeceğimiz yolu, o yüzden bu üç kişi belirleyecekti.
Arabalara öncelikle yaşlılar, hastalar, sakatlar, hamile kadınlar ve çocuklar bindirilecek; diğerleri yayan olarak yola devam edecekti. Yokuş olan yerlerde gerekirse bunların içindeki yürüyebilecek olanlar da indirilecek ve araba itelenecekti. Öküzlerin, mandaların, atların, eşeklerin iyi bakılmaları, enerjilerini boş yere harcamalarının önlenmesi önemliydi. Yoksa kısa sürede bu hayvanların telef olması söz konusuydu. Bu da göçün önündeki en büyük engel demekti.
Bu toplantıda bir de, yolda saldırıya uğradığımız takdirde kadınları ve çocukları koruma, ayrıca savaşacak durumda olan kadınları yönlendirme işini Atice Ana’nın yapması kararlaştırıldı. Bu görevini ona imam, evine gidip anlatacaktı. Kabul edeceğinden herkes emindi. Çünkü o hepimizin Atice Anasıydı.
Atice Ana kırk yaşlarında olmasına rağmen ona, yedisinde bir çocuk da yetmişinde bir ihtiyar da “Atice Ana” derdi. Atice Ana daha yirmili yaşlarında iken bir çocukla dul kalmıştı. Akça bir yüzü, yeşil gözleri vardı. Boyu, endamı yerinde bir taze idi. Bakıp da vurulmayacak erkek olamazdı. Köyün bekarları evlenmek için onun peşindeydi. Durmadan dünür gelirdi dul kaldığı ilk yıllarda. Ama o her gelene aynı cevabı verirdi: “Aslanımın yatağına bir başkasını alamam; bizim sevdamız mezara kadardır. Aslanımdan önce ben ölseydim, o da benden başka birini yatağına koymazdı. Dünür gelenler başka yerlerde şanslarını denesinler.” Bu sözleri defalarca söyledikten sonra, yavaş yavaş dünürlerin ayakları kesilmiş ve Atice Ana aslanının emaneti oğlunu büyütmek için var gücüyle çalışmaktan başka bir şey düşünmez olmuştu. Zorlu bir mücadeleye girmişti; hem insanlarla hem de doğayla. Cesurdu, silah kullanmayı çok iyi bilirdi. “Bunu bana Aslanım öğretti.” derdi soranlara gururla.
Göç sırasında alınacak olan önemli kararlarda, akıl danışılacak bir heyet de oluşturuldu. İmam, ben ve köyün en yaşlısı olmasına rağmen isabetli kararları olan Sabri Amca heyette yer alacaktı. Bu heyet hazır herkes orada iken bir teklifte bulundu: Mola sırasında (gece-gündüz) kafilenin etrafında nöbet tutulmalı, nöbetçiler oluşabilecek bir tehlike durumunda öncü, korucu ve halkı haberdar etmeliydi. Teklif kabul edildi.
Toplantı bitti, son gecemizi geçirmek için evlerimize gittik. O gece çocuklar hariç, hiç kimsenin uyuduğunu zannetmiyorum. Çünkü ortalık daha ağarmadan, sabah olmadan, ezan okunmadan camiiye gittiğimde, hemen hemen bütün erkeklerin orada olduğunu gördüm. Kalabalığın içine girip kendime zor da olsa bir yer açıp beklemeye başladım. Konuşan yoktu, herkes dalgın ve düşünceliydi. Öylece bekledik, bekledik...
Ezan okunduktan sonra namaza durduk. Bitince insanlar yavaş adımlarla camiiyi terk ettiler. Ben en geride kaldım. Hoca camii içindeki gaz lâmbalarını söndürüp, itinayla kapıyı çekip kapattı. Camii avlusunda sadece ikimiz vardık. Avlunun ortasında durdu, geri dönüp camiiye bir dakika kadar baktı. Sonra bahçe kapısına yöneldi. Ben de peşinden... Dışarı çıkınca benim de çıkmamı bekledi. Ve sonra da bahçe kapısını sessizce kapattı.
Ben camiiden eve geldiğimde, eşyalar arabaya yüklenmişti. Evin içine girdim, odaları gezdim. Bırakılan eşyaların hepsi derli topluydu, ortalık tertemizdi. Sanki tarlaya çalışmaya ya da bir yere gezmeye gidiyorduk ve kısa bir süre sonra dönecektik, o yüzden evimizi her zamanki gibi derli toplu bırakmıştık.
Öküzleri arabaya koşmak için saya(ahır)dan çıkardım. Birine boyunduruğu ve zelveyi taktım. Diğer öküzün boynuna boyunduruğu geçirdim ama zelveyi bulamadım. Aksilik olacak ya! Sağa sola bakındım, ta arabanın arkasında buldum zelveyi. Oraya neden konduğunu da anlamış değilim. Dışarıdan:
-Dii ba, adi bakalım, dii!
-Yuları yedene al, vur da gitsin şuna ba!
Şeklinde konuşmalar geliyordu. Demek ki yola çıkmalar başlamıştı. Hanım ve çocuklar arabaya binince öküzlerin yularlarından çekerek, avlu kapısından sokağa çıkarıp durdum. Kapıyı kapatacaktım.
Köy içindeki konvoya dahil olunca, önümüzün ve arkamızın arabayla dolu olduğunu gördüm. Bunların çoğu öküzlerin ve mandaların çektiği üzerleri çadır beziyle kaplı, kağnı arabalarıydı. Az sayıda da at arabası ve eşek arabası vardı. Öküzler ve mandalar güçlü kuvvetli, dayanıklı hayvanlardır. Bu yolculukla başedebilirler, atlar da yolun sonuna kadar gidebilirlerdi; ama eşekler için durum biraz şüpheliydi. Ayrıca arabaların arkasına bağlanmış inek, öküz ve atlar da gördüm.
Acaba dönüşü ve varışı olmayan bir yola mı girmiştik? Belki de ölüp gidecektik, hem de bir mezarımız bile olmayacaktı. Köyümüzde kalsaydık, hiç olmazsa Balkanlar’da bir mezarımız olurdu.
Köyden göçe katılmayanlar da oldu. Bunlardan biri çok yaşlı karı kocaydı. “Kaderde ne yazılıysa o olur, sonumuzu burada beklemek isteriz.” demişlerdi. Diğer aile ise askere giden ama şehit haberi gelmediği için, geri döneceğinden umutlarını yitirmedikleri oğullarını bekleyeceklerdi. Büyük bir ihtimalle çocukları, asker kaçağı olabilirdi ve bir gün mutlaka dönecekti. Döndüğü zaman ailesini burada bulamayacağından ve nereye gittiklerini de bilmediğinden kavuşamayacaklardı. Bekleyerek şanslarını denemek istiyorlardı. Umut işte! Bir de Şaman köyde kalmıştı. Zaten onun, başından beri göçe karşı olduğunu bilmeyen yoktu. Köyde kalan insanlarımızdan, ileriki yıllarda bir haber alamadık; akıbetlerini hiçbir zaman öğrenemedik.
Köyün çıkışında rengarenk cübbesi sırtında, davulu boynunda Şaman, bir heykel gibi dikilmiş; giden konvoyu seyrediyordu. “Allahaısmarladık, hoşça kal” gibi veda sözcüklerine bile cevap vermeden öylece duruyordu. Arabaların tümü köyden ayrıldıktan sonra, Şaman’ın davulunun sesi duyulmaya başladı. Aradan yaklaşık yarım saat geçinceye kadar davul sesi hep duyuldu. Balkanların içinde Şaman’ın davulunun sesi ve kağnı gıcırtıları arasında, hiç konuşmadan önümüze bakarak gittik. Davul ve kağnı gıcırtısı adeta acıklı bir ezgiydi.
Kedilerimiz ve köpeklerimiz de Dobromirka’da kaldı. Köpeklerimizden birkaçı uzun bir süre arkamızdan geldi. Oysa biz yola çıkarken bu sadık dostlarımıza gideceğimizi hiç belli etmemeye çalışmıştık. Köy içinde peşimize düşenleri kovalamamıza rağmen, kilometrelerce gittikten sonra dilleri dışarda peşimizden gelen birkaç köpeği görünce içim sızladı. Onları yanımızda götürmek, beslenme gibi bazı sorunlar yaratabilirdi. Daha önemlisi, sessiz kalınması gereken yerlerde havlayarak güvenliğimizi tehlikeye atabilirlerdi. O yüzden, yol boyunca bu köpekleri defalarca dönmeleri için kovaladık. Sonunda pes ettiler, peşimizi bıraktılar.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.